Aşkın kişisel tarihi
"Aşkı da tarihi okuduğumuz gibi okuyabiliriz. Zamanın ruhuna göre şekil alabilen bu canlı aldığı her yeni formda eskinin de tüm mirasını genlerinde taşır. Zaman geçtikçe değersizleşmiş olsa da her seferinde can acıtmaya devam etmesi de bundandır." İnanç Avadit yazdı.
İnanç Avadit
I.
William Blake’in, “Aşkını anlatmaya yeltenme sakın/Ancak söylenmemiş aşklar aşktır.” dizelerini dinleseydim yazı burada bitmek zorunda kalacaktı. Belki yapılması gereken, en azından aşk konusunda, sır dolu bir sessizliğe gömülmektir çünkü gerçekten de aşk hakkında konuşmak tehlikelidir. Konuşulduğunda bir şeylerin çoktan yitirildiği görülür. Yazmak ise klişeye düşme tehlikesini de beraberinde getirir. Kendisi de bir tür klişeye dönüşmüş kompleks bir duygu hakkında yazarken bunu da umursamamak başlangıç için uygun bir tavır olabilir.
II.
Mantık bize genel olarak Bukowski’yi dinlemenin yaralanma ihtimallerini ortadan kaldırabileceğini söyler. Dünyadan yeterince nefret edersek ondan bize yönelmiş olan kazalardan da uzak durabiliriz: "Bir önyargı biçimidir aşk. İhtiyaç duyduğun şeyi seversin, sana iyi duygu veren şeyi, işine geleni. Dünyada tanıyabilsen daha çok seveceğin on kişi varken birine aşık olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Ama asla tanımayacaksın o insanları..." Ancak aşkın bizzat bu mantık mekanizmasını sekteye uğratan bir duygudurum bozukluğu olduğunu hesaba katarsak, bu da olasılık dahilinde görünmüyor.
III.
Elimizdeki son verilere göre, her çağın kendi sonunu içinde taşıması gibi, aşk da kendi sonunu içinde taşıyor. Basit bir kaza gibi başlaması ve diğer canlılara göre kısa bir süre yaşaması onu değerli yapıyor olmalı. Aşkı da tarihi okuduğumuz gibi okuyabiliriz. Zamanın ruhuna göre şekil alabilen bu canlı aldığı her yeni formda eskinin de tüm mirasını genlerinde taşır. Zaman geçtikçe değersizleşmiş olsa da her seferinde can acıtmaya devam etmesi de bundandır.
IV.
Tarihi her zaman bir son duygusu ile okuruz. Her şey çok uzun zaman önce olup bitmiştir ve artık değişemez. Bu bir bakıma doğrudur da... Hannibal sonsuza dek kaybetmiş, Roma sonsuza dek kazanmıştır. Ancak yeni antik kaynaklar ya da yeni başka bulgularla birlikte yeni bir yorum olasılığı da her zaman açıktır. Roma çok önce kazanabileceği bir savaşı bir düşmana ihtiyacı olduğu için uzatmış olabilir, Hannibal ihanete uğramış olabilir, belki de yalnızca bir yağmur yağmış ve bir at çamura saplanmıştır. Evet, Hannibal yenilmiştir ama neden ve nasıl yenildiği bilgisi her an değişebilir. Tam da bu yüzden tarih ölü bir yaratık değil, ölümsüzce nefes alan bir canlıdır.
V.
Aşık olduğumuzda da buna benzer bir etki ile karşı karşıya kalırız. Bu kez tarihçilerin ya da arkeologların bulduğu yeni bir kaynak ya da buluntu yoktur; kişisel tarihimizi değiştiren tek şey O’nun hayatımız için yepyeni olan varlığıdır. Evrende amaçsızca ölüme doğru savrulan varlığımız yerine oturan bir parça ile bütünlük ve anlam kazanır. Daha önce olan ne idiyse; iyi ya da kötü, talihli ya da şanssız, şok edici ya da sıradan... Yaşamımızın tüm anları yeni bir yorum ile gün ışığında parlamaya başlar. Aşk, uzun sürmüş bir yağmurdan sonra güneşin tüm dünyayı, yani onun tüm varlık ve nesnelerini yepyeni bir ışıkla aydınlatmasıdır. Artık hepsinin, her şeyin hiç kullanılmamış bir anlamı vardır: Kişiyi O’nun karşısına çıkarmış olmak. Aşkı bu kadar büyüleyici yapan şey de geleceğinizi değil geçmişinizi değiştirmesidir en başta.
VI.
Ama artık bunun basit bir kimya meselesi olduğunu, büyüsünü kaybeden dünya sayesinde biliyoruz. “başlangıçta bir melek konduğunu/sonunda bir kelebek öldüğünü” de. Bu ışıltılı ve biraz da sahtekar kelebeğin ölümünün bizi bu kadar yaralamasının nedenlerinden biri de şudur: Geçmişimiz tekrar tekrar çökmeye başlar. Onu her kurmaya çalıştığımızda daha da şiddetli çöker. Bu yüzden de her şeye en baştan başlamamız gerekir. Artık tarihsiz bir toplum gibi havada uçuşan, dağılmış bir varlığa dönüşürüz ve bu atlatmamız gereken bir felakettir artık. Dünyamıza doğru yaklaşan, kehanetlerin binyıllardır haber verdiği kuyruklu yıldız ona çarpan yok edici bir göktaşına dönüşmüştür. Biz de Hannibal gibi, yaşamımızın tüm çağlarında bir kez daha yenilmişizdir.
VII.
Benjamin’in tarih meleği bir miktar çarpıtmayla gözlerini aşka doğru dönebilir mi? Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir melek: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş, yüzü geçmişe çevrili. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennetten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe doğru sürüklenir. İşte aşk dediğimiz şey, bu fırtınadır.
VIII.
Tom Robbins’in Ağaçkakan romanında sorduğu anlamsız bir soru bu noktada yardımcı olabilir: Aşkı kalıcı kılmanın bir yolu var mıdır? Anlamsız olması tamamıyla retorik olmasından gelir. Kalıcı olmayan bu fırtınada sağ kalmanın tek yolu ise aşkı dönüştürmek gibi görünüyor. Aşkın kişilerini Zizek’in yoldaş-mahluk olarak kavramsallaştırdığı simbiyoz bir çoğul-canlıya dönüştürmek, büyüsü akıl ile ölmüş bir dünyada en mantıklı seçenek olabilir. Ancak bunun içinde bir daha o fırtınaya asla yakalanmamak gibi kötü bir bedel vardır.
Comments