2024'de Irmak Zileli'nin en sevdiği kitaplar
Irmak Zileli, 2024'de okuyup sevdiği ve yazarken ilham aldığı kitapları Literaedebiyat için paylaştı.
2024’te okuduklarıma baktığımda yan yana akan iki kanal görüyorum. Bir kanal, yazdığım yeni romanın meselesini derinleştirmek; karakterlerin psikolojik, sosyolojik ve politik kurulumunu oluşturmak için beslendiğim kitaplardan oluşuyor. Özellikle normallik ve deliliğin sınırlarını tartışan, kötülüğün kaynaklarına inen, hem bireysel hem toplumsal görünümlerini irdeleyen metinlerle haşır neşir olmuşum. Bunlar arasında beni en çok etkileyen Arno Gruen’in Normalliğin Deliliği kitabı oldu. O denli etkiledi ki yazarın Türkçeye kazandırılmış bütün kitaplarını aldım. Kitap konuyu sadece psikolojik bakış açısıyla ele almayıp, tarihsel, toplumsal ve politik yansımaları üzerinden kötülüğü tartıştığı için önemliydi. Bireyin, ebeveyn hegemonyası aracılığıyla biat etmeyi öğrenmesi ile Vietnam Savaşı’nda emirleri yerine getiren ve bombayı patlatan askerin kötülüğü arasındaki ilişkiyi kurması, bunu derinleşerek ele alması dikkat çekiciydi.
Bu okumalar esnasında uğradığım bir diğer durak Zygmunt Baumann oldu. Laf aramızda her romanda bir kez uğrarım kendisine. Leonidas Donskis ile konuşmalarından oluşan Akışkan Kötülük kitabı, çağımızda kötülüğün görünümlerini sebepleriyle deşifre ettiği için ilgimi çekti.
Neoliberal kültürün yarattığı insan üzerine düşünürken ister istemez yolum Byung Chul Han’a çıktı. Ötekini Kovmak kitabını okurken, bugün yaratılan aynılık toplumunun köküne ekilen kötülük tohumları üzerine düşünmek kaçınılmaz oldu. Aslında farklı olana tahammülsüzlük de bir tür kötülüktü. Ardından yeni bir yazar keşfettim. Rainer Funk. Ben ve Biz, Postmodern İnsanın Psikanalizi isimli kitapta, bu çağın ben-odaklı postmodern insanının, narsisizmi de yaya bırakan özellikleriyle karşılaşmak benim için şaşırtıcı bir deneyimdi.
Başta belirttiğim gibi, okumalarım iki kanaldan aktı ve ikinci kanal daha çok kurmaca metinleri içeriyordu. Bu yolculuğun en heyecan verici tarafı yeni yazarlar keşfetmekti. Tabii yazarlar yeni değil, benim keşfim yeni. Agota Kristof mesela… Başyapıtı sayılan üçlemesi, Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan’ın tam da kötülük üzerine düşünürken denk gelmesi mucize gibiydi. Yarattığı atmosfer ve kurduğu dünyanın distopik havasını çok sevdim. Çocuk karakterlerin neredeyse grotesk bir kurgusu vardı. Bu yönüyle de çocukluk ile sık sık özdeşleştirdiğimiz saflığı, masumiyeti tartışılır kılıyordu.
Diğer keşfim Magda Szabo oldu. İlk okuduğum kitabı Kapı’ydı. Hemen ardından İza’nın Şarkısı’na geçtim. Diğer kitaplarını zor günler için saklıyorum. Ama bu iki kitabı, yeni bir yazarım olduğunu hissetmem için yeterliydi. Sıradan insanın içindeki karanlık yanlar, iyilik görünümündeki kötülük, insan ilişkilerindeki hassas dengeler, sınırlar, haklar… Pek çok mesele üzerine düşünmemi sağladı. Müteşekkirim.
2024 okumalarım içinde muhakkak anılması gereken iki roman daha var. İkisinin ortak noktası beni anlatım biçimi üzerine düşündürmeleri. Birincisi Edouard Louis’nin Şiddetin Tarihi isimli romanı. Diğeri ise Alexandre Seurat’ın Sakar’ı. İkisinde de şiddeti, kötülüğün sınırlarını (yoksa sınır tanımazlığını mı demeli) görüyoruz. Fakat ikisi de pornografik bir anlatımdan uzak durmayı başarıyor. Şiddetin Tarihi, bir mağdurun hikayesi olmakla birlikte, zorbayı ötekileştirmeden kuruyor dilini. Anlatıcı, şiddetin failini gerçekten anlamaya çalışarak ve kendisindeki zorba tarafı da görmezden gelme hatasına düşmeden inşa etmiş anlatıyı. Bu yönüyle fail ile kurbanın yer değiştirme potansiyelini bize göstererek, aslında konunun sistemle ilgili olduğunu incelikli bir şekilde söylemiş. Romanda uyguladığı bir teknik var ki, onu burada uzun uzun açıklamak zor. O teknik sayesinde aslında sözel şiddete dair de söyleyeceğini söylemiş olduğunu belirteyim yine de. Yazar, aile içinde, en yakınından gelebilecek zorbalığın, masumane görünen bir dedikodu diliyle nasıl gerçekleştirilebileceğini de göstermiş.
Sakar ise, bir üçüncü sayfa haberini, bu sınırlanmış alandan çıkartarak, okuyanın magazin merakını kaşımadan, hikaye ile arasına net bir mesafe koyarak, duygusallığı hikayesinin sosu yapmadan, son derece olgun bir anlatı kurmuş. Bu yönüyle bende büyük bir saygı uyandırdı. Üstelik bir çocuğun mağduriyeti söz konusuyken, ajitasyona, duygu sömürüsüne düşmeden hikayesini anlatırken, o çocuğun mağduriyetinden sorumlu tutulabilecek bir aile varken kolaycılığa düşmemiş. Suçlunun tüm bileşenleriyle bir toplum olduğunu nefis bir biçimde gözler önüne sermiş.
Comentários