5 yazardan "Dünya Öykü Günü" bildirisi
Her yıl bir gelenek olarak öykücüler tarafından hazırlanan Dünya Öykü Günü bildirisi bu yıl Mevsim Yenice, Burçin Tetik, Gamze Arslan, Eylem Ata Güleç ve Şengül Can tarafından kaleme alındı. Bildiri metni ise şöyle:
Sokağa Taşan Öykü
Yazar deyince zihninizde nasıl biri canlanıyor? Kimlerin hikayelerini okuyoruz en çok? İnsanoğlu dendiğinde nasıl bütün insanlığın kastedildiğini anlamamız bekleniyorsa, yazar dendiğinde de sözü edilenin erkek olduğu varsayılıyor. Ola ki bir kadından bahsedersek hemen başına cinsiyetini yapıştırıveriyoruz ki karışıklık olmasın. Sayfa sayfa "kadın yazarlar" listeleri yapılıyor, ama "erkek yazar" listeleri yapmak akıllara gelmiyor. Neden gelsin, onlar sadece yazar değil mi işte? Kadınlar ise bu "sadece yazar" olma lüksüne çoğu kez sahip değil. Saçımızdan giysimize, eğitimimizden işimize, eşimizden çocuğumuza hayatımız didik didik ediliyor, cinsiyetli olduğumuz hiç unutturulmuyor. Yayınevleriyle yapılan konuşmalardan, retlerden, metne yapılan yorumlardan bile bir savaşa girdiğini anlıyor insankızı. Dirayetliyse, düştüğünde elinden tutmaya hazır bir çevresi varsa, biraz da şans ve ayrıcalıkla çıkarıyor kitabını. Tabii artık cinsini de temsil etmek zorunda.
Erkek yazarlara verilen vasat olma hakkı, kadın yazarlara pek sunulmuyor. Kimlikler kesiştikçe ürettiklerimiz iyice görünmez oluyor. Kadın, Kürt, lezbiyen, trans, queer, mülteci, işçi kimliklerimiz katman katman öykülerimize yansıdığında zenginliği kutlanmıyor, aksine, "erkekleşmemiz", sesimizi, dilimizi saklamamız bekleniyor. Engelleri bir şekilde aşıp da kitabımızı yayınlatırsak da hemen etiketleniyoruz, "kadın edebiyatı", "göçmen edebiyatı", "LGBTİ edebiyatı", "azınlık edebiyatı". Zaten bu basamakları her kadın da çıkamıyor. Kaç trans kadın öykücü sayabilirsiniz mesela?
Henüz çocukken etrafımızı kuşatan eril hegemonyayı bir kadın olarak yazma sürecinde de hissediyoruz. Kendimizi ve yazdıklarımızı bundan korumak için hem iç sesimizle hem de dışarıdaki dünya ile mücadele ediyoruz. Kadınlığı ya değersiz ya da kutsal olma ikiliğine hapsedenlere inat, yazma sürecimiz, kendi kişiliğimizi bulduğumuz, benliğimize ve varlığımıza sahip çıkabildiğimiz bir keşfe dönüşüyor. Toplumsal normların dışına taşan mürekkebimizi; yazarlığımızı ve kadınlığımızı kendi kurguladığımız gibi yaşayabilmek adına akıtıyoruz.
Çünkü biz kadınlar, dinleri, tarihi, bilimi ve felsefeyi araçsallaştırarak ikna etmeye çalıştığınız gibi eksik doğduğumuza inanmadık. Ezici erkek belirleyiciliğinden geriye kalan sınırlı alanda yazma uğraşı verdik. Nesneleştirme çabalarını, söylem ve pratiklerini içselleştirmedik, yazmaya devam ettik. Eril düzeneğin “büyük” erkek yazarlarının metinlerimizi “bok gibi” bulmasını umursamadık. Yetiştirmek zorunda bırakıldığımız tonlarca ev işini durdurarak yazdık. Kalkıp çocuklara yemek hazırladıktan sonra yine yazdık. Yaşadığımız hayat bizim seçimimizmiş gibi yapmayı bırakıp özgürlüğün önündeki engelleri öyküleştirdik.
Kötü bir şey yok bunda.
Onların kurduğu, asla bize ait olmayan “yuva”ları yıktık. Bizi kapatıp kapatıp gittikleri, harcını etimizle, sıvasını kanımızla yaptıkları yuvaları. O “yuva”lar biz kadınların, LGBTİ+’ların, ötekilerin sözcükleriyle kurulmamıştı zaten. Neyi yazıp neyi yazamayacağımızı koca kalın parmaklarıyla belletmeye çalıştıkları edebiyatın sınırlarını aştık. Öncelikle bedene, sonra aklımıza ettikleri tacizleri ifşa ederken kırılgan erkekliklerine, birleşen ellerimizle darbe indirdik. O eller mutfakta, ev temizliğinde, tecavüze direnmek için tutunduğu zeminlerde ve illaki her şeye rağmen tutmaya çalıştığı kalemlerde güçlendi. Eleştiri adı altında kadınlık deneyimlerimize, sözcüklerimize ve yazma biçimimize yaptıkları “açıklamalara” kulak asmayıp fısıltı halinde başlayan sesimizi güçlendirdik.
Hiç kötü bir şey yok bunda. Kadınların bakış açısı ve üslup farklılıklarını edebiyat için zenginleştirici birer unsur olarak görmek yerine, kendi iktidarlarını sarsan birer tehdit olarak algılamayı seçen, kadın yazarların eserlerini eril beklentiler çerçevesinde hakkaniyetten uzak değerlendiren, bizi ve eserlerimizi yok etmeye programlanmış yaklaşım biçimini kabul etmedik.
Ne var ki bunda?
Yayınevleri, dergiler, edebiyat ödülleri ve edebiyatın her alanında oluşturulmuş ataerkil zihniyetin koyduğu normların içinde sıkışmak ve durmadan besledikleri sınırlı bakış açısıyla ördükleri o pis, yapışkan, ağır ağlara takılıp kalmak istemedik. Yıldırıcı tüm zorluklara rağmen, bu ağları aşıp ilerledik. Hem iç dünyamızda hem de erkek egemen düşünce yapısı karşısında kendimize bir yer açabildik. Girdiğimiz mücadeleyi görmezden gelip başarımızın arkasındaki emeği yok sayan kötü fısıltıları duymayı reddettik sadece. Hepsi bu!
Biz yazmanın, yazar ve kadın olmanın tüm reçetelerine inat bir varoluşla, artık kendi hikayelerimizi, istediğimiz gibi anlatmak istiyoruz. Ayrımcılığın, yok sayılmanın, tüm baskı ve tacizlerin, yaşamımızın ve yazımızın önündeki tüm engellerin ortadan kalkacağı bir dünyaya uyanmak için yazıyoruz. Artık öykü, yuvasını terk edip sokağa taşıyor. Tıpkı Charlotte Perkins Gilman’ın “Sarı Duvar Kâğıdı” öyküsünde odaya hapsedilmiş kadın anlatıcının da dediği gibi “Sana ve Jennie’ye rağmen nihayet dışarı çıkabildim. Kâğıdın çoğunu da yırttım, beni yeniden oraya kapatamayacaksınız.”
14 Şubat Dünya Öykü Gününü edebiyatın özgürleştiği, sınırların ortadan kalktığı, eşit bir dünyada üretebilmek ümidiyle karşılıyoruz.
I liked your blog, thanks for sharing this.