Ateşten dünyada bir edebî şölen: Akrebin Kışı
- Litera
- 1 gün önce
- 7 dakikada okunur
Gökhan Serdar Özaktaş, Emine Altınkaynak’ın Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüle layık görülen kitabı, Akrebin Kışı üzerine yazdı: "Hikâyelerde genel olarak geçmişin, hayat tecrübelerinin, yaşantının şekillendirdiği bilincin derin kuyularından çıkıp insanın psikolojisine, davranış ve düşüncelerine yansıyan insanlık halleri kusursuz bir edebî dille anlatılır."

“Delirmek bazen gerçekliğe verilebilecek en uygun tepkidir.”
Philip K. Dick
“Geçmiş yok, gelecek yok; her şey ebedi bir şimdide akar.”
James Joyce
“Bilinç ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançerdir.”
Emil Michel Cioran
Walter Benjamin, Rus hikâyeci Nikolay Leskov’un eserleri üzerine düşüncelerini kaleme aldığı Hikâye Anlatıcısı başlıklı yazısında, artık dikkate değer hikâyelerimizin olmadığından, çünkü olayların bizlere hazır açıklamalarla ulaştıklarından yakınır ve ekler: “Hikâyeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder.” (Benjamin, 2014:82). Gerçekten de bir hikâye tüm açıklığıyla anlatılıp okuyucuya kendi anladığı biçimde yorumlama alanı bırakmayınca kalıcılığını yitirerek anında tüketilen bir enformasyona dönüşür. Dolayısıyla Walter Benjamin’in yakaladığı yerden hareketle iyi bir hikâyenin her okuyucunun zihninde birbirinden farklı yorumlara yol açma gücüne sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz. Heredot’tan bu yana bazı hikâyelerin hâlâ anlatılıyor olmasındaki tılsım, tam da buradadır.
Emine Altınkaynak’ın Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüle layık görülen Akrebin Kışı kitabında yer alan hikâyeler de Heredot’tan günümüze kalıcı olma gücüne sahip hikâyelerdeki tılsımı taşıyor. Birbirinden derinlikli on iki hikâyeden oluşan Akrebin Kışı, okuru âdeta bir edebî şölene davet ediyor. Ağaçta hikâyesiyle başlayan kitap, Bir Kuş Uçumu’yla son bulurken okurun zihninde gerilen tellere sığırcıklar konuyor.
Zamanı Tanrı Yaşar, İnsanoğlu Hep Öldürmek İçin
Akrebin Kışı’nda, Augustinus’un “Kimse bana sormayınca biliyorum, birine açıklamaya çalışınca da bilmiyorum.” sözleriyle tanımladığı zaman, matematiksel, nicelik ifade eden bir unsur olmanın dışında Bergson’un ayrımındaki psikolojik olgulara dayanan, içsel durum ve şuurla ifade edilen hafızayla ilişkili bir gerçeklik olarak zuhur eder. Kitabın ilk öyküsü Ağaçta’da, kısa süreli bir hasta ziyareti için doğup büyüdüğü kasabaya gelen Selim, çocukluk arkadaşı Ömer’le karşılaşınca birlikte işledikleri bir cinayeti hatırlar. Ziyaretine geldikleri kişi, on beş yıl önce oyun oynamak ve eğlenmek maksadıyla ormanda ağaca asarak ölümüne sebep oldukları Ali’nin annesidir. Kadriye teyze, her fırsatta Ömer’le Selim’in kendisini ve oğlu Ali’yi hiç yalnız bırakmadıklarını şükran ve minnet duyarak dile getirir. Zira Ömer’le Selim dışında herkes Ali’nin intihar ettiğine inanır. Hiçbir şey göründüğü ve anlatıldığı gibi değildir. Hakikat, bahçede esen rüzgârdan esinlenip Selim’in zihninde uğuldamaya başlar. Selim’in bilincindeki akışla on beş yıllık sır, okur karşısında ortadan kalkar. Ali’nin nasıl öldüğü/öldürüldüğü Selim’in bilincindeki akışla açığa çıkar. Bu noktada geçmişin, şimdinin içinde barınıp devam ederek geleceğe uzandığını görürüz. Matematiksel olarak on beş yıl geçmiştir ama Bergson’un ifade ettiği biçimiyle süre, geçmişle ilişkisini koparmaz ve geçmişin anılarını korur. Selim’in hâl içinde tezahür eden geçmişi hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını; fiziksel zamanla, içsel zamanın birbirinden farklı işlediğini gösterir. Dışardan bir seslenmeyle irkilip fiziksel zamana dönen Selim kapıdan girerken dolabın aynasında kendi yansısını görerek
“Bana arkası dönük bir ben gibi durdum aynada.” (s.12)
der. O anda, Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz romanındaki kahramanı Trond’un olmaktan en çok korktuğu adamdır Selim. Burada yazar, “Gördüğümüz her şey bir başkasını gizler ve biz her zaman görünenin gizlediğini merak ederiz” diyen Rene Magritte’in Kopyalanmamış tablosuna atıfta bulunur. Nitekim tablo, gördüğümüz şeylerin aslında oldukları gibi olup olmadıklarını sorgulatır. Aynı zamanda da korkunç bir sırla yaşamanın getirdiği derin, ıssız, buz gibi bir yalnızlığı çağrıştırır. Leopold von Sacher – Masoch olsaydı şöyle derdi: “Yalnızlığım öyle bir tablo çizer ki bu gece/Aynadaki yansımam bile bana sırtını döndü.”
