top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıOylum Yılmaz

Aşk dediğin roman olmalı!

“Aşk romanı diye bir şey yoktur, çünkü aşk aslında romanın tür özelliğidir. İçinde aşk olmayan roman yoktur, buna roman yazmaya ve okumaya duyulan aşkı da dahil ediyorum” Oylum Yılmaz, aşkla edebiyatın kesişim noktalarına odaklanıyor.


Oylum Yılmaz



Çok sevilen, çok romantik, dinleyene iç geçirtme garantili popüler bir şarkı var. Şarkının en can alıcı yerinde kahramanımız söyle sesleniyor sevdiğine: “İki kelime yetiyor seni seven kalbi kırmaya, sonra roman yazsan ne fayda!”


Lakin kahramanımız çok ama çok yanılıyor. Çünkü aşkın veremediği faydayı sadece roman verebilir insana… Karşılıksız kaldığı yerde, inceldiği yerden koptuğu halde, alnına bir veda busesi kondurduğunda, yüreğine kesik attığında, yani bütün faydalar faydasız, imkanlar imkansızken, bir hikâye döner durur başımızda... Aşk kaybetmektir ve bu kaybedişin tek tesellisi roman gibi bir aşk yaşadığını umut etmektir. Yani en azından son üç yüzyıldır böyle.

Şimdi öncelikle aşk romanlarından bahsettiğim zannedilebilir. Ama hayır. Aşkın, tarih, polisiye, fantastik vs. gibi bir roman alt türü olmadığını düşünüyorum kesinlikle. Yani aşk romanı diye bir şey yoktur, diyorum. Çünkü aşk aslında romanın genel tür özelliğidir. Biliyoruz ki romanı diğer edebi türlerden ayıran en önemli özelliklerinden biri insanı merkeze koymasıdır. Roman insanı arar, bunu yaparken de konuyu genellikle fiziksel ya da bilişsel özelliklerimiz gibi sıkıcı bir yerden ele almaz; insanı arzusuyla arar, onu arzusundan tanımaya, anlamaya çalışır. Arzuyu merkeze koydukça, kendisi de giderek bir arzuya dönüşür. Hem bir arzu nesnesi hem de bir arzu öznesidir roman. İçinde aşkın zerresi bile olmayan bir hikâye bile en azından yazarının yazma eylemine karşı duyduğu istek ve arzu nedeniyle aşkı taşıyacaktır. Konusu aşk olmasa bile romanın kendisi aşk olacaktır.

Aşkla birlikte çorap söküğü gibi başka türsel ve hayati sorgulamalar da peşi sıra gelir elbette. Cinsellik, seks, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, eşcinsellik, gelenekler, toplumsal yargılar, baskılar, bastırılmışlıklar, önyargılar…Bunların hepsi aşkın başının altından çıkmaktadır.

Aşk romanı ibaresi bir popüler kültür pazarlama tekniğinden ibarettir. Ana akım edebiyat da “aşk romanı” ibaresine mesafeli durur. Bu mesafeli duruşun temelinde, ta en başında romanın tür olarak doğduğu ilk metnin, Cervantes’in Don Kişot’unun romans dediğimiz aşk ve şövalyelik hikayeleriyle dalga geçmesi, neredeyse aşka ve romansa karşı durarak roman türünü ortaya koyması yatar. Devamında ise elden ele dolaşan ucuz aşk romanlarının günümüzde bir pazarlama tekniğine dönüşmesi bu mesafeli duruşun altını çizer. Ama yine de bütün bunlara rağmen aşkı romanın kalbinden söküp atamayız. Aşkla derdi vardır romanın ama öyle ama böyle, aşkı kafaya takmıştır, aşkı yazmayı ya da yazmamayı, yazarsa nasıl yazacağını, eleştirirse nasıl eleştireceğini, insan kalbini ortaya koyarken aşkı alıp nereye koyması gerektiğini, düşünür, düşünür, düşünür. Aşkla birlikte çorap söküğü gibi başka türsel ve hayati sorgulamalar da peşi sıra gelir elbette. Cinsellik, seks, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, eşcinsellik, gelenekler, toplumsal yargılar, baskılar, bastırılmışlıklar, önyargılar… Bunların hepsi aşkın başının altından çıkmaktadır. Ya da romanın mı demeliyim?


İştee en güzel aşk romanları!


