Bu küre çok ağır!
Yavuz Arkın, Öznur Yalgın'ın Ağırküre isimli öykü kitabı üzerine yazdı: "Ağırküre, merkezi olmayan öykülerin bir araya geldiği en güzel örneklerden biri."
İsmi gibi ağır öykülerden oluşuyor, Öznur Yalgın’ın Ağırküre kitabı. Öyküler bana “edebiyat tarihtir, tarih edebiyattır” sözünü hatırlattı. Tamamı güncel olaylara değinen öyküler birer distopya havasında; ülkemizde zaten ütopyalara yer yok… Yazar da benim gibi düşünüyor olacak ki, kısacık öykülerde kocaman dünyalar yaratmış; içlerinde umutsuz ev kadınları da var, sahte umutlara sahip beyaz yakalı plaza kadınları da, ülkesini savaş olmadığı halde terk eden Suriyeli replikası gençler de.
Merkezi olmayan öyküler Eleştirmenler öykülerin bir merkezi olmasını ve bu merkeze bağlı kalınmasını ister. Merkez kavramı çok soyut olmakla birlikte öyküde gerekli midir, tartışılır. Bir kürenin ağırlık merkezi kendisidir, merkezini yok ederseniz küre de yok olur. Öyküde tek bir küre değil binlercesi olduğunu düşünün, hepsinin kendi merkezi bulunmakta, bundan dolayı hepsinin bir ağırlığı bulunuyor, kendine göre.
Ağırküre’deki öykülerde karakterlerin neredeyse eşit oranda bir ağırlığı var, bundan dolayı hepsinin yaşadığı olaylar tek bir noktaya bağlanamıyor. Bu durum kafa karışıklığına sebep olsa da bir süre sonra yaşadığımız postmodern dünyada gerekli olduğu hissine kapılıyoruz. Merkezden uzaklaştığımızda kavramların çoğu anlamsızlaşıyor, dağılıyor ve atomize oluyor, biz de onların arasında bir merkez aramaya çıkıyoruz, bulması imkânsız olsa da.
Bu nedenle Ağırküre, merkezi olmayan öykülerin bir araya geldiği en güzel örneklerden biri. Öyküleri okumaya başladığınızda ilk başta neler olduğunu anlamayabilirsiniz. Okudukça olay örgüsü damarlarınıza yavaş yavaş sızıyor. Böylece öykünün kendi gerçekliğine kapılıyoruz ve bunu da yazarın bilinçli olarak yaptığını düşünebiliriz.
Öykülere yakından bakalım dersek; kitabın ilk öyküsü “Kazlar”, geçimi kaz yetiştiriciliği olan Davud ile Tarım Bakanlığı’nda görevli Esra’nın hikâyesini anlatır. Ölüm ve hayat arasında gidip gelen, sonu ile çarpıcı bir öykü. Kent ile köy arasındaki hatta, otorite ile vatandaş arasındaki gizli savaşı da gözlemleriz.
“Ferda Faruk Fikret Figen” öyküsü kişi isimleri ve tarihler üzerinden anlatılıyor. İsminden de anlaşılacağı gibi dört kişi arasında geçiyor ve öykü boyunca ne anlatıldığını, konunun nereye gideceğini kestiremiyorsunuz, hatta sonunda bile nereye bağlandığı kesinlik kazanmıyor. Yazar bu öyküsüyle algımızla oynayıp ufak ufak film kareleri göstererek bir yapbozun içine çekiyor bizi; hem bizimle oynuyor hem de bizi oyuna davet ediyor, bunu da anlam katmanını aradan çıkarıp yapıyor.
“Masanın üzerinde oynaşan, hep yer değiştiren oval, ufak, yuvarlak gölgeler. Rüzgârın yaprakları aralayışı ve o aralıktan sızan güneş ışığı parçalı, bulutlu desenler çiziyor ahşap masanın üzerine.” (Sayfa 42) diyerek yaptığı gibi; karakterler ve olaylar ne kadar bulanık olsa da mekanlar o kadar canlı bir şekilde gözümüzün önünde ki öykünün içine bu sayede girip merkezi önemsemiyoruz.
Görsel açıdan yoğun öyküler okuyorsunuz, karakterler gözünüzün önünden ayrılmıyor. İsimleri var birçoğunun ama var ile yok arasında bir yerdeler. Karakterlerin hepsi mutsuz, hepsi umutsuz ve çıkmaya çalıştıkları çukurlar çok derin, nefes almak ise imkânsız. Görünmüyor olsalar da içlerine o kadar çok giriyoruz ki, iç sesleri inanılmaz yüksek çıkıyor, duyulmak gibi bir kaygıları da yok aslında. Düşüncelerindein haklı olduklarına karşı tarafı ikna etmek gibi bir dertleri de yok. Ve yardım da istemiyorlar. Ağırküre, "When in Rome" isimli oyunu 2017-2018 yılında sahnelenen Öznur Yalgın’ın ilk kitabı, yenisini ise en kısa sürede okumak için sabırsızım. AĞIRKÜRE Öznur Yalgın Everest Yayınevi, 2020 104 s.
Commenti