top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıBurcu Aydoğan

“Kendime ait bir edebi tür kurmayı hayal ediyorum”

Kapitalist ataerkil düzenin yakasına yapışmaktan, queer bir dünya önerisinden, kendine ait bir edebi tür kurma hayalinden ve ağaçların dilinden yola çıkarak Oylum Yılmaz, Burcu Aydoğan’a Ağaçların Rüyası’nı anlattı. “Gerçeğin kibrine kapılmaktansa olağanüstünün naif tarafında kalmayı seçiyorum. Çünkü gerçek, sadece bir dayatmadır.”


Oylum Yılmaz yeni romanı Ağaçların Rüyası ile uzun bir aradan sonra yeniden edebiyat okurunun karşısına çıktı. Yine gerçekle gerçek üstü arasında gezen, kayıpların peşine düşen, hayaletlerle kol kola gezse de son derece politik bir tavırla toplumsal ve tarihsel yüzleşmelerin, hesaplaşmaların merkezde olduğu bir metin koyuyor yazar önümüze. Diğer yandan Ağaçların Rüyası’nın Yılmaz’ın kaleme aldığı diğer metinlerden farklı olarak deyim yerindeyse kendini okuruna daha çok açan, sürükleyici bir hikayesi var. İki genç kadının aşk dolu, karanlık dostluğunun gizli meraklar ve arzularla tetiklenen macerasına kaptırıyoruz kendimizi. Kapalı evlerin gizemi, Büyükada’nın çamlarına karışan tuz kokusu, adanın gotik şatosu Büyükada Rum Yetimhanesi, ortadan kaybolan kahramanlar ve etrafta gezinen hayalet çocuklarla okura tırnaklarını yedirtecek kadar sürükleyici bir hikaye Ağaçların Rüyası. Ancak ele aldığı meselelerin ağırlığıyla sayfalar içinde koşmamızı engelleyen, durup düşündürten, kendini tekrar tekrar okutturan bir yanı da var. “Gerçeğin kibrine kapılmaktansa olağanüstünün naif tarafında kalmayı seçiyorum. Çünkü gerçek, sadece bir dayatmadır”, diyen Oylum Yılmaz’la gotik’ten fantastiğe, eko-feminizmden bildungs romana, maceraya ve hatta büyülü gerçekçiliğe türler arasında gezinen bu çok katmanlı metnini konuştuk. Kapitalist ataerkil düzenin yakasına yapışmaktan, queer bir dünya önerisinden, kendine ait bir edebi tür kurma hayalinden ve ağaçların seslerinden söz ettik birlikte.




Sizce ağaçlar konuşuyor mu, hiç duydunuz mu?

Uzayın derinliklerinde onlarca yıldır bize benzeyen yaşam formları var mıdır, diye arayıp duruyoruz. Makul teorilerimizi aldığımız verilere göre işliyor, olasılık olarak, evet olabilir ama biz henüz bulamadık diyoruz. Ama bence bulamadığımız en önemli şeylerden biri tam burada, dünya denen gezegende yaşamı paylaştığımız diğer türlerle iletişim kurmak. Çünkü aslında, aramıyoruz. Daha doğrusu aradığımız tek bir cevap var ve biz sadece onu bulmak istiyoruz: “Dünyada yalnızız, bilinç denen şey sadece bize ait ve biz burada yaşayan her şeyden daha üstün, daha akıllıyız.” Oysa bu dünyada yalnız olmadığımızı kabul ettiğimizde, aklın ve bilincin ötesinde bazı cevapların bizi beklediğini göreceğiz bence. Sözün kısası gerçekten duymak isteyen herkes ağaçların sesini zaten duyuyor, ve daha pek çok şeyi.



Söyleşilerinizden birinde roman yazmak dil kurmaktır diyorsunuz, peki Ağaçların Rüyası için bir roman dili kurmaya çalışırken ağaçların varlığını ve seslerini nasıl hayal ettiniz?