Bugün edebiyatın temel taşları arasına girmiş modern, klasik, modern-klasik, postmodern bütün başyapıtlar, ne kadar katmanlı olurlarsa olsunlar, neyi mesele ederlerse etsinler aslında temelde aşk romanıdırlar, aşkı anlatan romanlardır. Anna Karenina’dan Huzur’a, Aşk-ı Memnu’dan Jane Eyre’ye, Uğultulu Tepeler’den Aşk ve Gurur’a, Sevgili’den, Yürümek’e, Bir Gün Tek Başına’dan Raziye’ye, Fransız Teğmenin Kadını’ndan Çalıkuşu’na, Aşk İşaretleri’ne, Madam Bovary’ye, Kürk Mantolu Madonna’ya, İnce Memet’e, Kara Kitap’a, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne… Liste öyle çok uzamaktadır ki… Aşk denince aklınıza ilk gelecek bu romanlar, kuşkusuz edebiyat tarihinin de en iyi romanları olarak anılmaktadır. Ama bu kadar genel bir yerden bakınca işin içinden çıkmak zorlaşır. Aşk ve romanı, roman aşkını, aşkın romanını düşünürken “İşte en güzel…”, “İşte en iyi…”, “İşte en dokunaklı…” diye başlayan listelere ihtiyaç duyarız. Bu listeleri aramızda evirip çevirir, aşkı da roman sanatını da kategorize etme yoluna gideriz. Söz konusu aşk olunca kolektif bir hafıza ve beğeni silsilesi oluşuyor ve gelip kendini bize dayatıyor ister istemez. Peki aşk romanları denizinde boğulmadan romansal hakikatin ve arzu üçgenlerinin üstesinden bir okur ve eleştirmen olarak gelebilmek mümkün müdür? Deneyelim.


Aşkı romanın türsel özelliği olarak ele aldığımızda ona temel birkaç kategori altında bakmak mümkün elbette. Herkesin listesi kendine elbette ama ben kendime ait başlıklarla, kendi okumalarımın izinden giden beş ana başlık çıkarıyorum aşk romanlarıyla ilgili olarak. İlk aklıma gelen “yasak aşk romanları” oluyor elbette ve Anna Karenina, Aşk-ı Memnu, Bir Gün Tek Başına, Huzur, Eylül, Madam Bovary, Fransız Teğmenin Kadını gibi romanlar. Diğer yanda “sınıf bilinçli, toplumsal cinsiyet ve cinsel özgürleşme üzerine kurulu aşk romanları” bekliyor beni; Yürümek, Ağır Roman, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Raziye bu liste için aklıma gelen ilk romanlar. “Aşkı bir takıntıya çeviren, bir aşk uğruna bütün bir hayatı mahvedenleri anlatan aşk romanları” diye bir başlık eklemek de kaçınılmaz tabii çünkü hemen her dönemde, her teknikte bu türden romanların ezici çoğunluğunu görmemek mümkün değil: Koleksiyoncu, Masumiyet Müzesi, Kara Kitap, Kürk Mantolu Madonna, Uğultulu Tepeler ilk akla gelenlerden oldu yine. Bunların haricinde aşk ve roman denince iki alt kategori daha geliyor aklıma Muazzez Tahsin Berkant’ların, beyaz ve pembe dizilerin elden ele dolaşan bugün Canan Tan, Danielle Steel gibi yazarlarda cisimleşen “Ayılmalı Bayılmalı, Ah’lı vah’lı aşk romanları” ve Çalıkuşu, Jane Eyre gibi kendini arayan kadın kahramanların başrolde olduğu “mutlu sonla biten aşk romanları”


Aşk, illa ki yasak aşk!


Önce yasak aşkla başlayalım:


