top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öteki olmanın Almancası üzerine

Hatice Bakanlar Mutlu yazdı: "Gökhan Duman, 11. Peron adlı kitabında, 60’lı yıllarda işçi olarak Almanya’ya davet edilmiş Türklerin hikâyesini okura gazete yazıları, resimler, resmi evraklar ve röportajlar üzerinden aktarırken edebi bir tat yakalamayı başarmış."



Gökhan Duman’ın 11. Peron isimli eseri: Bir göçmenlik hikâyesi. “İngiliz edebiyatı” tamlamasındaki milliyet sıfatı yanıltıcıdır. İngiliz edebiyatı coğrafi sınırlarla şekillenmez.  Bugün haritada gördüğümüz İngiltere- Galler- İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın çok ötesine, yüzyıllara yayılır. Eski sömürgelerin önceleri sömürge düzenini sorgulamak sonraları da yeni kimlikleriyle uzlaşmak için yazdığı eserler İngiliz edebiyatı çalışmalarının önemli bir kısmını oluşturur. Kimlik çatışması, farklı kültürlerle çok sık, çok yakın ve çok sorunlu karşılaşmalar yaşamış olan İngilizlerin edebiyatı açısından temel bir konudur. Farklı kültürlerle karşılaşma ve kimlik çatışmaları yaşama elbette İngilizlere has bir durum değil. Türklerin de her ne kadar sömürgecilik tarihi kapsamında olmasa da farklı kimliklerle deneyimleri oldu; özellikle yakın geçmişte Avrupa’ya işçi statüsünde giden ve oraya yerleşen Türklerin deneyimleri ilk akla gelenlerden. Ben tam da bu noktada kendime “Bizde bu deneyimleri konu edinen bir edebiyat var mı?” sorusunu sorarken Gökhan Duman’ın 2024 yılında çıkan 11. Peron kitabı uzun süredir aklımı meşgul eden bu soruya cevap aramama vesile oldu. 


Öncelikle, Türk üniversitelerinin Türk edebiyatı bölümlerinde “Göçmen Türk Edebiyatı”, “Diaspora Edebiyatı” gibi bir dersin olup olmadığını merak ettim. Erişebildiğim eğitim programlarında (Ege- Anadolu- Ankara- Manisa Celal Bayar üniversitelerinin eğitim programları) bu veya benzeri isimde bir derse rastlamadığımı belirtmek isterim. Elbette konu olarak ele alınıyordur; fakat ben başlı başına bir ders adı göremedim. Bununla birlikte, alanda akademik çalışmalar elbette yapılmış. Duayen hocamız Nermin Abadan Unat’ın Turks in Europe: From Guestworker to Transnational Citizen (2011) kitabı alanının önemli referans kitaplarından biridir, diye tahmin ediyorum. Dergipark’a da yansıyan akademik çalışmalar var. Örneğin, Hacettepe Üniversitesi’nden Abide Doğan, 2003 yılında bu konuda “Almanya ’daki Türk İşçilerini Konu Alan Romanlar (Türkler Almanya ’da, Sancı... Sancı..., A ’Nın Gizli Yaşamı) Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı bir makale yayımlamış. Bu demek oluyor ki bizim de böyle bir edebi birikimimiz var. Yine de Türk işçilerinin Avrupa’daki mevcudiyetinin çok uzun yıllara dayandığını düşünürsek bu alanda hem edebi hem akademik anlamda çok daha zengin bir külliyat olmalıydı hissine kapılmadan edemiyorum. 

Benim aile geçmişimde Almanya deneyimi olduğu için bu konuya duygusal olarak yaklaştığımı söylemeliyim. Özünde bir rençber olan dedemin davet edilen ilk işçilerden oluşu nedense beni onurlandırırdı ve 60’lı yıllarda hiç dil bilmeden Almanya’ya gitmiş olması da hem gururlandırır hem şaşırtırdı. Almanya macerasını rahmetli dedemin kendisinden dinlemeye fırsatım olmadı; ama bu konular açıldığında “Egal” diye konuları geçiştiren ananemden ara sıra bazı anılar dinlerim. Almanlar ne kadar disiplinli, ne kadar çalışkan, ne kadar temiz bir ülkeleri var, çalışana hakkını nasıl veriyorlar, ona oradan emekli olmadan döndüğü halde nasıl emekli aylığı bağladılar… Hayranlık ve minnet dolu ifadeler. Hislerine pek yer yok, acı tecrübelerine de. Sorarsak, ilk başlarda çay bardağı bulamamış olmanın sıkıntısını anlatırlar, küçük bira bardaklarından çay içmelerini. Bir de taze patlıcan bulamamışlar hiç. O zamanlar buldukları patlıcanlar Türkiye’de hayvanların önüne bile atılmazmış, öyle “kart”mış patlıcanlar. Beni bu yoksunluk halleri duygulandırırdı hep. Belki de bu yüzden Gökhan Duman’ın 11. Peron kitabını gözümde yaşlarla okudum. 