Rüya anlatısında, hani birbirini tam olarak takip etmeyen, nereden çıka geldiğini tam olarak bilemediğimiz olay örgüleri vardır, hikaye etmeye kalktığınızda avcunuza doldurduğunuz bir su gibi akıp giden, bir türlü yakalanamayan, kesik, kopuk ama yine de içsel bir bütünlüğü ve anlamı olan. Eğer ağaçların bizim anlayabileceğimiz türde bir dilleri olsaydı, böyle olurdu diye hayal ederek yazmaya çalıştım. Onlar ancak rüyalarımızda konuşurlardı bizimle, kim bilir belki de zaten öyledir.



“Kitap okumak hatta daha da iyisi, film izlemek gibiydi biliyor musun Nihan seninle arkadaş olmak. Nihan gibi, ama değil…” Ağaçların Rüyası bir dostluk hikayesi anlatıyor bize, karanlık bir dostluk hikayesi bu ama...

Sevginin çok büyük ve yoğun olduğu yer, inanın pek aydınlık olamaz. Nihan’ı bilmiyoruz ama Füsun’un ağzından dinlediğimiz bu dostluk hikayesi, aşkla, hasete varan kıskançlıkla, türlü hesaplarla dolu ve gerilim yüklü. Nihan ve Füsun çocuklukla yetişkinlik arasında kalan o kısa ama tehlikeli yoldan birlikte geçerken, hayatlarını değiştirecek bir maceraya da çıkıyorlar. Diğer yandan Füsun’un ağzından dinlediğimiz şey bir kayıp anlatısı. Anlatıcı kahramanımız bir çırpıda kaybettiği şeylerin ardından anlatıyor bize başına gelenleri, çocukluğunu kaybediyor, en yakın arkadaşını kaybediyor, adadaki görece özgürlüğünü kaybediyor, aşkını hatta adayı kaybediyor… Ama yaşamın bir terazisi varsa, bütün bunları kaybederek kendisini buluyor, diyebiliriz. Ne de olsa biz hep böyle avuturuz kendimizi.



Romanın tek “iyi” erkek kahramanı bir canavar! Canavar oğul Ayhan karakterini nasıl yarattınız?

Hikayenin sonuna geldiğimizde görüyoruz ki aslında Ayhan da hem romandaki diğer herkes gibi tarihsel bir felaketin kurbanı hem de hep doğruları söyleyen bir karakter. Ne söylediyse doğru söylemiş, ne yaptıysa hesapsız, kitapsız dürüstçe yapmış. Ayhan, aklı ve vicdanı aynı anda temsil ediyor, dolayısıyla da toplum nazarında bir meczup, bir deli, bir canavar. Annemin hep dediği iki şey vardır, iyi olmak yetmez kızım der ve harekete geçmedikçe doğruları söylemenin bir anlamı yoktur. İşte bu iki sözden yola çıkarak kurmaya çalıştığım bir karakter oldu Ayhan. İyi olmak ona yetmiyor, hep doğruları söylemenin, anlatmaya çalışmanın günün sonunda zamanı, tarihi, kaderse kaderi değiştirmeye yetmediği bir dünyada yaşıyor. Peki ne yapacak, vaz mı geçecek? İnsanın asla vazgeçmediği tek şey, kendisidir. Delirtilmiş, hayatı çalınmış mazlum bir annenin canavar oğlu olmaya, ruh ve bedenin eşsiz birleşimi dediği epifiz bezinin gizemini aramaya devam edecek. Aklı bedeninden uçup giden ve yaşarken hayalete dönüşen bir annenin çocuğu çünkü o. Çocuklar anne babalarının eksik bıraktıkları yerleri tamamlamak için yaşarlar. Bugüne kadar kelimenin tam anlamıyla “iyi” olarak yazdığım tek karakter aslında Ayhan. Onu bir erkek ya da kadından ziyade, biyolojik ve toplumsal cinsiyetinden azade, bir çocuk olarak görüyorum çünkü.