“Korkunç bir rüzgâr istasyon binasının köşesinden olanca şiddetiyle saldırıyor, trenin tekerlekleri arasında, direklerde ıslık çalıyordu. Ortalıkta görünen her şeyin (vagonların, direklerin, insanların) bir yanı boydan boya karla örtülmüştü. Giderek de kalınlaşıyordu bu kar. Rüzgâr bir an durdu; ama sonra gene saldırdı. Bu öylesine bir saldırıştı ki, hiçbir şey ona karşı duramayacak sanıyordu Anna. Bu arada birtakım adamlar, aralarında neşeli neşeli konuşarak, peronun tahtalarını gıcırdatarak, sağa sola koşuşuyor, büyük kapıları açıp kapatıyorlardı, iki büklüm bir adam gölgesi kayarak geçti Anna'nın ayaklarının dibinden, bir çekicin demire vurduğu duyuldu. Fırtınalı karanlığın öte ucundan öfkeli bir ses geldi: "Telgraf çek!", "Yirmi sekiz numara, lütfen buraya!" diye bağıranlar oldu. Üstleri başları kar içinde istasyon görevlisi birtakım adamlar koşarak geçtiler. Ağızlarında sigara ateşi parlayan iki kişi Anna'nın yanından geçti. Anna temiz havayı ciğerlerine doldurmak için birkaç kez daha derin soluk aldı. Vagona girmeye hazırlanıp demiri tutmak için elini manşonundan çıkardı. Tam o anda, fenerin soluk ışığını kapayan, subay kaputu giymiş bir adam beliriverdi yanında. Anna dönüp bakar bakmaz tanıdı Vronski'yi. Genç adam elini kasketine götürüp saygıyla öne eğildi. Bir ihtiyacı olup olmadığını, ona bir hizmette bulunup bulunamayacağını sordu Anna'ya. Anna karşılık vermeden, oldukça uzun bir süre baktı Vronski'nin yüzüne.(…) Anna için Vronski'nin burada olmasının nedenini kendine sorması gereksizdi. Bunu Vronski, ona, onun bulunduğu yerde olmak için burada olduğunu söylemiş kadar kesin biliyordu.

Anna, demiri tutmak için kaldırdığı elini indirirken:

— Petersburg'a gitmek niyetinde olduğunuzu bilmiyordum, dedi. Niçin gidiyorsunuz?

Yüzünde büyük bir sevinç, bir canlılık parıltısı vardı.

Vronski, Anna'nın gözlerinin içine bakarak:

— Niçin mi? dedi. Siz neredeyseniz orada olmak için gittiğimi biliyorsunuz. Başka bir şey gelmez elimden.

O anda rüzgâr, önündeki engelleri yıkmış gibi saldırdı, vagonun damındaki karları yere indirdi, kopmuş bir sac levhayı tıkırdattı.

Önde, lokomotifin ağlamaklı, hüzün dolu, tiz sesi duyuldu. Tipinin dehşeti Anna'ya şimdi çok daha hoş görünüyordu. Vronski ruhunun istediği; ama aklının korktuğu şeyi söylemişti. Yanıt vermedi Anna.”


Anna Karenina romanın ve anlatısal bilincin doruk noktasıdır, bir roman yazma dersidir. İnsan olmak kendine yenik olmaktır, aşk asla bir başarının veya kişisel bir galibiyetin içine yazılamaz. Ama modern dünya bunun tam tersini söyler bize ve işte insanlığın temel gerilimi buradan çıkar.



Uzun bir alıntı yaptım ama burası tarihin en büyük aşk hikayesinin tam başladığı andır. Ve bir anlatısal tür olarak romanın da belki en yükseğe çıktığı, başlayıp bittiği yerdir. Nabokov der ki “Şunu keşfetti Tolstoy: Yaşamı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmanın yöntemini... Saati sayısız okurlarının saatiyle aynı giden, bildiğim tek yazar odur.” Bunun yanına hiç düşünmeden şunu da ekleyebiliriz; Tolstoy aşkı da sayısız okurun kalbiyle aynı ritimde atacak şekilde yazmıştır. Bu alıntıladığım pasajda, belki de bütün bir romanı kompakt olarak görmek mümkündür. Fırtına: İnsanın doğa karşısında çaresizliğini ve bir o kadar da direncini temsil eder ki burada doğayla özdeşleştirilen fırtına imgesi aşktır. Anna, fırtınaya karşı ürkektir, çaresizdir ama onun karşısında durur, kendini ondan sakınmaz. Tren modernizmi simgeler roman boyunca, modernizm harıl harıl çalışan bir makinadır, çekicin demire vurmasıdır, tıpkı modern yaşamın insan ruhuna vurduğu darbeler gibi, arasız sırasız, düzenli vuruşlar, bu vuruşlar karşısında direnen insan ruhunun aldığı çeşitli şekiller ve nihayetinde müjdelenen kurtuluş yani ölüm… Tren modernizmi temsil eder, modernizm ise insan ruhunun paramparça olması, bu paramparça olma anının bir ömür boyunca yaşanması ve nihayetinde insanın kendini o trenin altına atarak ölmesidir. Modernizm hem sebebi hem sonudur insanın. “O anda rüzgâr, önündeki engelleri yıkmış gibi saldırdı, vagonun damındaki karları yere indirdi, kopmuş bir sac levhayı tıkırdattı. Önde, lokomotifin ağlamaklı, hüzün dolu, tiz sesi duyuldu. Tipinin dehşeti Anna'ya şimdi çok daha hoş görünüyordu. Vronski ruhunun istediği; ama aklının korktuğu şeyi söylemişti.” Ruhun istediği ama aklın korktuğu şey! İnsanın kendine, kendi tutkularına yenik olduğunun bilincindedir Anna. Ama yine de bu aşk karşısında duramayacak, kendine, aşka ve topluma yenilecektir.


