top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıPeyman Ünalsın Gökhan

Beşerî Aşktan İlahî Aşka

Peyman Ünalsın Gökhan, XII. yüzyılın büyük âşıkları Abélard ve Héloïse’in mektuplarını tiyatro oyununa dönüştüren Ronald Duncan’ın yapıtı üzerine yazdı.


Aşk…

Sadece üç harfin meydana getirdiği bu efsunlu kelime insanlığa doğum, ölüm, savaş, ayrılık, hüsran, akıl yitimi gibi farklı olguları yaşatmaya muktedir.

Aşk deyince akan sular durulur. Gözler parlar. Kalp hızla atmaya başlar. Beynimiz fazladan dopamin salgılarken mutluluktan ayaklarımız yerden kesilir. Bir yandan da âşık olduğumuz kişiyi saplantılı şekilde düşünecek, yemeden içmeden kesilecek kadar serotonin seviyemiz düşer.

Bu kadar kuvvetli duyguları yaşatan AŞK olgusunun kelime anlamı nereden geliyor peki?

Aşk ne demek diye baktığımızda pek çok kaynakta etimolojik olarak Arapça “aşeka” yani sarmaşık kelimesinden türemiş olduğu belirtiliyor. Peki sarmaşık ne? Ağaçlara arsızca dolanan, ağaçlardan beslenen ve nihayetinde onu kurutan bir tür bitki. Evet belki aşk da insanı kurutur ama ben en çok aşkın Ermenice aç’k “göz” kelimesinden geldiğini savunan tanımlamaya katılıyorum. Aksozluk.org* diyor ki; bazı kaynaklar “âşık” sözünü “ışık” sözü ile ilişkilendirir. Tıpkı ışığı gören göz gibi görmeden âşık olunmaz. Gözümüz görüp âşık olduğumuzda da Farsçada “eşk” denilen “gözyaşı” dökeriz. Âşık sözü ise Orta Çağ’dan bu yana Arapça konuşulan ülkelerde değil, Ermenice ve Türkçe konuşulan coğrafyalarda görülmüş. Bu bağlamda Türkçe deyiş söyleyen âşıkların yanı sıra Ermeni aşoqları da ün salmıştır. İslâmiyetten sonra Türkçe eserlerde aşk yerine Arapça ışk sözü kullanılmış.



Adem ile Havva’dan bu yana insanlık tarihinde eşk döken nice âşık vardır. Hikâyeleri ile tarihin akışını değiştirenler, kardeşi kardeşe vurduranlar, öz evladını öldürenler, imrenilen, taklit edilmeye çalışılan, talihsiz bir sonla ayrılığa düşenler. Ama her birinin aşkı, kendilerinden sonra yaratılan edebi eserlere ilham kaynağı olmuştur.



Beşerîden ilâhiye, hüzün dolu aşkın hikâyesi

Abélard ve Héloïse’in isimleri unutulmaz âşıkların arasında pek anılmasa da hikâyeleri çok etkileyici.

Pierre Abélard XI. Yüzyıl sonlarında Bretagna’da bir şövalyenin oğlu olarak dünyaya gelir. Ailesinden kalacak mirasa ve askerliğe sırt çevirip felsefe eğitimi alır. Din bilimci, eğitimci, besteci, yazar, şair, düşünür kimliği ile Orta Çağ’ın en parlak din adamlarından biridir. 1113’de Notre Dame’a eğitimci olarak kabul edilir. Abélard ve Héloïse’in tanışmaları da o döneme denk düşer.

