Asker Oldum Fiyasko!
Kekemeyseniz, bütün dünya size iyilik yapmaya uğraşır. Eğer kekemeyseniz, söylemek istediklerinizin yarısından fazlası daha sese dönüşmeden silinip gider. Çünkü dünya süratlidir. Hiçbir işi gücü olmasa bile herkes bir yerlere yetişiyormuş gibi hızlı hızlı yürür. Otobüsler, tramvaylar, metrolar ve minibüsler yapacak işleri olan ya da en azından varmış gibi görünen insanlarla hıncahınç doludur. Dünya çok hızlıdır ve koyduğunuz hiçbir şeyi yerinde bulamazsınız, değişir; ya tümden kaybolup gider ya da çizgileri silikleşir. Lafı uzatıyorum diye kızmayın, kekemeyseniz nasıl lezzetlidir lafı uzatmak bilemezsiniz. Çünkü o laf hiç uzamaz, bütün dünya size iyilik yapmaya çabaladığı için sözlerinizi tamamlamaya kalkar. Dünya acelededir, dünya size iyilik yapmak isteyen insanlarla doludur ve onların sizin kekeleyerek uzattığınız kelimelerle kaybedecek vakitleri yoktur. Dolmuşlar ve otobüsler beklemez, kimse bir sonraki tramvaya, metroya, vapura artan iki-üç kişilik gruba dahil olmak istemez; kaldı ki sizin edeceğiniz lafı beklesinler.
Babam askerlikten bahsetmeyi çok sever. Ona göre yetişkinlikte hayat, askerlik anılarını anlatabilmek için oluşturulmuş bir organizasyondur. Evde ampul mü patladı? Duy yanıp yanıp da kedi leşi gibi kokmaya mı başladı? Musluğun contası dul kadının çile dolduruşu gibi damla damla ağlamaya mı durdu? Hemen alet çantasından vahşi hayvan görünümlü birkaç alet ve çokça askerlik anısı çıkarılır, tamiratı halledip asayişi normale döndürmesi beklenir. Bugüne kadar, karda arabanın bujilerinden kontak yaptırıp sigarasını yakan onbaşı, bütün gün kalorifer kazanının dev somunlarını sıkmaya çalışan Çankırılı Kudret ve denetim var diye bir günde üçyüzseksen tane ampulü değiştirten Sinoplu Yüzbaşı’nın başrolde oynadıkları da dahil olmak üzere hiçbir askerlik anısının hayatımıza bir faydası dokunduğu görülmedi gerçi. Ama babam dünyayı askerlik anılarıyla tamamlamaktan bir gün olsun vazgeçmedi. Çünkü askerlik anısı edinebilmiş olmak, insana su içmek, güzel manzaralar seyredebilmek, sevişebilmek gibi, göğün bilmem kaçıncı katından armağan edilmiş bir şeydi. O yüzden o gün, sabahın dörtbuçuğunda uyandırdı beni. “Kalk itoğluit, kalk,” dedi, “hazırlığını yap, çakı gibi asker ol; kahvaltıyı hazırladım!” “Yahu baba,” diyemedim, “alt tarafı bir rapor verip geleceğim, gören de Vietnam’a gidiyorum sanacak!” Kırmadım babamı. Zaten babamı hiç kırmadım şimdiye kadar. Ne zaman yeltensem etsem o benim kemiklerimi kırmaya teşebbüsle karşılık verdi çünkü. Kalktım gönülsüz, çakı gibi asker olmak için banyoya girdim. Sanki iş görüşmesine gidiyormuşum gibi tertemiz yıkandım, misler koktum, şanlı ordunun kıllı görmekten hoşlanmadığı yerlerimi tıraşladım. Kız istemeye gidiyormuş gibi pırıl pak indim kahvaltıya. Babam, askerlik anısı yarıştıracağı birinin varlığına duyduğu bariz sevinçle yumurtaları tabaklara paylaştırıyordu.
Askerlik şubesinin önü iftar çadırı gibi kalabalıktı. İnsanların o biçimsiz ve kaşındıracağı açık açık belli olan kıyafetleri giymek için duyduğu iştaha şaşırmıştım, dolmuşta açılmış uykumun sersemliğiyle. Bir an için bu kuyruğa girmek zorunda olmadığıma inanmak isteyişimle sevinir gibi oldum. Ama bizde kuyruk kutsaldır. Kuyruğun başını tutan görevliye bir şey sormak için bile kuyruktan çıkılmaz. Çıkarsan yerine geri dönemezsin, kavga çıkar. Kuyruğun başındaki görevliye bir şey soramazsın, kaynamaya çalıştığını sanırlar, kavga çıkar. Kuyruğun en ön sıralarındakilerin özel alanı içinde kalmıştır çünkü artık o görevli, kavga çıkar. Kuyruğa girmiş bulundum. Bir rapor verip çıkacaktım. Muhtemelen sıra bana geldiğinde “Benim sağlık raporum var, onun için gelmiştim” deyince bu sefer de sıraya girdiğim için azar işitecektim. Beklemeye, sıranın tırtıl gibi ilerleyişine katılmaya koyuldum.
