Belki umutsuzluğa bir pansuman
Seda Ateş
"Umutları yeşertmenin tek bir ihtimali varsa, onun hem bireysel hem de toplumsal yüzleşmeler olduğuna işaret ediyordur belki de Ayfer Tunç bu üçlemede yer alan romanlar aracılığıyla" Seda Ateş, Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi ve Osman özelinde Ayfer Tunç edebiyatı üzerine yazıyor.
Çorak Ülke’de ayların en zalimi nisandır. Çünkü nisanda, insan beyhude umutlanır, kendi iradesi dışında vuku bulan bir yenilenme ihtimaline bel bağlayıp da hüsnüzan eder, hayat yalanlarına kapılır. Şimdinin çorak ülkesinde, umutları besleyen hayallerin köpürtülüp köpürtülüp de klişelerden kurtulmayı vadeden yepyeni bir gelecek klişesine takılıp kalmaktan öteye gidemediği yerde, beyhude umutlardansa kopkoyu bir umutsuzluğu yeğlemeliyiz belki de.
Gelgelelim bu hayat bu umutsuzluğu kaldırmıyor. Umudun olmazsa yaşayamazsın diyen, umudu iradi bir şey gibi gören aslında hayatın kendisi değil tabii, çevresi. Umudu olmayana mağlup gözüyle bakılıyor; sanki umudu olanlar mağlubiyetlerini reddedip bambaşka olanakları mümkün kılabilmişler, kendi enkazlarını kaldırıp şimdinin ve geleceğin bambaşka bir potansiyelini açığa çıkarabilmişler, umutlarına varacak yolun taşlarını tek tek döşemeye gönüllü olup tek bir kuru dalı olsun yeşertebilmişler gibi. Halbuki romanlarda böyle değildir. Bilhassa az sonra bahsedeceğim Ayfer Tunç romanlarında.
Ayfer Tunç’un bütün yapıtları, bile isteye ya da değil, bir büyük anlatının parçalarını oluşturur. Yazdığı her metin bağımsızlığını korurken diğer yandan da öncekilere eklemlenip külliyatını bütünler. Tunç aynı temaları ve karakterleri yeniden ele almayı, bağlamı değiştirerek karakterlerin bakış açılarını da değiştirmeyi, karakterleri ve olayları başka karakterlerin gözünden de anlatmayı sever.
"Edebiyat bir ihtimalin simülasyonudur"
“Edebiyat bir ihtimalin simülasyonudur. Gerçekleşmesi halinde nasıl davranacağımızı düşünmemizi sağlar,” diyordu leziz söyleşi kitabı Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler’de. Edebiyatımızda ihtimalleri çoğaltmayı, metinlerini birbirleriyle etkileşime sokmayı dert edinen yazarların başında gelir Tunç. Gelenekle bağını asla koparmadan modern yapılar inşa ederken tür klişelerine dair ezberimizi bozar, aslolan hikâyenin türü ya da biçimi değil kendisidir.
Bu büyük anlatının her bir parçası toplumsal hafızadan, toplumun her katmanındaki iktidar mücadelesinden, yüzleşilemeyen bir geçmişten, şiddetten, travmalardan, ikiyüzlü vicdan muhasebelerinden ve marazi bir merhametten nasibini almıştır. Tunç’un bütün kitaplarını adeta birbirine teğelleyen bu topyekûn kötülüğün içinde parıldayan karakterlerinin ise bir başka ortak noktası daha vardır: umutsuzluk.
Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan romanlarından biri olan Osman, Ayfer Tunç’un 1992 yılında Kapak Kızı’yla başladığı, 2010’da Yeşil Peri Gecesi’yle devam ettiği nehir roman serisinin (şimdilik) sonuncusu. Bir erkek dergisine verdiği çıplak pozlarla bu anlatı evreninin tam merkezine yerleşen Şebnem’in hayatının bir şekilde dokunduğu karakterleri tek tek cımbızlayarak, neredeyse 1980’lerden günümüze uzanan bir memleket tahliliyle harmanlayan Tunç’un anlatısının bir sonraki halkasında ana karakterin kim olacağı ise şimdiden okurlar arasında tartışma konusu.
Tunç’un 2004’te yeniden gözden geçirip düzenleyerek yayımladığı Kapak Kızı, bir tren yolculuğuna, kısacık bir zaman dilimine, dünyaları sığdırır. Şebnem’in çıplak fotoğraflarını dergide görüp hayatlarını sorgulamaya başlayan Selda, Ersin ve Bünyamin’in anlattıkları üzerinden romanın esas kahramanı, yani Şebnem ustalıkla inşa edilmiştir. Şebnem’in akrabası olan, yıllar boyunca kendini Şebnem’den üstün gören Selda, fotoğrafları gördükten sonra ömrü boyunca güvenli sularda yüzdüğünü, etrafına duvarlar ördüğünü ve aslında kazananın Şebnem olduğunu fark eder. “Şu yaptığıyla en dibi göze almış olduğunu gösterdi bana. Sonuna kadar giderim, umurumda bile olmaz, dedi. En dip neresiyse oraya kadar. Dibi göze almazsan hiçbir yere varamazsın. Böylece benim hayatımın anlamını da sıfırlamış oldu. Zaten bir anlamı da yokmuş," diyen Selda yenilgisini kabullenir.
