Şu hayatta seni en çok zorlayan kitap hangisi oldu?
Agustinus’un İtirafları bu günün insanına neleri itiraf ediyor?
Töre Sivrioğlu, bu ay Litera Edebiyat için, Aziz Agustinus’un “İtirafları” üzerinden tarihsel bir çağ eleştirisi yapıyor.

Kırk beş yaşındayım ve meslek gereği çok kitap okumak zorunda kaldım. Hatta bazen “bu hayatta en çok neyi özlüyorsun” diye soranlara “kitap okumayı” diyorum. Bu cevabı verince tanıdıklar tabii ki şaşkın şaşkın yüzüme bakıyorlar; zira yakın arkadaşlarım neredeyse bütün gün kitap okuduğumu bilirler. Ama benimki bir dil sürçmesi değil, okuduğum kitapların ezici çoğunluğu işim gereği okumam gerekenler. Mesela şu anda Delhi Sultanlığı hakkında bir proje hazırlamaktayım. O nedenle Delhi Sultanlığı ve Babürler hakkında ne yazılmışsa, ister ilgi duyayım isterse duymayayım okuyorum. Şöyle “bu da neymiş” diye merakla elime bir kitap alıp okumayı çok özledim. Dilerim ileride bu maksadıma nail olurum.
Ama biri bana şöyle bir soru sorsaydı “hayatta seni en çok zorlayan kitap hangisi oldu” diye, şu anki bilgimle vereceğim cevap çok net: Aziz Augustinus ‘un İtirafları….
Şimdi şöyle sorabilirsiniz, bu kitapta okuru zorlayan ne olabilir, sanatlı dili mi? Yoğun felsefesi mi? Hayır, beni yoran Augustinus‘un pişmanlıkları ve bu pişmanlıklarını okuyucuyu bezdirinceye kadar sürekli tekrarlaması. Bir insan kendinden, geçmişinden, yaşadıklarından ve içinde yetiştiği kültürden bu denli mi nefret eder? Genelde Batılılara has bir nitelik olan kendi kültüründen nefret etme eğilimi, özeleştiri öğelerini de beslediğinden bazen faydalı olabiliyor. Ama bu ölçüde bir nefret gerçekten de ruhbilim dünyasının ilgi alanına girmeli bana kalırsa.
Augustinus‘un itirafları cahilliğin kutsanması ile başlamakta. Özet olarak “sen kendini bilmedin mi, nefsine hakim olamadın mı, dünyanın döndüğünü bilsen ne fayda” mantığıyla karşı karşıyayız. Ardından Augustinus hiçbir şey bilmeyen cahil bir Hristiyan’ı kozmosun tüm kurallarından haberdar bir gökbilimciye tercih edeceğini söylüyor. Zira o cahil insan aklını, ruhunu ve vicdanını şu çok bilen bilim insanları gibi kirletmemiş. Bizde de cahilliği öven rektör, dekan bölüm başkanları vb. demek ki farkında olmadan Augustinus‘un ruhunu şâd etmekteler. “O yüzden Güneş’in, Ay’ın hareketlerine meraklı şu Manicileri, Hellen astronomlarını falan boş verin. Onlar ruhumuzun açlığına merhem olamazlar. Bu açlığı ancak inanç giderebilir” demekte. Bu açıdan bilimle din neden aynı amaçla buluşmasın, insan bilerek de dindar olabilir iyimserliği de Augustinus için uzak bir yol. Daha doğrusu bilginin onun için önemi yok.
Öte yandan Hristiyan olmak da Augustinus‘un dünyasında hayli zor. Augustinus’a göre Hıristiyan olmak günahla doğmayı, yaşamın temelinin günah olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor. Hepimiz günahkârız… Bebekler bile! Onlar da arzuyla annelerinin memelerine yapışıp iştahla süt emmiyorlar mı? Ağızlarını meme emmek için kocaman açmıyorlar mı? Açlık, yemek, iştah bunlar günaha çağrı. İnsan daha anne karnında günahkâr oluyormuş, anne onu karnında günahlarla besliyormuş. Bir anne-babanın ilk büyük korkusu olan bebeğin iştahsızlığı, anne sütünü reddetmesi Augustinus’a göre neredeyse “erdemli bir davranış”. Tüm insanlık Augustinus gibi düşünseydi demek ki homo sapiens sapiens’e daha baştan veda edecektik. İnsan, iyi ki paleolitik çağdaki atalarımız bu türden “erdemli” düşüncelere kendilerini kaptırmamış diyor.
