Bana İsrafil deyin, İstiridye'den doğanın oğlu İsrafil
- Nilay Kaya
- 2 gün önce
- 4 dakikada okunur
Nilay Kaya bu hafta Deniz Gezgin’in ilk romanı Ahraz üzerine yazdı. "Ahraz, arkaik anlatıların; mitlerin, masalların bugün de ders niteliğinde sunduğuna benzer bir rotadan gidiyor. Aşk, mücadele, kötülük çıkmazından iyilik, umut ve yaşam yeşertebilme gibi meseleleri yeniden mit yaratarak, edebiyatın potansiyelini, etik ve politik işlevini görünür kılıyor."

Kimileri liste sever. Ben de "en iyi ilk romanlar" listesi yapacak olsam Deniz Gezgin'in 2012 yılında yayımlanan Ahraz'ını tereddütsüz bu listeye dahil ederdim. Arkeoloji, kültür tarihi ve mitoloji üzerine çalışan Gezgin, bitki, hayvan ve su mitolojisi hakkında kitaplar(1) yazdıktan sonra mevcut mitos dağarcığını maharetle süzgeçten geçirerek Ahraz'la edebiyata başarılı bir giriş yapmıştı. On üç yaşına giren roman zaman geçtikçe demlenen, yeniden okumaya çağıran metinlerden. Özellikle de posthümanizm, ekoeleştiri, ekofeminizm gibi kuramların; spekülatif kurgu, mitolojik roman gibi edebi türlerin son on yılda daha da hararetle kucaklandığını -belki de Türkiye'de demek daha doğru- düşünürsek Ahraz katiyen gözden kaçmamalı.
"Yazar bu romanla, Yusuf’un Kenan kuyusuna doğrulukla ve cesaretle bakmış, tufan kayığına binmeyi göze almış, yeniden aşkla Babil kulesini yapmış. Dilini sözün vahşiliğine, sessizliğin derinliğine, suyun doğurgan, ıpıslak tekinsizliğine katmış, yepyeni bir dil yaratmış…" 23 Temmuz 2012'de Oylum Yılmaz, "İnanan için ilahi" adlı eleştiri yazısında roman için bunları yazmış, o da eseri "heyecan verici bir ilk roman" olarak sunmuştu. Yazar-eleştirmen oluşunun yetisiyle Yılmaz, Ahraz'ın mitik zenginliğini ve üslubunu romanın diline yakışan bir şiirsellikle, metindeki belli başlı mitik notaları saptayarak değerlendirmişti. Ne güzel ki, romanın mitolojik açılımlarını roman türünde imge/simge-mit ilişkisi ve mitleri yeniden yazma mevzusu üzerinden inceleyen akademik bir çalışma da yapılmış Emel Aras tarafından. Gördüğüm kadarıyla benzer bir inceleme hâlâ yok.(2)
Ben kıyıda suya dalarak başlayacağım. Romanı denize açılmaya hazırlık olarak düşünüp dalgaların ve rüzgârın beni nereye götüreceğine bakacağım. Bunu yapma sebebim romanın suda başlayıp suda sonlanması. Çünkü roman, Ege sahilinde bir kasabada, balıkçı teknesinde doğan ve uzun bir müddet o teknede yaşayan İfrit Adile ile açılıyor. Romanın gerçek ve mitik olanı her daim bir arada yürüten düsturu içinde Adile hem kanlı canlı bir insan hem de bir nevi su canavarı. İronik bir biçimde hiç suya açılmayan Gerence adlı teknede "yumuşakçasını çevreleyen kabukları gitgide sertleşiyor", "etine yapışan vantuzları" duymamaya çalışarak bedenini keşfediyor, onunla cebelleşiyor. Fiziksel tasvirleri böyleyken, kasabalıların ona verdiği ismin "İfrit" olması da toplumsal düzlemdeki canavarlığının göstergesi. Adile, kadim anlatılardan bu yana eksik olmayan "canavar-kadın" figürünün bir örneği ve "outcast" (toplumdan dışlanmışların) edebiyatının şahıs kadrosuna mensup. Babasıyla teknede yaşayıp giderken kasabalılara yönelik canavarca bir eylemini görmüyoruz, aksine onların çöplerini topluyor, karşılığında ise çocukken üzerine fırlatılan gazoz kapaklarına, sözlü şiddete, büyüdükçe kadınların da erkeklerin de sürdürdüğü zulme maruz kalıyor. Onu rahatlıkla edebiyatta "linç edilen kadınlar" kümesine dahil edebiliriz: Refik Halit Karay'ın Memleket Hikâyeleri (1919) eserinde yer alan Yatık Emine, Halide Edib Adıvar'ın Vurun Kahpeye (1926) adlı romanının Aliye'si, Pınar Kür'ün Asılacak Kadın'ının Melek'i (1979) ve nicesi Adile'nin edebî kızkardeşleri. Dünya edebiyatından ise yakın zamanlı bir örnek olarak Olga Tokarczuk'un Kadim Zamanlar ve Diğer Vakitler'inin Başak adlı karakterini anabiliriz.