Aşkın ve anlatısal bilincin doruk noktası


Anna Karenina romanın ve anlatısal bilincin doruk noktasıdır, bir roman yazma dersidir.

İnsan olmak kendine yenik olmaktır, aşk asla bir başarının veya kişisel bir galibiyetin içine yazılamaz. Ama modern dünya bunun tam tersini söyler bize ve işte insanlığın temel gerilimi buradan çıkar. Anna Karenina’nın toplumla kalbi arasında gidip gelen bir çekiç vardır sanki, toplum ve sistem, kalbinin üzerinden onu ezerek geçen o demir trenin ta kendisidir.

Yasak aşklardan ve kendine çaresizce yenik olmaktan devam edelim. 1800’lerin sonunun fırtınalı kar soğuklu Moskovası’ndan 1900’lerin başına, sıcak, lodoslu bir İstanbul yazına gelelim mesela. Yani Huzur’a. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u Türkçede yazılmış en güzel şey olabilir. Teknik olarak mükemmel değildir belki ama dili Türkçeye, anlattığı aşk da okurların yüreğine armağandır.

''Mümtaz o yaz, insan ruhunu olduğundan çok hür sanıyordu. her an kendimize sahip olabileceğimize inanıyordu. Bu demektir ki, hayatın gafiliydi.'' Burada da tıpkı Tolstoy’un Anna Karenina’sında yer alan o meşhur “yedi” kahramanın bildiği ve hissettiği şey vardır, insanın arzularının peşinden gideceği ama bu kişisel yolculuğu hep ama hep kendine yenik olarak bitireceği. Huzur’un Mümtaz’ının bu kahramanlardan farkı bunun daha çok farkında olmasıdır. Nuran için de böyledir bu. Nuran evlidir, bir kızı vardır ve Mümtaz’la yasak bir aşk yaşamaya başlar. Tıpkı Anna Karenina gibi, kendisinden yaşlı ve personası güçlü kocasını sevmez. Ona gönülden bağlı değildir. Ama Mümtaz’la bu yasak aşka başlarken bile, evlilik ve yeni hayat hayalleri kurarken bile aslında Anna Karenina kadar hayatın gafili değildir Nuran, bunun olamayacağını içinde bir yerlerde bilir ve belki de o yüzden romanın sonunda ölmez. Tanpınar’ın kahramanları daha en başından trajedilerinin farkında olmaya çok yakın, olgun kahramanlardır. Bunun sebebi doğululuk, modernizmin geç gelişi ve beklenişi ve hatta belki özlenişi, olabilir mi? Bu elbette başka bir konu ama aşklarını yaşayış biçimleri de yine bu olgun çaresizlik içindedir. Bile isteye, hayattan ve aşktan umutlarını kese kese yaşarlar. O nedenledir ki belki de yasak aşk vurgusu Huzur’da sözünü ettiğimiz kadar ön planda değildir. Nuran kocasından ayrılmıştır ama yarı yarıya arafta kalan bir ayrılmadır bu. Her an barışabilir, çocuğu için aslında hiç mutlu olmadığı kutsal aileye dönebilir durumdadır. Mümtaz’la aşklarının gerilim noktası da budur. Resmi olarak yasal ama toplumsal olarak yasak aşk.


Aşkla birlikte başka kayıplara da bakar Tanpınar, zamanın kaybı, kültürün kaybı, insan kalbinin, ruhunun kaybı. “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran'a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrarıyle bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, konuşurken bir müddet sonra kendi cesaretine şaşırarak öyle kızarma, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak olduğunu o gün değilse bile, o haftalar içinde öğrendi.” Tanpınar için de kahramanları için de aşk öğrenilen bir şeydir, Tolstoy’dan farklı olarak.