Gökhan Duman, 60’lı yıllarda işçi olarak Almanya’ya davet edilmiş Türklerin hikâyesini okura gazete yazıları, resimler, resmi evraklar ve röportajlar üzerinden aktarırken edebi bir tat yakalamayı başarmış. İbrahim isimli bir işçinin hikâyesini merkeze aldığı için altta işleyen bir olay örgüsü var ve bu da kitabı roman türüne yaklaştırıyor. Bir karakter olarak İbrahim’in hisleri okuyucuya yalın ama dokunaklı bir şekilde aktarılıyor. 


Neticede her göç hikâyesi, münferit bir hikâyedir. Kalan için de giden için de karşılayan için de travmatiktir, zordur. 11. Peron’la özünde göç konulu bir araştırma-inceleme kitabı okurken edebiyatın sınırlarına da giriyor, zengin ve duygulu bir okuma deneyimi yaşıyorsunuz. Bu kitap ilk işçilere vefa borcu ödüyor sanki. Bence sırf bu yüzden bu alanda akademik ve sanatsal çalışmaları olan yazar Gökhan Duman da bir teşekkürü hak ediyor. Yakın geçmişimizin temel bir gerçeğini bu gerçeği tecrübe eden insanların hisleriyle birlikte bize aktardığı için. 


İlgilenenler için kitaptan bazı kesitler aktarmak isterim: İlk işçilerimiz Almanya’ya uğurlanırken ayrıntılı bir tıbbi muayeneden geçirilmiş. Belli ki dönemin Alman hükümeti “hastalıklı” veya “hastalığa yatkın” kişileri almak istememiş. İşçilerimize dönemin Türk hükümeti tarafından hazırlanmış bir yönerge okunmuş; nasıl davranmalılar, nelere dikkat etmemeliler. Belli ki dönemin Türk hükümeti giden işçiler “yüz akımız” olsun istemiş. Daha iyi bir gelecek umudundaki binlerce insan tıbbi ve ahlaki sınavlarla gitmiş Almanya’ya (ss. 24-25). Bunu kaldırmak çok zor değil mi? İnsan olarak Almanya’ya gitmeyi hak edenler ve etmeyenler ayrımı yapılmış bir nevi. Buna değenler ve değmeyenler. 


Berlin Duvarı’nın henüz yıkılmadığı zamanlarda nehre düşen Çetin Mert. Boğularak ölmüş. İki tarafın askeri de çocuğun çırpınışlarını görmüş. Kurtaran olmamış. Doğu Almanya Batı Almanya’ya atmış sorumluluğu, Batı Almanya Doğu’ya. Çetin Mert’in ölümü sonrası siyasi sınırları tanımayan nehirde yaşanacak olası tehlikeler için bir komisyon kurulmuş, ama neye yarar (ss. 133-35). Ölen bir Alman olsaydı?


Almanya’da 70’li yıllarda ülkenin petrol kriziyle sarsılmasından sonra yükselen ırkçılığı önce açlık grevi yaparak sonra kendini yakarak protesto eden Semra Ertan. Hoş geldiniz pankartlarıyla karşılanan Türklerin “pis ve ikinci sınıf” görülmesine karşı gelmiş. Dönemin gazetelerinde kendisi için “akıl hastasıydı” denmiş  (ss. 208-10). Irkçılık mağduru, değil. 

Bunlar benim açımdan en çarpıcı kesitler. Bölünen aileleri, herhangi bir entegrasyon politikası olmadığı için Almanlarla aynı okullara alınan ve dolayısıyla başarısızlığa mahkûm çocukları varın siz düşünün. Bu kitabı okurken aklımın bir tarafında kendi ailem vardı ve bir tarafında da bugünkü göçmen krizi. Anne babasıyla yıllar sonra bir araya gelen yakınlarım, Almanya’da dil sorunu nedeniyle okula devam edemeyen annem… Atlatılan badireler, ödenen bedeller.  Göçmenlik toplumsal olduğu kadar bireysel de bir deneyim. Bugün göçmen sorununu konuşurken ve sınırlarımızın “delik deşik” olmasına karşı bir göçmen politikamız olması gerektiğini söylerken kendi göçmenlerimizin deneyimlerini de düşünmeliyiz, öyle değil mi? Türk-Alman edebiyatına yapılan her türlü katkı bence bu açıdan da çok değerli olacak. Yaşananları bilmeden yaşanacaklara hazırlanamayız. 


11. PERON

Gökhan Duman

Everest Yayınları, 2024

256 s.

Commentaires


bottom of page