Nedenini, nasılını özellikle atlayarak bir gün Adile'nin de kendisi gibi bir "mahluk" doğurmasına gelelim. Adile, acısından "yeryüzünde konuşulmayan bir dilde küfürler" savurarak çığlıklar atıyor ve yavrusunu, romana adını veren Ahraz'ı doğuruyor. Ne var ki, kendi doğum hikâyesinden itibaren süregeldiği gibi, İsrafil adını verdiği oğlan çocuğu da toplum nezdinde "canavar-öteki-dışlanmış" olmaya mahkûm ediliyor. Topraktan gelip toprağa gidilen doğum-ölüm döngüsü mitine karşılık, sudan doğan Adile'nin 'kıyamet öncesi meleği' İsrafil, balıklarla hemhal oluyor. Masumiyeti, katışıksız iyiliği, zulme uğramasına rağmen kin tutmayı bilmemesi, toplumun gerek çöpünü (annesinin mesleğini devam ettiriyor), gerekse günahını yüklenmesi bağlamında İsa peygamberi çağrıştırıyor. İsa'dan farkı, tıpkı balıklar gibi konuşamaması. İfrit Adile'nin oğlu ve bir ahraz olması, kendi günahlarıyla yüzleşmekten aciz, kendi canavarlıklarını ucubeleştirdikleri ötekilerin üzerine yükleyen insanlar tarafından dışlanmasına neden oluyor. Dilinin tutulmasıyla birlikte İsrafil'in duyuları keskinleşiyor, yer değiştiriyor, romanı realist düzlemde okuyacaksanız (ki eksik bir okuma olur) fennî tabirle sinestezik oluyor. Karanlığın içinde sessizlikle sağır oluyor, kokularla duyumsuyor, imgelemi geliştikçe cam parçalarında müzikler duyuyor. Duvarlarında üst üste binen tarih katmanlarının yaşadığı metruk taş evde resim yapmayı öğreniyor; başka bir terk edilmiş yapıda, kilisede kasabanın geçmiş sakinlerinin izlerini keşfederek kanatları yarı silinmiş melek, kucağında insan yavrusu mu kuzu yavrusu mu taşıdığı artık belli olmayan kadın figürleri karşısında hayranlık ve merakla tefekkür ederek büyümeye çalışıyor.
Metruk evdeki duvara dayanıp giderek onunla bütünleşen, bedeni yosun kaplayan Adile, Ahraz'ı dünyaya ve kaderine salıyor. Bütün Bildungsroman'larda olduğu gibi (büyüme, olgunlaşma romanları) İsrafil kendi başına büyümek zorunda kalıyor. Neyse ki yine bütün büyüme yolculuklarında olduğu gibi, karşısına kötü insanların yanı sıra iyiler de çıkıyor: Ona yoldaş olan, rehberlik eden, baba-kızkardeş-ağabey gibi aile üyeleri rollerine alternatif sunan, sevgiyi, aşkı, dayanışmayı öğreten insan ve insan dışı mahluklar beliriyor. Yağlı boya kokan mavi tüylü bir köpek; ağaçların doğurduğu, onların dilinin ustası marangoz Yusuf; Aziz Simon'a denizde balıklar yağdıran İsa göndermişcesine sahile vuran bir papaz ve Siren misali kızı Marika. Her birinin doğum hikâyesi norm dışı olan bu karakterler, kimsesizlikleri, dışlanmışlıkları, iyilik ve güzellik konusunda gönül ve fikir birlikleri üzerinden, Angela Carter'ın Sirk Geceleri'ni (1984) andıran bir ucubeler kumpanyası oluşturuyorlar.
Ahraz mübadele, etnisite, din, dil, toplumsal sınıf ve cinsiyet çatışmaları, doğa katliamı gibi meseleleri barındırdığı için sosyal bilimlerin çeşitli disiplinleriyle mercek altına alınabilir. Bana kalırsa insanlık var olduğundan beri en temel çatışma olan iyilik ve kötülüğün çatışması ekseninde okunabilir. Ahraz, arkaik anlatıların; mitlerin, masalların bugün de ders niteliğinde sunduğuna benzer bir rotadan gidiyor. Aşk, mücadele, kötülük çıkmazından iyilik, umut ve yaşam yeşertebilme gibi meseleleri yeniden mit yaratarak, yeni anlatı romanla modernleştiriyor; edebiyatın potansiyelini, etik ve politik işlevini görünür kılıyor. Roman boyunca inşa ettiği yeni tekneyi romanın sonunda açık denizlere salıyor, özellikle Adile üzerinde kadim başkalaşım hikâyelerini egzersiz edip insanlı-insansız, yeni bir hayat formunu öneriyor.
AHRAZ
Deniz Gezgin
YKY, 2012
200 s.
(1) Hayvan Mitosları (Sel, 2007); Su Mitosları (Sel, 2009); Bitki Mitosları (Sel, 2010)
(2) Emel Aras, " Modern Türk Romanında Mitlerin Rolü: Deniz Gezgin’in Ahraz’ı", Dil ve Edebiyat Araştırmaları Sayı: 29, 2024, 118-135.
コメント