Yasak aşk denince son olarak Aşk-ı Memnu’yu anmadan geçmek olmaz. Hatta belki de bu aşk denince, aklımıza ilk gelen romandı değil mi?


“Seni kendi gövdemden tanır gibi…”



Aşk-ı Memnu bizim edebiyatımızda ilk önemli, roman gibi roman diyebileceğimiz realist metinlerdendir. Anna Karenina’ya da, Madam Bovary’ye de benzer yanları vardır. Madam Bovary’de olduğu gibi Halit Ziya arzularının peşine düşen insanı anlatmayı çok iyi başarmıştır bu romanında. Tıpkı Madam Bovary gibi aslında hiç mi hiç realist falan değildir ve yine Flaubert gibi realizmi falan hiç önemsememektedir yazar. Derdi, kendi romansal gerçeklik alanını yaratmaktır. Ve bunu başarmıştır. Geç Osmanlının son demlerinde bir yandan İstanbul’un Boğaz kültürünü ve hayatını capcanlı bir şekilde resmedip dönemine ışık tutarken bir yandan da insan ruhunun karanlıklarına ve aydınlıklarına ışık tutar Halit Ziya. Bu romanda aslında herkes aşıktır, Bihter Behlül’e, Adnan Bey Bihter’e, Matmazel ve Firdevs Hanım Adnan Bey’e, Beşir Nihal’e, Nihal Behlül’e… Çapraşık ve karmaşık bir aşk yumağı içinde kahramanlarımız kalplerinin doğrusuyla toplumsal doğrunun arasındaki gerilimi yaşarlar. Boğaz’ın sularında, Ada’nın çamlarında aşk ve toplum arasındaki gerilimin telleri titreşip durur. İnsan kalbine yasak koyabilir mi? Hayır, insan kalbine yasak koyamaz ama pekala toplum koyar; kalbini de, ruhunu da, aklını da paramparça eder, der gibidir Halit Ziya.


Kara Kitap, kahramanı bir sabah bunca sevdiği karısının onu terk ettiğini öğrendiğinde başlar ve roman boyunca kahramanımızın bu çaresiz arayışını okuruz. Bu arayışta Orhan Pamuk’un İstanbul’u bir arayış haritasına dönüşür, sokaklar, semtler, doğu meselleri, Celal’in köşe yazıları kahramanımız Galip’in arayışının rehberleridir.


Aşkı bir takıntıya çeviren, bir aşk uğruna bütün bir hayatı mahvedenleri anlatan aşk romanlarına geçelim şimdi de. Mümtaz’ın Nuran’ı neden beğendiğini anlatan deminki pasajı hatırlayarak okumak istediğim bir bölümle başlamak istiyorum takıntılı aşklara, Orhan Pamuk’un Kara Kitabıyla:


"dolmuşun kapısı ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine kapandığında ve elinde tuttuğun 5 liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren oyuncu şaşkınlığı severdim; severdim seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp sabah astığın mendilin hala kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni severdim; birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikaye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim; severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arası evlilikler üzerine bol resimli bir gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil, ama okurken yalnızca üst dudağının Tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim; asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra hatırladığın şeyi telaşla çantanın içinde arayışının severdim; biri yan yatmış ince bir yelkenli, kambur durmuş bir kedi gibi yanyana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve asimetrik yalnızlığa terketmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri seyretmeyi severdim; sigara küllüğünü tepeleme dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim; severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an sanki o sabah güneş batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim; birden çıkan lodosla karların eridiği ve istanbul'un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin uludağ'ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim; çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni (…) dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim; öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasından yan yana duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terk eden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim.”

Mekâna karşı bir aşk, tutku, hastalıklı bir arzu ortaya çıkar, İstanbul aşkıdır bu. Her üç kitapta da aşkın hem öznesi hem nesnesi hem de aracısı rolünü üstlenir şehir.