Bergson, “Her şuur, hafızadır; geçmişin şimdi içre barınması ve yığılmasıdır.” (Gündoğan, 2013: 85) der. Dolayısıyla geçmişle bağını koparmış bir hafıza düşünülemez. Geçmişten kopuş ancak bir şuursuzluk halidir. Kitaptaki hikâyelerden Yaratma, SF. 100’de bilinci kapalı bir halde hastaneye getirilen kadın, doktorun müdahaleleri sonucu gözlerini açamasa da etrafında olup bitenlerin farkındadır. Bilinç kuyusunda biriken ve o hastane odasında yüzeye çıkan geçmişten sahneler, kadının o an orada değil, çok önceden ölmeye başladığını gösterir. Bir babanın “Benimle kal.” diyemeyişinin başlattığı ölüm, araba çarpması sonucu ölen bir köpeğin toprağa verilmesiyle hızlanır ve bir hastane odasında doktorun “Benimle kal.” seslenişine “Kalmam.” diyen bilincin bir daha açılmamak üzere kapanmasıyla tamamlanır. Kadın, babasının susuşundan beri ölüm ilmeklenen şuurunun altında kalır.
Kitaba adını veren Akrebin Kışı hikâyesinde maddi evrende geçen zamanla insan ruhu ve bilincinde cereyan eden zaman ayrımı, anlatıya psikolojik derinlik katar. Bergson’a göre maddi evrende geçen zaman mekânsal bir durumu ifade eder, saatin akrep ve yelkovanının hareketiyle belirlenir. İnsan ruhu ve bilincinde geçen zaman ise (Bergson bu durumu süre kavramıyla açıklar) bilinç ve ruh hallerinin sürekli bir akışıdır; mekândan bağımsız olarak “Şimdiki hal ile evvelki haller arasında bir ayrılık yapmaksızın kendini serbestçe yaşamaya bıraktığı zamanlardaki şuur hallerimizin aldığı bir tevali şeklidir.” (Bergson, 2017:76).
Hikâyenin kahramanı Naci Bey bir kış akşamı saatçinin camındaki yansımada geçmişteki kendiyle karşılaşır. Yazar bu karşılaşma anında geçen zamanı ifade ederken
“Ne kadar sürdüğünün tek doğru tanığı olmayan bir zaman öylece durdular” (s.30) der.
Nitekim geçmişteki (mevsim yazdır) Naci Bey ile şimdiki zamandaki (mevsim kıştır) Naci Bey’in şuur ve psikolojik halleri aynı değildir. Dolayısıyla birbirlerinden gözlerini ayırmadan durdukları o anda geçen süre de ikisi için farklıdır. Hikâyenin devamındaki şu ifadeler, insan hayatındaki matematiksel zamanla içsel zamanın ayrımını imler:
“Doğrusu birkaç adım gerideki Naci Bey diğerinden daha şaşkındı. Bu yüzün yansısına eski bir fotoğrafa bakar gibi dalmıştı öndeki. Arada yalnızca iki mevsim olmasına rağmen çok uzak bir geçmişten geliyor gibiydi. Yüzündeki ifadeye bakılırsa yaşam onun için dünyada bir kapı tokmağı gibi durmakla eş değer değildi henüz.” (s. 30).