Şebnem’in fotoğraftaki keskin bakışı Ersin için bir ayna olur, yaptığı işi bulunduğu çevreyi sevmeyen Ersin tam da bu tren yolculuğuna çıkarken hayatını değiştirmeye karar vermiştir.
Romanda iyi aile çocuğuna tekabül eden Ersin ise Şebnem’in amcasının oğludur. Ayrıca bir zamanlar âşık olduğu Şebnem’in bedenine ilk dokunan, onu ilk öpen erkektir. Ancak cesur davranamayıp arkasında duramadığı bu aşk asla itiraf edilemeden biter. Şebnem’in fotoğraftaki keskin bakışı Ersin için bir ayna olur, yaptığı işi bulunduğu çevreyi sevmeyen Ersin tam da bu tren yolculuğuna çıkarken hayatını değiştirmeye karar vermiştir. Fotoğraf sayesinde yaşadığı sorgulamanın sonucunda ise “hayat tembeli” olduğunu kendine itiraf edip umutlarını gömecektir.
Bünyamin, romanın ana mekânı olan yemekli vagonun garsonudur. Bünyamin’in Şebnem’le ilişkisi dergide gördüğü fotoğraftan ibarettir. Bu fotoğraftaki çıplaklık, Bünyamin’in kendi hayatına dair kimi kuşkularını açığa çıkarır. Uzun zamandır karısının başka bir adamla ilişkisi olduğundan ve hatta doğacak çocuklarının da bu adamın çocuğu olduğundan şüphelenen Bünyamin, bu fotoğraf vasıtasıyla çaresizliğini fark etse de yolculuğun sonunda arkadaşına karısının hamile olduğundan bahseder. Kendi iç muhasebesini yapmış, sıkışıp kaldığı hayatını ve erkekliğinin öyle ya da böyle onaylanmasını, betimlenemeyen bir güzelliğin vereceği umuda yeğlemiştir.
2010’da yayımlanan Yeşil Peri Gecesi’yle söz sırası Şebnem’e gelir. İlk kitapta örtük bir biçimde hikâyesine tanık olduğumuz Şebnem’in ağzından anlatılan hikâye, Şebnem’i özyıkıma taşıyacak olan yüksek enerjinin ritmiyle yazılmıştır. Yayımlandığı dönemde “bugünün romanı” olarak tanımlanan Yeşil Peri Gecesi, hem anlattığı olayların yaşandığı zamana dair ipuçları barındırmasıyla, hem de dönemin ruhunu apaçık yansıttığı temalarıyla gerçekten de zamana ayna tutar.
Mağdur olmak cesur olmaktan daha kolaydı!
“Yetmiş iki saat önce” hayatının en önemli kararını vererek kendini mahvetmeyi ve bu yolla intikam almayı seçen Şebnem’i bu karara götüren olaylara geçmişe giderek tanıklık ettiğimiz roman, tüm topluma yayılan ikiyüzlülüğü öncelikle aileden başlayarak gözler önüne serer. Babasının geçirdiği bir kazadan sonra hayatta kurban konumuna yerleşen, annesinden miras güzelliğini bir lanet gibi taşıyan Şebnem şöyle der: “Ben hayatta bir kurban olarak var olmuştum. Kurban olmayı kabul etmeyebilirdim. Ama etmiştim. Dünyaya kurban edilmeye hazır gözlerle bakmak, hayır demekten daha kolaydı. Mağdur olmak cesur olmaktan çok daha kolaydı.”
Sakat kalmış babası, babasını amcasıyla aldatan ve Şebnem’i terk eden annesi, asla sevgi göremediği babaannesi, yatılı okuldaki İngilizce hocası, kendisinden on beş yaş büyük sevgilisi Ali, kocası Osman, ve Osman’ın kardeşi Teoman Şebnem’in hayatını karartan ve hepsiyle hesaplaşmak istediği karakterlerdir.
Şebnem ilk olarak İngilizce hocası Seçkin Bey’le macerasının ardından başarısız intihar girişimiyle mağdur olmanın kolaylığını keşfeder. Sevgilisi Ali’nin kendisini terk edip gidişiyle intikam almak için Phoenix dergisine çıplak pozlar verir. Bu fotoğraf çekiminde tanıştığı Gün, kısa sürede Şebnem’in en yakın arkadaşı olur ve onu hayatının en son travmasına sürükleyecek Osman’la tanıştırır. Teoman’ın nişanlısının dayısı İstanbul Emniyet Müdürü Uluçmüdür, Şebnem’in geçmişteki çıplak fotoğraflarıyla Teoman aracılıyla Şebnem’e şantaj yaparak onunla birlikte olmak ister. Tecavüzle sonuçlanan bu şantaj Şebnem’in nihai kararıyla, kendisini yok ederek diğerlerinden intikam alma planıyla sonuçlanır. Bu plan sayesinde, Kapak Kızı’ndan tanıdığımız Selda’nın yardımıyla Uluçmüdür’ü ifşa eden Şebnem’in hikâyesi, mutlu denemese de iyimser bir sonla biter, en azından okurun içini soğutur.