Héloïse -sözde- dayısı ve vasisi olan Fulbert ile yaşamaktadır. Abélard, zamanının çok ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olan, kadın hakları savunucusu, İbranice, Latince ve Yunanca bilen Héloïse’e öğretmenlik yapmak üzere görevlendirilir. Ateşle barut yan yana durur mu? Durmaz. Abélard ve Héloïse arasında büyük bir çekim olur. Bir süre gizliden gizliye yaşadıkları ilişki Fulbert tarafından öğrenilince ayrılmak zorunda kalırlar. Ama Eros’un okuyla efsunlanan âşıklar ne yapıp edip bir araya gelirler. Üstelik de birlikteliklerini bir çocukla mühürlerler. Fulbert’ten gelecek itirazlara karşı da Abélard Héloïse’i Bretagna’daki ailesinin yanına gönderir. 1118’de Astrolabius adını verdikleri bir oğulları olur. Fulbert’i memnun etmek için de Abélard Héloïse’e evlenme teklif eder. Héloïse, özgür ruhunun sesini dindirmek için dirense de nihayetinde boyun eğmek durumunda kalır. Paris’te gizlice evlenirler. Ancak Fulbert’in ilişki hakkında çıkardığı asılsız dedikodulardan ve dayısının gazabından korumak için Abélard karısını rahibe kılığında Argenteuil Manastırı’na kaçırır. O andan itibaren de Fulbert’i durdurmak mümkün olmaz. Héloïse’i başından attığını savunan Fulbert bir gece adamlarıyla Abélard’ın evini basar. Onu hadım ettirir, hatta bazı söylentilere göre bu işi kendisi yapar. Abélard Paris’te daha fazla kalamayacağı düşüncesiyle Notre Dame’da ders vermeyi bırakıp St. Denis Manastırı’na çekilir. Héloïse ise Abélard’ın arzusu üzerine Argenteuil Manastırı’nın baş rahibesi olur. Daha sonra da Champagne yakınlarında Abélard’ın kurduğu Paraclete Manastırı’na giderek rahibelerin başına geçer. 1125 yılında Abélard Saint-Gildas-de-Rhuis Manastırı başrahibi olur. Aynı yıl Abélard’ın kız kardeşi, Astrolabius’u evlat edinir.

İki sevgili bir daha birbirlerini göremezler.

Pierre Abélard 1142 yılında, 63 yaşında iken vefat eder. Bir din adamı olarak Héloïse ile ilişkisi din çevrelerince asla tasvip edilmez. Ölümüne kadar da Papa’nın onu lanetlemesine kadar çeşitli yasaklar alır. XIII. yüzyılda pek çok düşünürü etkilerken, XIX. yüzyılda Protestanlığın öncüsü kabul edilir.

Abélard öldükten bir süre sonra kemikleri Héloïse’in bulunduğu Paraclete Manastırı’na nakledilir. 1163 yılında yine 63 yaşında vefat eden Héloïse de onun yanına gömülür. Âşıkların kemikleri daha sonra güvenlik eşliğinde Paris’teki Pѐre Lachaise Mezarlığı’na taşınır.



XII. yüzyıldan günümüze ulaşan mektuplar…

Abélard 1132 yılında yaşam öyküsünü, on ikinci yüzyıla kadar gelen felsefe ve düşünce tarihi yazılarını kapsayan Bir Mutsuzluk Öyküsü isimli bir yapıt kaleme alır. Bunun için yazdığı mektuplardan biri tesadüfen Héloïse’in eline geçer. Héloïse’in yazdığı cevabî mektupla başlayan ve günümüze ulaşan yazışmalar toplamı yedi adet. Mektuplar daha önce iki defa İngilizceye çevrilmiş.

Zimbabwe doğumlu İngiliz yazar Ronald Duncan bu yedi adet mektubu on ikiye çıkartarak şiir biçiminde bir tiyatro eserine dönüştürür. Bizim okuduğumuz yapıt da işte bu tiyatro eserinin, Zeynep Avcı’nın kendisine 1997 Avni Dilligil En İyi Çeviri Ödülü’nü kazandıran ve Helikopter Yayınları tarafından yayımlanan çevirisi.

Ronald Duncan’ın önsözü ile başlayan yapıt on iki mektubu ve iki âşığın yaşam öykülerini içeriyor.