Bu karşılaşma anı sonlandıktan sonra kış mevsimini yaşayan Naci Bey’le başlayan hikâye yaz mevsimini yaşayan Naci Bey’le devam eder. Geçmişteki kendiyle karşılaşan Naci Bey yıllar önce babasının yaptığı gibi bir daha dönmemek üzere tren istasyonuna doğru gider. Zira artık onun için hiçbir şeyin anlamı yoktur. Yaz mevsimini yaşayan Naci Bey ise evine döner. Bu karşılaşmanın tesiriyle o da artık aynı Naci Bey değildir. Gelecekteki kendini düşünür: “Şimdi gitsem hâlâ bütün kışıyla onu orada bulacağım belki de. Yani beni. Bulursam hangisi olacağım? Belki de karıştı o camda zamanlarımız. Ben içime onun kışını alıp da döndüm.” (s.32). Hikâyede Naci Bey’in bilinci geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurar. Köprünün sonunda onu bekleyen ölüm gerçeği ise her şeyi anlamsızlaştırmaya başlar. Ölüm karşısında zaman ve var oluş anlamını yitirir.
Aklın aynadaki negatif yansıması: Delilik
Michel Foucolt, Deliliğin Tarihi adlı eserinde Orta Çağ’dan modern dönemlere uzanan tarihsel süreçteki delilerin sosyal tarihini anlatır. Orta Çağ’da suçlu ve lanetli kabul edilseler de toplumsal yaşamın bir parçası olan deliler Aydınlanma Çağı’yla birlikte toplumun diğer ötekileriyle (cüzzamlılar, hırsızlar, kimsesizler) birlikte hastanelere, tımarhanelere kapatılırlar. Deliler, toplumda “öteki” olarak değerlendirilen sınıfa aittir. Çoğu zaman bir tehdit, asayişi ve nizamı bozan uzak durulması gereken meczuplar olarak telakki edilirler. İslam dünyasında ise delilerin veli makamında kabul edildiği görülür. Deliliğin birçok halleri, görünümleri, dereceleri vardır. Shakespeare’in Hamlet’inde deliren Ophelia ile Tarkovski’nin Nostalji filmindeki deli bir ve aynı değildir, farklı düzlemdedirler.
Emine Altınkaynak, Öteki Yolcu adlı hikâyesinde üçüncü tekil anlatıcı ile birinci tekil anlatıcıya aynı bağlamda yer verir. Hâkim anlatıcının başladığı cümleyi kahraman anlatıcı tamamlar. Yer yer hâkim anlatıcı ile kahraman anlatıcı çatışır. Hikâyede kahraman anlatıcı bir delidir. Dolayısıyla onun zaman algısı ve nesnelere verdiği anlamlar hâkim anlatıcıdan farklıdır. Kahraman anlatıcının hikâye boyunca muziplikler yaparak hâkim anlatıcının anlatısına dahil olması ve yer yer çatışarak, karşı çıkarak hatta hâkim anlatıcının yerini alarak hikâyenin seyrini değiştirmesi deliliğin edebî biçimdeki görünümüdür. Hikâyenin başında kahraman anlatıcı parantez içindeyken hikâyenin yarısında hâkim anlatıcı parantezin içine girer. Hikâyenin sonunda ise her iki anlatıcı da parantezden kurtularak tekil şahıslar birbirine karışır.
Michel Foucault, “Delilik, insanın kronolojik ve toplumsal, psikolojik ve organik bir cins çocukluk halidir.” (Foucault, 2015: 734) der. Öteki Yolcu’nun kahramanı ilerlemiş yaşına rağmen bir çocuk gibi davranır. Zamanı algılayış biçimi ve nesnelere verdiği anlamlar maddi dünyadakinden farklı, davranışları toplumsal normların dışındadır ancak geçmişte karşılaştığı olaylara yaklaşımı, hâkim anlatıcıyla konuşmaları yer yer akıllıcadır. Sevinç (kahramanımızın adı) annesi tarafından istenmeyen bir çocuktur. Belki de annesinin kocasından değildir. Annesi Berna Hanım onu düşürmek için çok çabalar; ilaçlar içer, yüksekten atlar, annesi sandalyeyi ters çevirip Berna Hanım’ın karnına koyup üstüne oturur lakin çocuk vakti gelince doğar. Sevinç beş yaşına geldiğinde baş ağrıları başlar, doktora götürürler. Sevinç’in baş ağrılarının nedeni, nasıl olduğu bilinmeyen bir kafa travmasıdır. Sevinç daha sonra istenmeyen bir çocuk olduğunu, annesinin onu dünyaya getirmemek için çok uğraştığını öğrenir. Anneannesinin ölümü ve ölüm üzerine sürekli düşünmesi de aklını zorlar. Nihayetinde Sevinç delirir. Çocuk aklının dizginleri hayatın sert gerçekleri karşısında kopup gider. Kitabın son hikâyesi Bir Kuş Uçumu da bir delilik hikâyesi olarak okunabilir.