Canavarlardan hayaletlere geçelim o zaman. Gerçek Hayat’ın da üç hayalet kahramanı vardı, Ağaçların Rüyası’nda da iki hayalet çocuk kahraman var. Bir yazar olarak hayaletlerle aranızdaki ilişki nedir, neden bazı kahramanlarınızı hep hayalet olarak yaratıyorsunuz?

Freud’a göre hayalet, bastırılmış olanın geri gelmesidir ya da önlenemez biçimde yeniden yüzeye çıkmasıdır. Bana kalırsa dünyanın aynı anda en gülünç ve en tüyler ürpertici şeyi birinin ya da birilerinin öldüğü halde kendi görüntüsüne benzeyen saydam bir sis şeklinde geri gelmesi ve kendisi olarak bizimle konuşmasıdır. Gülünç ve korkunç. Tıpkı tanrı gibi. Gelgelelim anlatmaya çalıştığım tüm hikayeler, geçmişte yaşanmış, kuşaktan kuşağa geçen ve üstü kapatılan bir takım felaketler üzerinde dönüyor, açık kalmış hesaplar, defteri dürülmemiş husumetler etrafta kol geziyor. Hal böyle olunca yazdığım bazı karakterler de hayaletleşiyor ister istemez. Diğer taraftan, günün sonunda hayalet diye bir şeyin olmadığı, akıl ve bilimsel bilgiyle her şeyin gün ışığına çıktığı romanları, hikayeleri okuyarak büyüdüm ben. O romanları sevmiyorum. Daha doğrusu dürüst bulmuyorum. Gerçeğin kibrine kapılmaktansa olağanüstünün naif tarafında kalmayı seçiyorum. Çünkü gerçek, sadece bir dayatmadır. Onu bize vaz edenin yine bize karşı kullandığı bir güçtür. Kısacası hayaletlerimizi yanımıza alıp tıpkı ağaçları dinler gibi onların seslerine de kulak vermeliyiz diye düşünüyorum. Benim hayaletlerim bu düşünceden geliyor.


Gotik, bildungs roman, fantastik, eko-feminist, büyülü gerçekçilik ve belki de biraz macera… Hem çok katmanlı hem de türler arası geçişleri olan bir romanla karşı karşıyayız. Sizin için ağır basan bir tür var mı?

Daha önce de söylediğim gibi fantastik ve polisiye başta olmak üzere tür edebiyatını okumayı çok seviyorum, tür edebiyatını edebiyattan saymayanlara, hep ana akımda durmaya çalışanlara ise gülüyorum. Yazarken de, bütün romanlarımı Cadı’yı, Gerçek Hayat’ı ve Ağaçların Rüyası’nı içine alarak söylemek isterim, sevdiğim pek çok türün içinde gezen, yer değiştiren, kılıktan kılığa giren bir metin inşa etmeye çalışıyorum. Hatta bana özel, kişisel bir tür yaratmaya çalışıyorum. Gerçekle kurmaca arasında düşünmeyi, gerçeğin ve gerçeküstünün ne olduğunu tanımlamayı ve bulmayı değil de, onların ne olup ne olmayabileceği üzerine arayışı sürdürüyorum. Eko-feminizme gelince, Ağaçların Rüyası diğer yazdıklarıma nazaran biraz daha bu türe yakın belki. Doğa-insan, toplumsal cinsiyet, queer bir toplum hayali üzerine düşünen, pozitivist bilimle tartışan ve kadınları gündelik hayatta malum sebeplerle hiç ait olamadıkları ormanlara, parklara, ağaçların yanına çağıran bir metin diyebiliriz. Kadının, kendini erkek olarak tanımlamayan herkesin ve doğanın başındaki bütün dertlerden kapitalist ataerkil sistemin sorumlu olduğunu düşünüyorum ve hem yazdıklarımız hem yaptıklarımızla onların yakasına yapışmak zorunda olduğumuzu.



Büyüme mi, sürüklenme mi, arayış, kayıp mı? Üç romanınızda da bunlar üzerine düşündürtüyorsunuz bir yandan.