Bu önsöz yazısında okuduğumuz üzere felsefî, dinî anlamda güçlü karakterlerden biri olan Abélard’ın bu meziyetleri yerine Héloïse ile yaşadığı aşkla tarihe adını yazdırması oldukça ilginç. Ronald Duncan bile bu durumu yadırgadığını itiraf ediyor ve buna rağmen bu büyük aşkı bir yapıta dönüştürmesini şöyle açıklıyor:

“Dramanın kendi sınırları vardır. Sahnede tez savunulmaz. Teziniz ne denli ilginç olursa olsun savunacağınız yer sahne değildir. Bu oyunu yazmam istendi; ben de yazdım çünkü Abélard her zaman ilgimi çekmiştir. Duygusal yoğunluğu zihinsel ve ruhsal yaratıcılığıyla boy ölçüşebilecek ender insanlardan biriydi o. Biri olmadan ötekinin varlığı beni hiç ilgilendirmemiştir. Bir tek yaşam biçimi tanırım ben; yaşam çok yönlü olabilir ama tektir. Tüm yönleriyle yaşanamıyorsa da yaşam değildir.”



Özgür ruhları Tanrı’ya yaklaştıran büyük aşk…

Abélard ve Héloïse, aşk hissiyatının ne kadar güçlü olduğunu vurgulayan şu harika dizelerle başlıyor.

“Elin… Elin değmiş bu mektuba.

Teşekkür ederim; bana yazmamışsın ama.

Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.

Değişen bir şey olmadı zaten,

acı bile aynı acı.

Bana gönderilmemiş ama mektubu ben okudum.

Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.

Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.

Şimdi de vermeyeceğim.

Elin değmiş bu mektuba!

Âşık olduğum elin. O aşka susamışım.

Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya.”


Héloïse mektup kâğıdıyla uzun zamandır içinde sakladığı duyguların yeniden uyandığını itiraf ediyor. O kadar derinlikli bir aşk ki, insan o mektup kâğıtlarına dokunmuş kadar oluyor.

Henüz on beş yaşındayken tanıdığı Abélard’ı her anlamda, her yönüyle seviyor Héloïse. Onunla büyüdüğünü ve zaman içinde, yaşadıkları acılara rağmen sevgisinin azalmayıp aksine pek çok sevginin önüne geçecek kadar olgunlaştığını yazıyor mektuplarında. Bakın şu dizeler sevginin gerçek anlamını nasıl vurguluyor:

“Ben böyle seviyorum işte:

Zarafetini gaddarlığını, inceliğini kabalığını,

olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum.

Bir zamanlar çocuk olduğun

ve bir gün ceset olacağın için seviyorum.

Hem gövdeni, hem aklını seviyorum.

Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil, koltuk

altının terini de seviyorum.

Kanımı tutuşturan gücünü de,

çocuk gibi elinden tutma isteği uyandıran güçsüzlüğünü

de seviyorum.” syf.41


Manastıra kapanıp da örtündüğü için kadınlığının sona erdiğinin ya da hislerinin öldüğünün düşünülmesini istemiyor. Zira yazarken bir rahibe olmadığını, bir dişi olduğunun altını çiziyor.

Héloïse’in yoğun duygularına karşın Abélard’ın daha soğuk, mesafeli, hatta onun kadar âşık olmadığı düşüncesine kapılabiliyor okur. Ama bunu öncelikle kadın ve erkeğin duyguları birbirinden farklı yoğunlukta yaşama eğiliminde olmaları ile açıklayabiliriz. Kitapta 53.sayfadaki şu satırlar da bize Abélard’ın neden Héloïse’i bir manastıra kapanması konusunda baskıladığını, kendinden uzaklaştırmaya çalıştığını açıklıyor sanıyorum.

“Senin yanında nasıl da hoppalıklar etmişim.

Çalışmaya uğraşırken sen,

çıplaklığımı gözlerinin önünde nasıl da sergilerdim.