Sonuç olarak buradaki akla göre var olmamız başlı başına bir günah kaynağı. Bizler günahın tecessüm etmiş haliyiz. Peki, o halde ne yapmalıyız? Varlığımızın izlerini minimuma indirmeli ve bir an önce bu maddi âlemi terk etmeliyiz. Kadınsak erkeklerden; erkeksek kadınlardan uzak durmalıyız. Ya da hepsi birden... Ama kadınlar başka bir kötü, onlar tanrı ile aramızdaki en büyük engeller. Çeldiricilikleri ve kötülükleri ile Tanrıya ulaşmamıza mani oluyorlar. Bir erkeğin kadına dokunması mubah değil (Epistula i ad Corinthus 7/28). Karısı olmayan bir adam tanrısal buyruklar üzerine daha rahat kafa yorar. Tanrıyı hoşnut etmenin yollarını arar. Ama evli bir adam dünya işlerine dalar ve karısını hoşnut etmenin yollarını arar.
Augustinus‘un annesi Hristiyan’dı (ama gençliğinde Augustinus onun inancını “kibirden” küçümserdi). Babası ise pagandı. Doğal bir adam olarak oğlunun ilk kez ereksiyon olduğunu duyunca babası çok sevinmişti. Sağlıklı bir oğlu vardı ve soyu devam edecekti. Hâlbuki genç Augustinus utancından kıpkırmızı olmuş, suçluluk duygusu içinde kendi kendini yiyordu. Cinsellik onun için utanç kaynağıydı. Gerçi gençliğinde sevgilileri oldu ve cinsellikten artık utanmadığı bir ara dönem yaşadı. Evlendi ve bir oğlu bile oldu (ileride tüm bunları bir zaaf olarak görecektir).
Kadınlar, evlilik, cima bunlar hep kötü şeylerdi ama bir yandan da kötülüğün olmadığını bilmeliydik! Aslında kötülük diye bir şey yoktu, kötü sandıklarımız da Tanrı’nın işiydi. Her şey iyiydi uyumlu olmasalar bile. Kafanız mı karıştı? Benim de öyle… Şöyle anlatalım. Mesela Augustinus küçükken, Hıristiyan annesinden Tanrı’nın varlığını öğrenmişti. Pagan öğretmenleri onu sürekli döverken sürekli annesinin Tanrısından yardım isterdi. Ama annesinin Tanrısı ona hiç yardım etmedi. Nasıl olur da sevgiyi temsil eden Tanrı böyle masum bir yavrucağa yardımcı olmadı? Çok basit, bu dayaklar küçük Augustinus‘un iyiliği içindi. Bu dayaklar sayesinde Pagan hocalardan ve paganizmden nefret etti ve doğru yolu buldu. Maazallah bu dayaklar sırasında Tanrı ona yardım etse ve dayak atan hocaları şefkatli kılsa o zaman Augustinus paganizme sempati duyabilirdi (olay çatısı hakikaten ismi lazım olmayan bir tv kanalının bol dumanlı dizileri gibi…).
İşte bu iyiliğe hizmet eden kötülükler Augustinus‘un dört bir yanını sarmış durumdaydı. Antik kültür hepten kötüydü… Ya şu hilkat garibesi tanrılar, köpek kafalı Anubis mesela, insanlar nasıl olup da asırlarca bunlara tapınmıştı? Ya şu nefret edilesi Hellen dili! Homeros ezberlemek için boşa harcanmış yıllar. Yok, Aeneas Troia’dan kaçıp Kartaca’ya gelmiş, yok orada Dido ona âşık olmuş. Bir sürü ıvır zıvır. Tüm bu saçmalıklar yüzünden genç Augustinus senelerce Tanrı’nın ışığından uzakta kalmıştı. İçi asker dolu tahta at, Creusa’nın hayaleti bir sürü saçmalık yüzünden Tanrı’dan uzaklaştıkça uzaklaşmıştı.
İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Dünya felsefe tarihinin büyük temsilcilerinden biri olarak kabul ettirilmeye çalışılan Augustinus‘un aldığı eğitime yaptığı yorum bu. Mitlere inanmaması mühim değil ama onları bir simge olarak da göremiyor. Aeneas’ın yolcuğunun ve Dido’yu terk etmesinin Roma vatanseverliğini beslemek için icat edildiğini göremiyor ya da görmek istemiyor. Mitleri derinlemesine incelemek yerine -ki ondan önce bunu yapan sayısız insan varken- uyduruk boş masallar olarak bir çöp sepetine atıyor. Peki ya kendisinin doğru kabul ettiği kutsal metinlerin, Ezekieller’in, Samsonlar’ın, Musa’ların hor gördüğü Aeneas’tan ne farkı vardı? Onlar hangi rasyonel süzgeçten geçmişlerdi, ya da geçmişler miydi? O, bu konuya değinmiyor.
Augustinus koskoca klasikler eğitiminden her nedense hep cinsel içerikli olanları anımsıyor. İşte şu zinacı Zeus, sürekli kadınların peşinde ve onu örnek alan erkekler de bu nedenle zina işliyorlar (bunların cinsellikten ziyade totemlerin ve ulusların kökenlerini açıklama gayesi güden mitler olduğunu düşünmüyor). “Pagan öğretmenler sürekli bizlere bunları öğretip duruyorlardı, bu günah şarabını içmeyi reddettiğimizde ise dayak yiyorduk” diye hayıflanıyor (mağdurluğun tarihi temalı doktora tezleri bu kitapla başlayabilir).
Hakkını yemeyelim. Augustinus bütün antik mirası reddetmiyor. Bütün bu saçmalıkların biraz faydası oldu diyor. Üç beş terim, sözcük öğrenmiş. Bir de her şeye rağmen Platon’a, Aristoteles’e kötü söz edemiyor. Ama keşke şu akılılar akıllısı Platon’da biraz gerçek tanrı aşkı olsaydı. Şefkat ve merhametten biraz anlasaydı. Akıl vereceğine biraz da huşu içinde insanın içini titretseydi. İnsanın acizliğine azıcık gözyaşı dökseydi.
Augustinus çok çile çekmiş çok günah işlemişti. Ona Platon’un aklı değil huzur lazımdı (bir Türk bestecinin böyle bir şarkısı olduğu aklıma geldi). Bu nedenle pişmanlıkla doluydu. Ne yapmıştı? Neydi bu korkunç günahları? Küçükken armut çalmıştı. İlk gençlik yıllarında her yaşıtı gibi o da sevmiş ve sevilmişti. Sevdiği kadınlarla sevişmiş ve bu çok hoşuna gitmişti. Para kazanmak için hitabet (retorik) dersi vermişti (yani alnının teriyle para kazanmıştı). En kötüsü de her gün tiyatroya gitmişti ve tragedyalara bayılıyordu. Günah dolu yaşam diye saydığı bunlar.
Augustinus‘un çilesi bu kadarla kalmıyor. Kendisine zorla öğretilen Homeroslar, Vergiliuslar’ın yanı sıra bir tüm gençliğini tiyatro oyunlarında harcayıp gitmesini adeta bir takıntı haline getirmiş. Bir zamanlar tiyatroya bayıldığını utanarak, sıkılarak sayfalarca anlatıyor. Tiyatro yüzünden şehvani ve şeytani duyguların esiri bir zavallıya dönüşmüş. Hatta günümüzde kaybolduğu için bizim asla izleyemeyeceğimiz nice oyunu izleyebilmiş olması da cabası. Yüzyıllar içinde kaybolmuş nice edebiyat şaheseri ve felsefi başyapıtı okuyabilme şansına erişmesi de insanı kıskançlıktan çıldırtabilir. Mesela saygıyla andığı Cicero’nun günümüze ulaşmamış başyapıtlarından olan Hortensius’u baştan sona defalarca okuyup ezberlemesini düşünelim. Alman filozof J. Gottfired Herder, bazıları Hıristiyanlarca yok edilmiş kimisi de yangınla, savaşla yitip gitmiş bu klasik metinlere sayfalarca ağıt yakmıştı. O ve zamandaşları Augustinus ‘un zulüm olarak gördüğü metinlerden bir sayfanın bir köşede keşfedilmesi için canını vermeye razıydı. Şu tanrısal Sophokles’i düşünelim. 123 (yüz yirmi üç) oyun yazmıştı ama sadece yedisi günümüze geldi. Bu kadar az oyunuyla onun dilinden Oidipus’un çilesini, Elektra’yı tanıyoruz. Tanımakla kalmıyor insanlığın ruh dünyasını onların penceresinden açıklamaya çalışıyoruz. Ya oyunların bütünü günümüze gelebilseydi. Kim bilir doğamız, kim olduğumuz hakkında daha neler öğreteceklerdi bizlere… Ama gelemediler, neden? Çünkü Augustinus ve ardılları, “boş verin bu saçma sapan şeyleri” deyip durdukları için. Bu metinleri ya yaktılar, ya çürümeye terk ettiler. Aralarından pek azı, pek az örneği koruyup saklamaya gayret etti. Gülün Adı romanındaki Baskervilleli Guillermo gibi. Ama çoğu bunu yapmadı. Başka hiçbir açıklaması yok.