Büyümek bir sürüklenme hali bana kalırsa. Bir anda olup bitmez, bakarsın uçar, koşar, bakarsın kafası karışır duraklara, birilerine, bir yerlere takılır, ipinden kopar, tutulamaz yetişilemez hale gelir zaman zaman. Kısacası sürüklenmeyle büyümeyi aynı kelimeler olarak görüyorum biraz. Yazdıklarımda da bir hikayenin, ya da kendi kaderinin içinde sürüklenen, sürüklendikçe değişen karakterler var. Ancak büyüme kelimesini çok olumlamadan, ya da kahramanın yolculuğundaki gibi nihai bir mutlu sona erişmekten uzak uzak görüyorum. Roman biter, hikaye biter ve kahraman, tabii eğer kahramansa, yine aynı yerde saymaya, sayıklamaya devam edebilir. Beni tür olarak fantastikten ayıran en önemli şeylerden biri de bu belki. Kahramanın yolculuğunun okumayı çok sevdiğimiz bir yalan olduğunu düşünüyorum. Kayıpların peşine düşmek, bir arayışın yoluna çıkmak, bunlar da sanırım beni bir romanın başına oturtan temel meseleler. Ağaçların Rüyası’ndaki Madam Dina gibi, yaşlanmayı bir köşede birikmek ve çoğalmak olarak değil, bilakis azalmak ve hafızamızda kalan kadarıyla hayatımızı yeniden inşa etmek olarak görüyorum. Belki de bunun telaşıyla, henüz içimde tazeliğini koruyan kayıp duygusunun peşinden gidiyorum.



Sona doğru, Büyükada Rum Yetimhanesi’ne gelelim. Romanın merkezinde neden bir yetimhane var?

Çok korkuyordum çünkü oradan. Kim korkmaz ki, dünyanın en büyük, en gösterişli binasını düşünün, bir adanın tepesinde çamlarla ve yalnızlıkla sarılı, öyle metruk, öyle tehlikeli biçimde çökmeyi ve tarihin karanlığına karışmayı bekliyor. Diğer yandan içi çocukla dolu bir yetimhane düşünün, yüreği sıkışmadan, kederden mahvolmadan oraya girmek ve yüzleşmek ne kadar, ama ne kadar zordur değil mi? İçimde kilitli kalmış bazı korkuların üzerine gitmek içindi Ağaçların Rüyası. Romanın mekânsal hayaleti ise Rum Yetimhanesi’ydi. Büyükada Rum Yetimhanesi bugün Büyükada’nın hayaletidir, acılarla doldurduğumuz ve üzerini itinayla kapattığımız tarihi gerçeklerin simgesidir. Hangi toplum birlikte yaşadığı, sözde kendinden olmayan halklara zulmederse, onun eteğinden hayaletler eksik olmaz. Toplumsal hayaletler dönüp gelir mutlaka ki yakasına yapışır.



Gerçek Hayat’ın eşlikçisi Melih Cevdet Anday’ın şiirleriydi, Ağaçların Rüyası’nda ise genç kuşaktan bir kadın şair, Neslihan Altun’un şiirleri yer alıyor ağırlıklı olarak. Şiirle nasıl bir ilişkiniz var?

Şiirle değil de şairlerle bir ilişkim var diyebilirim daha çok. Zaman zaman, beni gelip bulan şairlere, yazdıkları hemen her şeye karşı büyük bir aşk duyuyorum. Romanları da bu aşkın eşliğinde, onların şiirlerini, dillerini, dillerindeki ritmi duyarak yazmaya çalışıyorum. Neslihan Altun’un “Anmadan Olmaz Düğün Çiçeklerini” adlı kitabında topladığı şiirler de Ağaçların Rüyası’nın bilinçaltı sesi oldu, hikayemin ve ağaçların sesine karıştı. İyi ki yazmış, daha çok yazsın, dilerim.


AĞAÇLARIN RÜYASI

Oylum Yılmaz

Doğan Kitap, 2023

144 s.

Comments


bottom of page