Aksayan yaşamlar
Kitaptaki Deniz Soğudu adlı hikâyede kendine yeni bir geçmiş biçmek isteyen lâkin kendi geçmişinden kurtulamayan, ihanete uğramış bir adamın, ruhundaki aksaklığı, fiziksel bir aksaklıkla dengeleme düşüncesiyle karşılaşırız. İhanete uğradığı evini yaktıktan sonra kayıkhane barakasında iki topalla yaşamaya başlayan adamın geçmişinin ve hayatının nesneleşerek bir gazete haberine sığdırıldığını görürüz. Hikâyede gazete, geçmişin katılaşıp donduğu bir nesnedir. Şimdiki zamanın içinde elden ele dolaşan bu nesne hikâyedeki aksiyonu tayin eder. Hikâyedeki anlatıcının Ali’yle Kenan’a (ikisi de topaldır) okumaları için verdiği gazetedeki haber okunduktan sonra Ali elindeki bıçakla gazeteyi kendisine veren adama saldırır. Gazete haberi topal erkeklerin neden topal kadınlara ilgi duyduklarıyla ilgilidir. Ali’nin ilk eşi de evlenmeyi düşündüğü kadın da topaldır. Ancak burada Ali’yi neyin bu kadar öfkelendirdiği anlatılmaz. Haber iğrençtir, o kadar. Ali’nin neyi iğrenç bulduğu okurun yorumuna bırakılır. Bu hikâyedeki ruhsal bir aksaklığın fiziksel bir aksaklıkla dengelenebileceği düşüncesi benzer bir psikolojik durumla Duvardan Önceki Duvarlar hikâyesinde karşımıza çıkar. Yedi yaşından beri tek kolu çolak olan bir baba, hayatı boyunca fiziksel olarak sağlayamadığı üstünlüğü oğlunda görmek ister. Okulun koridorundaki panolara asılmış resimlere bakarken oğluna, “Neden kimseyi dövmüyorsun oğlum? Kolların da sağlam. Yumruk atabilirsin.” (s.59) der. O güne kadar oğlunun kimseye yumruk atmamış olmasından memnun değildir. Baba, fiziksel kusurunun/eksikliğinin sebep olduğu ruhsal ve fiziksel durumu arasındaki dengesizliğin, oğlunun sağlam kollarıyla birini dövmesiyle dengeleneceği hissini, belki de umudunu taşır. Babanın bu durumu oğlunun birini dövdüğü haberini alınca yüzüne yayılan mutluluktan okunur, sözcüklerle ifade edilmez. Kitapta yer alan Ateş hikâyesinde de fiziksel bir eksikliğin zorunlu bir ayrılığa sebep oluşunu okuruz.
Kitaptaki diğer hikâyelerden Sonra Durmadan Yağdı, kaçakçılığın yoğun olduğu bir sınır şehrinde göreve başlayan gümrük memurunun karşılaştığı insanlık dışı durumu; Bir Direği Yıkmak baba-oğul ilişkisini; Çimenlerin Unuttuğuna Dair, direk işçilerinin zor yaşamlarını konu alır. Yepisyeni Dünya adlı hikâye ise harikulade bir kara mizah örneğidir. Hikâyelerde genel olarak geçmişin, hayat tecrübelerinin, yaşantının şekillendirdiği bilincin derin kuyularından çıkıp insanın psikolojisine, davranış ve düşüncelerine yansıyan insanlık halleri kusursuz bir edebî dille anlatılır. Kitapta tekdüze bir yazma biçimi yoktur; hikayelerin içeriği biçimi belirler. Edebî dilin imkânlarından yararlanılarak farklı biçim ve üsluplarda inşa edilen hikâyeler zengin bir anlatım oluşturur. Tek bir cümleyle ifade edecek olursam Akrebin Kışı ateşten dünyada bir edebî şölendir.
Kaynakça
Altınkaynak, E. (2024). Akrebin Kışı. İstanbul: Dergâh Yay.
Benjamin, W. (2014). Son Bakışta Aşk. İstanbul: Metis Yay.
Bergson, H. (2017). Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri. İstanbul: Dergâh Yay.
Foucault, M. (2015). Deliliğin Tarihi. Ankara: İmge Kitabevi Yay.
Gündoğan, A.O. (2013). Bergson. İstanbul: Say Yay.
AKREBİN KIŞI
Emine Altınkaynak
Dergah Yayınları, 2024
80 s.
Comments