“Nihayet başarmıştım. Sefilliğimin üçe katlanmasına hayır diyebilmiştim. Mağdur olmaktan çıkmıştım. Eylemci olmuştum,” diyen Şebnem kendi hayatı pahasına intikamını almıştır almasına, fakat geçmişiyle gerçekleştirdiği bu hesaplaşmada geleceğe dair umutların hiç payı yoktur, çünkü Şebnem’in umudu yoktur.
Geçtiğimiz yıl yayımlanan Osman’la hikâyeyi başka bir bağlama taşıyan Ayfer Tunç, bu kez özyıkımın bir başka halini, pasif halini anlatır. Osman’ın günlüklerinden, bu günlükleri tesadüfen ele geçirmiş birinin Osman’ı tanıyanlarla yaptığı röportajlardan, e-postalardan ve mektuplardan oluşan roman yine bir sonla, Osman’ın ölümüyle açılır. İntihar mı kaza mı olduğu pek anlaşılamayan bu ölümün ardından bize aktarılan hikâye tüketim toplumuyla birlikte iyice palazlanan hedonist neslin bir temsilcisi olarak görebileceğimiz Osman’la birlikte bir devrin de yok oluş hikâyesidir.
Mirasyedi, yakışıklı, iyi giyinmeyi bilen, mühendis ama mühendislikle pek ilgisi olmayan, kitap yazmaya heves eden, müzik tutkunu ve güya müzisyen Osman da tıpkı Şebnem gibi ilk travmalarını otoriter bir babanın tahakkümü altında geçen çocukluk yıllarında yaşamıştır. Babanın ölümünün ardından kardeşi Teoman’la paylaşılan servet, hayat acemisi Osman’ın elinde çarçur olur. Çok âşık olduğu karısı Şebnem bile hayata tutunmasına yetmez, çünkü Osman için karısı da aslında sahip olduğu diğer şeyler gibidir. Maddi varlığıyla birlikte yavaş yavaş kendi de tükenmeye başlayan Osman bu çöküşte bütün değerlerini, sevdiklerini, hayallerini de tüketeceğini bildiği halde, durumu değiştirmek için hiç çaba göstermez.
İşlerin asla iyiye gitmeyeceğini bilerek acının gerçekliğine teslim olurlar. “Geçmişteki henüz hesaplaşılmamış gelecek”te umutlarının mayası olabilecek bir şey kalmamıştır.
Hayatı boyunca geçmişiyle boğuşmuş, neredeyse bütün var oluşunu geçmişle hesaplaşma olasılığı üzerine kurmuş Şebnem’in aksine Osman bütün hayatını inkâr ederek ve farkında değilmiş gibi davranarak geçirir. İkisinin de, üstelik birlikte, dibe vurmuş olmaları onları birbirlerine bağlayan en önemli unsurdur. Çaresizce kendi sonlarına hazırlanırlarken, hayatlarında umudun kırıntısı bile yoktur. Geleceğe eklemleyebilecekleri, yaşadıkları hayatın içinden çıkarıp dönüştürerek umuda zemin hazırlayabilecekleri bir öze ulaşamayacaklarını bilirler. Çünkü ikisi de geçmişleriyle yüzleşememiş, çocukluklarından taşıyıp getirdikleri ve sonunda hayatlarına mâl olan travmaları atlatamamış, üzerine yerleştikleri koskoca enkazın günün birinde kendilerini de yutup gideceğinin farkında olarak yaşamışlardır hayatlarını. İşlerin asla iyiye gitmeyeceğini bilerek acının gerçekliğine teslim olurlar. “Geçmişteki henüz hesaplaşılmamış gelecek”te umutlarının mayası olabilecek bir şey kalmamıştır.
Bu kopkoyu keder, Tunç’un bir kurtuluş ihtimalini bile çok gördüğü bu karakterler, trajedinin özündeki umutsuzluğu korumak için değildir belki de. Belki de bu umutsuzlukta politik bir bakış vardır. Belki de bu nehir romanlarda giderek yaldızları dökülen, renkleri solan, yok olup giden hayatlara paralel olarak bir devrin kapanışını, Eski Türkiye'nin son yıllarını, kimi yok olan kimi yeni yeni türeyen sınıfları, sızdırdığı kötü kokular gittikçe kesifleşen ikiyüzlü bir toplumu da anlatan Tunç, umutları yeşertmenin tek bir ihtimali varsa onun da hem bireysel hem de toplumsal yüzleşmeler olduğuna işaret ediyordur. Belki de bütün bu romanlar, umutsuzluğumuza bir pansumandır.
Comentários