Beni eksik yapmışlar. Durumu tarif edebilecek en güzel söz bence bu. Dedemin rızası olmadan evlendiklerinden midir, babamın malzemeden çalmasından mıdır, annemin yumurtası mı çürüktür bilemiyorum, ama olamamışım ben bir türlü. Kalbim delik. Bütün okul hayatım, nöbetçi kaldığım beden derslerinden sonra, o saçma kültür-fizik hareketlerini yapmıyor olmama bozulan sınıf arkadaşlarıma kalbin delik olmasının ne olduğunu anlatmakla geçti. Delik işte, de ki içinden hava geçiyor, su sızdırıyor, kan kaçırıyor. Delik işte, hastalık bu, ne bileyim ben. Hiç koşturmadılar beni, hiç yormadılar, heyecanlandırmamak, korkutmamak için hep parmak uçlarında yürüdüler. Bir de üstüne şu kekemelik belası… Bana hep başka bir gezegenden dünyaya düşmüş, insan benzeri, ama insan da olmayan bir canlı muamelesi yaptılar. Arkam dönükken parmakla gösterdiler, yüzüme karşı merhametle kaş büktüler. Maçlarda kaleci yaptılar, kenardan izlememe kıyamadılar. Gol atmadılar, yenildiler. “Yazık çocuk hasta!” dediler, “Zaten ölüp gidecek, bir de biz sıkmayalım canını; günahına girmeyelim!” demek istediler. “Ayy, yazık… Zaten iki lafı bir araya da getiremiyor gek gek gek…” diye geçirip akıllarından, beni merhamete, rahmete boğdular. İşte gün benim günüm ama. Bana acıyanların ayaklarını nasır eden postalları ben denemeyeceğim bile. Merhametleriyle ömrümü uzatmaya çalışanları boğacak o hakiler, kamuflajlar, kepler, palaskalar, pırpırlar, babamın askerlik anılarında olduklarından daha çok dokunamayacaklar bana. Onlar, hakim, savcı, kaymakam, vali oldukları halde astsubay postalı boyuyorken ben seçmen kütüğüne kaydını bile yaptırmamış dandik bir vatandaş olarak evimde onlara acıyor olacağım. Çünkü benim kalbim delik.
Sıra bana gelince, “Askerlik muayenesi için geldim, raporumu nereye sunmam gerekiyor?” diye sorup çekilecektim. Ama as’ta kaldım. As… as… asss… Yok, olmayınca cümleye muayeneden başlamayı denedim. Askerlik şubesini kapısını bekleyen bu gariban, kavruk çocuğun karşısında niye böyle heyecanlandım şimdi? Askerlikten korktuğum için inzibatta mı cisimleştirdim acaba korkuyu? Mu… mu… mu… Tam marş basmak üzereydi ki gariban inzibat “iyilik olsun” diye, “Muayene yaptıracaklar bu tarafa,” deyip kolumdan tuttu, bahçe içindeki bir kalabalığın içine kattı beni. Orada ellerinde şeffaf dosyalar, yeni alınmış gıcır gıcır askerlik cüzdanları ve sağı-solu mühürlü dosya kağıtları tutan kalabalığın arasında, üniformalı bir başkası beni güderek diğerleriyle birlikte bir hizaya soktu. Galiba yanlış bir şeyin içindeydim. Ben raporumu verip çıkacaktım. “Çıkarın üstünüzü!” diye bağırdı haki yeşil bir ses. “Şimdi sıçtık,” dedim. Bir yanlışlık oldu galiba, ben rapor için şey etmiştim, demeye çalışsam şu çatık kaşlı üniformalı adama nasıl sesleneceğimi bilmiyordum daha işin en başında. “Pardon?” “Hocam bakar mısınız?” “Beyefendi, ben galiba…” “Komutanım?” Ya adam komutan değilse de çavuşsa, onbaşıysa, şu karşıdaki masalarda oturan mühürlü adamlardan biri en rütbeli olanıysa. “Sana şimdi gösteririm komutanı ben!” deyip bana şınav çektirirse, ulu orta pataklarsa? Durun, benim kalbim delik, diyemeden fık diye kalıverirsem şınavda? Ne olurdu sanki şu rütbelerden bir tanesini bari tanısaydım? Çaresiz geçtim çizgiye, üstümü çıkardım. “Altları da çıkarın, hadi, hadi, asker ocağında utanma olmaz!” Asker ocağına gelen kim be? Ben raporumu verip çıkacağım. Kalbim delik benim. Derken, karşıdaki apartmanların balkonlarına saçılmış kadınları fark ettim. Balkonlardan birinde iki ihtiyarca teyze çekirdek çitleyip aşağı doğru tükürüyorlardı. İçi boşalmış çekirdek kabuklarının aşağı doğru süzüldüğü hat üzerindeki balkonlardan birinde de gençten bir kadın, kucağında bebeğiyle Beykoz bardağı gibi dizilmiş erkek tazelerini seyrediyordu. “Çıkarın dedim, hadi!” bağırışı