Kara Kitap, kahramanı bir sabah bunca sevdiği karısının onu terk ettiğini öğrendiğinde başlar ve roman boyunca kahramanımızın bu çaresiz arayışını okuruz. Bu arayışta Orhan Pamuk’un İstanbul’u bir arayış haritasına dönüşür, sokaklar, semtler, doğu meselleri, Celal’in köşe yazıları kahramanımız Galip’in arayışının rehberleridir. Bu kitapta İstanbul devleşir, Burada mekân kullanımıyla ilgili kısa bir parantez açmak istiyorum. Yeri gelmişken Huzur, Kara Kitap ve Aşk-ı Memnu’nun İstanbul’u, üzerinde ayrı ayrı düşünmeye değerdir. Mekâna karşı bir aşk, tutku, hastalıklı bir arzu ortaya çıkar, İstanbul aşkıdır bu. Her üç kitapta da aşkın hem öznesi hem nesnesi hem de aracısı rolünü üstlenir şehir. Bunu mesela Fowles’ın Fransız Teğmenin Kadını’nda da görürüz, Güney İngiltere kıyılarındaki Lyme Regis kasabası bu romanın da kahramanıdır. Ama Fowles’ınkinden farklı olarak şöyle zamansal bir okuma yapmak isterim üç ayrı yazarın üç ayrı İstanbul’u hakkında : Aşk-ı Memnu’da Halit Ziya, İstanbul’u avucunun içinde tutarak bize anlatır, Tanpınar’ın İstanbul’u ise ellerinin arasından kayıp gitmiştir, Orhan Pamuk’un İstanbul’u ise yazarı avcunun içine almıştır, romancı şehrin oyuncağıdır! Ancak yine de Pamuk buna direnir, kendini bırakmaz, bir yazar erki peşindedir, şehri de aşkı da yazarlık itibarını da geri istemektedir. Ama çıkış noktamızı unutmayalım; takıntı. Alıntıladığım pasajda hissettiniz mi bilmiyorum ama karısı kaybolmadan, onu terk etmeden önce de aslında karısına sahip olamayan bir adam var, sahip olamadığının bilincinde bir adam. Ama yine de istiyor. Takıntı tam da burada beklemektedir bizi. Fowles’ın Koleksiyoncu’su da böyledir. Kahramanımız kelebek koleksiyonu yapar, ne kadar ezik ve ne kadar masum görünse de içinde sinsi bir şiddet taşıyan, gaddar bir imgenin temsilcisidir. Ölü bir kelebeğe sahip olamazsınız! O, bir ceset koleksiyoncusudur. Ve aşkı da öyledir, bir cesede sahip olmayı istemek, asla sahip olamayacağı şeyin peşinde koşmak ve hayatı mahvetmek…


Bastırılan arzuların hayaletleri


Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendisi de bu adamlardandır, bir aşk uğruna hayatı mahvolmuş bir adamın hikayesini okurken aslında onda da erkeğin erkini kaybetmişliğini, aslında hem politik hem de duygusal olarak böyle bir erkin bilincinde olan bir yazar ve kahramanlarını okuruz. Aşk ele geçmez, aslına bakarsanız siyasi ve toplumsal erk de böyledir eril bilinç için. Pısırık, silik, tutunamamış adamlardır bunlar. Uğultulu Tepelerin Heatcliff’inde bile, güçlü, kuvvetli, önünde herkesin tir tir titrediği bu kahramanda bile eziklikten gelen bir erk arzusu vardır. Bastırılan arzular mutlaka geri gelir. Ve biz bunlara romanlarda genellikle hayalet deriz. Uğultulu Tepeler’deki adı ise Catherine’dir.


Romanın bir cinsiyeti vardır, evet. Aşkı ya da roman yazma aşkını merkeze koyan yazar; cinsiyet, cinsel kimlikler ve cinsellik ekseninde bir üçgen kuracaktır kendisine. Bu üçgenin merkezinde kadın vardır, cins olarak kadın, bilinç olarak dişil bilinç ve her anlamda çift cinsiyetli bir insan imgesi


Cinsel bastırılmışlık demişken hemen Catherine’den cinsel özgürleşmeli, sınıf bilinçli, toplumsal cinsiyet ve cinsel özgürleşme üzerine kurulu aşk romanlarına geçelim.

Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ini de buraya ekledim çünkü kişisel olarak burada bir eşcinsel aşk bulduğumu düşünüyorum. Yani iki orta yaşlı ve hayatta muvaffak olamamış bekar erkeğin yanına gelen genç kıza bakma, sahip çıkma ve hemen ona âşık olma hikayelerinde aslında asla olamayacak başka bir aşkın yansımaları vardır, birbirlerine olan aşkları. Alttan alta bunu kurcalar gibidir Bıçakçı bu sapsade, ümitsiz, karşılıksız aşk hikayesinde ve erotik bir estetik de yaratmayı başarır, kanımca. “Yürümek” ise bizim edebiyatımızın köşe taşlarındandır. Sınıf bilinci, sınıf kavgası, cinsel özgürleşme, kadının cinsel farkındalığı hepsi birden romanın ana konusudur. Ela ve Mehmet’in aşkları bir sorgulama alanıdır adeta, cinsel özgürleşmeyi cinsel sahnelerle de anlatmayı başarmıştır Sevgi Soysal. Bu kitabın hem müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldığını hem de o yıl

TRT roman başarı ödülünü aldığını da söylemeden geçmeyeyim!