Olmadık yerlerde senden ne biçim şeyler yapmanı isterdim…”


Héloïse zamanının çok ötesinde derken sadece düşünsel anlamda değil, görüldüğü üzere Orta Çağ döneminde yaşayan bir kadın için oldukça şehvet yüklü, cinsel anlamda da son derece özgür ve cesur bir karakter. Düşüncelerinde çekincesiz ısrarcı.


“Sevdalılar gözleriyle tadarlar ızdırapları.” diyen Héloïse dayısı Fulbert tarafından hadım ettirilen Abélard’ı izlemekten, gözlemekten hiç vazgeçmiyor. Erkekliğini yitiren Abélard utanç ve acizlik duygusu ile kendini hepten dine ve felsefeye verirken tasavvufî aşkta avuntu arıyor. Eril kıskançlığı baskın geliyor ve Héloïse’i de buna zorluyor. Aslında amaç bir nebze de, dayısı Fulbert’ten korumak. Çünkü yaşadıkları bu acıların müsebbibi Fulbert’in aslında Héloïse’de gözü olduğu kanısında. Yukarda neden -sözde- dayısı dediğimi de sanırım açıklamış oluyorum.


Her ikisi için de Tanrı bir anlamda sığınılan güvenli bir liman olsa dahi, Héloïse açısından sevgisini elinden alması sebebiyle Tanrı’ya bilendiği, Tanrı sevgisini sorguladığı zamanlar da oluyor.

“Ne biçim bir Tanrı bu tapındığımız?

Hem bir bütün olarak yaratmış bizi,

hem de bir parçamızla yetinmemizi istiyor.

Deli bir Tanrı değil mi bu Tanrı?

Hem kadın olarak yaratmış beni,

hem de dayatıyor yaradılışımı inkâr edeyim diye.

Senin de inkâra çalıştığın gibi.

Öncelikle seni sevmeme izin vermezse,

O’nu sevmeyi de öğrenemem ben.

Tanrı bölünebilir değilse eğer, aşk da bölünmez.

Dualarını kabul edip tutkunu reddeden,

bir Tanrı’ya inanmamı nasıl beklersin benden?” syf.41


Soyutun önüne geçen somut ve fakat ulaşılmaz bir sevgi yaşıyor ikili. Ne var ki aşkın yüreklerinde büyüttüğü acıyı ancak Tanrı’nın evinde hafifletebilecekleri gerçeğine ikna olan Abélard, Héloïse’i de bunu kabullenmeye zorluyor. Aşk, çatışmaya dönüşüyor.


“Sana sevgili derdim.

Yine de derim.

Ama bu kez sözcüğü farklı söylerim:

Sevgi-li ol, sevgi dolu ol, özgürleş.

Başkasını buldum.

Artık ihtiyacım yok sana.

Doğruyu söylüyorum. Özgürsün.”


Seven biri için en büyük erdemdir sevdiğini özgür bırakmak. Yüreği kan ağlasa da onun mutlu olması öncelik ve önem kazanır. Özgürlük gizli bir akit oluyor Abélard ile Héloïse arasında. Ve bu yapıt sayesinde, hikâye, beşerîden ilahîye dönüşen özgür bir aşkın sembolü olarak zihinlerimize kazınıyor.


Ronald Duncan’ın tiyatro oyunu Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından 1996 yılında sahnelenmiş. Tilbe Saran ve Cüneyt Türel oynamış.


Tiyatro Martı, pandeminin sanattan koparttığı bizlere bir ışık yakmış ve Mayıs 2021’de Zeynep Özyağcılar ile Burak Demir’in seslendirdiği kitabı Youtube üzerinde yayınlamış. Abélard ve Héloïse’in duygularını biraz daha yüreğinizde hissediyorsunuz dinlerken.


https://www.youtube.com/watch?v=qhG2XrO3VgM


ABÉLARD VE HÉLOÏSE

Ronald Duncan

Çevirmen: Zeynep Avcı

Helikopter Yayınları

70 s.

Comentarios


bottom of page