yükselince mırıltılar içinde donlar çıkmaya başladı. “Dize kadar indirin yeter!” diye ekledi Haki Bey. Kucağı çocuklu genç kadının içeri kaçtığını gördüm. Eminim mutfak perdesi arkasından seyretmeye devam edecek. Bunca zekeri yan yana dizilmiş halde, senede en az üç-dört sefer görmenin nasıl bir cazibesi var acaba? Kendimi soyunmuş genç kızlara balkondan bakarken hayal ettim. Hoşuma gidiyordu ki hafif bir esintiyle hoşumun açıkta olduğunu fark edip dikkatimi dağıttım. Bütün donlar dize kadar inmişti. Şanlı ordunun pirüpak sevdiği yerlerimiz ortalıkta, sağlık komisyonu denen mühürlü adamların ve mahallenin meraklı kadınlarının gözleri önündeydi. İşte bir erkeğin en zor anlarından biri. Pisuvarlarda bile yan yana durup karşıya bakmamızın yegane sebebi. Kendine benzeyen bu varlıklarda kendininkine pek benzemeyen, hayal kırıklığı yaratacak farklılıklar taşıyan teferruatlar olması korkusu. Üniformalı adam deneyimli, bağırıyor, sürekli aynı işi yapmanın aleladeliği sinmiş esprisiyle; “Bakmayın birbirinize oğlum, hepinizde aynısından var!” Bilmiyor ama, hepimizde aynısından olmadığını bildiğimiz için bakıyoruz zaten çaktırmadan. Eli eldivenli ve plastik çubuklu, üstü önlüklü bir adamın gelip tek tek o soğuk çubuğu oralarımıza değdirip kurcalamasıyla sona erdi tören. “Giyinin” diye bağırdı bu kez askeri nizam! Bir şeyin daha farkına vardım: askerde her şey bağırarak yapılıyor. Çünkü yapılanların hiçbiri bağırmadan yapılacak şeyler değil.
Gencecik adamlar, dostunun kocası basmış gibi aceleyle giyinip üzerinde durduğumuz çizgiye göre sıra olduk sonra. Kağıtlarımızı, ASKERLİĞE ELVERİŞLİDİR mührü basmak üzere bekleyip limonata içen sivil-askeri kalabalığın bulunduğu masalara tek tek verecek, geri alacaktık. Nihayet sıra bana geldi. Kapıdaki kuyruğu ve buradaki kuyruğu birbirine ekler, arada dalyaprak beklediğimiz süreyi de dahil edersek toplam üçbuçuk saattir buradaydım. Askerlik cüzdanım yoktu. Sadece beni askere çağıran ve babamın düğün davetiyesi gibi sevinçle karşıladığı kağıt ve sağlık raporum vardı yanımda. Onları uzattım. İlk masada oturan, bıyıklı olduğuna göre sivil olan adam, “Askerlik Cüzdanı!” dedi. “Askerlik cüzdanım yok ki. Çıkartmadım. Zaten sizin de gördüğünüz üzere sağlık raporumu verip askerlikten azat buzat olmanın peşinde buraya gelmiş bulunuyorum. Fakat bir yanlış anlama yüzünden bütün mahalleye, bütün mahalleden sakladığım her yerimi göstermiş oldum!” diyecektim ki yine as’ta takıldım. As… as… assss… “Askerlik cüzdanın yok mu oğlum!” diye sesini yükseltti oturduğu yerden bıyıklı. En kötülerinden biri de y harfinde takılmaktır. Yyy… yyy… yyy… Bir “yok” diyebilsem, eşek değil ya, durumu anlayacak ve tüm ilgisini raporuma yoğunlaştıracaktı. Beceremedim. Raporumu masanın üzerinde arasına bıraktığım kağıt yığının üzerinden alıp adama göstermek için uzandım. O esnada ne yapmaya çalıştığımı anlayamayan adam da rapora diğer ucundan asılıverdi ve SAĞLIK RAPORU yazan kısmı benim, mühürlü-imzalı kısmı onun elinde kalıverdi kağıdın. En son, bir çırpıda, tek seferde “Rapor!” diyebildiğimi hatırlıyorum. Doktorlarla dolu masaların önüne bayılıvermişim.
Ayıldığımda ateşliyken görülen ve bir türlü uyanılamayan kabuslar gibi, hala askerlik şubesinin bahçesindeydim. Birileri kolonya ve suyla bir yerlerimi ovuşturuyordu. Zaten hiçbir mahremiyetimin kalmadığı bu bahçede oralarımın, buralarımın ovuşturuluyor olmasına aldırmıyordum bile, serinlik iyi geliyordu. Açlıktan ve güneşin altında dikilmekten bayılmışım. Babamı aradım sonra. Geldi aldı beni. Askerlik şubesi askeri hastaneye sevk etti, muafiyet için. Bahçeden çıkarken hiç kekelemeden küfür ettim tek seferde; babam farkına varmadı. Kapıdaki inzibat duyup gülümsedi kıs kıs, sabahki değildi bu, değişmişti.
/2012 - Ankara
Comments