Ben aşk, arzu ve hakikat üçgeninin üstesinden gelme imkanını ararken romanın cinsiyetinden yola çıkmayı öneriyorum. Romanın bir cinsiyeti vardır, evet. Aşkı ya da roman yazma aşkını merkeze koyan yazar; cinsiyet, cinsel kimlikler ve cinsellik ekseninde bir üçgen kuracaktır kendisine.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği de aşk ve cinsel özgürlük konusunu işlerken elini korkak alıştırmayan metinlerden biridir bu bağlamda. Çünkü burada aşkı ve cinselliği birbirinden ayırmamak söz konusudur, yazarın amacı tıpkı Sevgi Soysal’a benzer şekilde, hayatta olduğu gibi, direkt ve dürüstçe aşk ve seksi birlikte düşünmektir yoksa bir aşk ve cinsellik pornografisi sunmak değil. Yanı sıra tek eşli aşkı da düşünür Kundera. Eleştirir, savaşır bununla.


Başlarken romansal hakikatin ve arzu üçgenlerinin üstesinden bir okur ve eleştirmen olarak gelebilmek mümkün müdür diye sormuştum, şimdi bu soruya yazarı da ekleyerek genel bir cevap vermek istiyorum. Ben aşk, arzu ve hakikat üçgeninin üstesinden gelme imkanını ararken romanın cinsiyetinden yola çıkmayı öneriyorum. Romanın bir cinsiyeti vardır, evet. Aşkı ya da roman yazma aşkını merkeze koyan yazar; cinsiyet, cinsel kimlikler ve cinsellik ekseninde bir üçgen kuracaktır kendisine. Bu üçgenin merkezinde kadın vardır, cins olarak kadın, bilinç olarak dişil bilinç ve her anlamda çift cinsiyetli bir insan imgesi (hatta giderek cinsiyetsizleşmeye doğru kayan bir imge belki). Eril bilinci temsil eden yazar, bu temsiliyeti üzerine aldığı ve ideal benimsediği ölçüde edebiyatı zayıflayacaktır. Bu kaçınılmazdır. Kadın ya da erkek fark etmez. Ancak kadın ve tüm öteki cinsel kimlikleriyle gerçek hayatta olmasa da roman düzlemi üzerinde özdeşleşebilen edebiyatçının ortaya koyduğu şey, bugün başyapıt dediğimiz sırlı ve ulaşılmaz, ezeli ve edebi romana ulaşacaktır. Tolstoy ve Anna Karenina’yı, Halit Ziya Uşaklıgil ve Bihter’i, Virgina Woolf ve Orlando’yu, Flaubert ve Emma Bovary’yi, Hüseyin Rahmi ve cadalozmuş gibi gösterdiği bütün kadın kahramanlarını, Ayfer Tunç’u ve onun ezik erkek kahramanlarını düşünelim. Bu bağlamda yazar ve kahramanları birbirinden ayırt edilemez. Elbette kadınları en iyi yazan erkek ya da tam tersi gibi kaba bir cinsiyetleştirmeden bahsetmiyorum. Kimin erkek kimin kadın olduğunun metinsel olarak artık belirsiz hale geldiği, cinsel kimliklerin birbirine karışmasından doğan endişenin, korkunun ve nihayetinde özgürleşmenin ise neredeyse romanın konusuna dönüştüğü metinleri işaret ediyorum. Ve son olarak yazarların çeşitli politik, toplumsal ve edebi sebeplerle birbirlerinden ödünç cinsiyetler devraldıkları ve piyasanın tüm manipülasyonlarına, ataerkinin tüm baskılarına rağmen edebiyatın iç dinamiğinin onu cinsiyetsizleşmeye en yakın anlatısal sanat alanı haline getirebildiğini düşündüğümü, umduğumu söylemek istiyorum. Yeni bir aşk varsa eğer, bence tam bu noktada başlıyor roman için.

Comments


bottom of page