Otuz yaşından sonra Hıristiyanlığa dönüş yapan Augustinus‘un hikâyesi aslında tam bir orta sınıf bunalımı öyküsü. Çeşitli platformlarda, “ezilenlerin, mazlumların dini” olarak yorumlanan Hıristiyanlığın aslında bir orta sınıf krizinin yansıması olduğunu ısrarla söylüyorum. Asıl fakir, fukara olanlar, ezilenler paganlardı. Hıristiyanlığın öncüleri elit ailelerinin anlam arayışına girmiş iyi eğitimli, mutsuz çocuklarıydı. Augustinus da onlardan biriydi. Mükemmel bir eğitim almış, şiir yarışmalarında birincilik kazanmıştı (sonradan bu birinciliğinden utanarak yarışma ödülünü İsa’nın alnını kanatan tacına benzetecekti). İstese Kartaca valisi olabilirdi. Tanımış bir retorik hocasıydı. Sayısız sevgilisi olmuştu. Hayat boyu hiç sıkıntı çekmemişti. Sonunda anlam arayışının karanlık dehlizlerine daldı ve bir daha da oradan çıkamadı. Önce Maniciliğe, gizemciliğe yıldız falcılığına kendini kaptırdı. Akıllı bir dostunun “sen koskoca bir retorik hocasısın ne işin var falcılarla büyücülerle” demesiyle kendine geldi. Ama büyüden ve faldan uzaklaşmak onu aklın sıkıcı dünyasına yöneltmedi. Başka türlü bir mistizmi keşfettiği annesinin dinine döndü. Her “mürtet” gibi eski inancına (Maniciliğe) ateş püsküren birine dönüştü. Aristokrat kökenli bir adam olarak bir konuda fikirleri hiç değişmedi; nasıl ki insanlar Tanrı’ya boyun eğiyorlarsa, halkın da hükümdarlara boyun eğmesi gerektiğini savunmaya devam etti. Bu açıdan tutarlı bir demokrasi karşıtıydı.
Netice olarak kendisi tüm gençliğini antik zamanların renkli ve canlı dünyasında geçirdikten sonra tüm bunlardan bıktı ve gençleri bu yaşam biçimine karşı uyaran bir tebliğciye dönüştü. Verdiği öğütler mitolojiden, tiyatrodan, farklı dinlerden olan insanlardan uzak durmayı salık verdi. Hem de çelişkili biçimde kendisi tüm gelişimini bunlara borçluyken. Kendisini yetiştiren koşulları kendinden sonraki nesillere çok gördü. Onları bunlardan mahrum etmeye ve korumaya kendini adadı. Neticede Hıristiyanlar sonraki yüzyıllarda bir Augustinus ölçüsünde adam yetiştiremediler. Augustinus paganların hazır okullarında yetişmiş kültürlü kişileri devşirerek oluşturulmuş Hristiyan entelektlerinin son parlak temsilcilerinden biri oldu. Membaa (pagan dünya) kuruyunca bir daha böyle adamlar da yetişmez oldu. Geriye sadece samimi dindar ama entelektüel açıdan boş adamlar kaldı.
Augustinus sadece bu mesajları vermedi elbette, katı bir hiyerarşiden yanaydı. Halk yöneticilere, kadınlar kocalarına, oğullar babalarına sadakatte kusur etmemeliydi. Bir çocuk babası sofraya oturmadan ve yemeğe başlamadan, susuzluktan ölse bile su içmemeliydi. Kadın kocası, ahlaksızın önde gideni de olsa bir gün düzelir umuduyla buna sabır göstermeli, kocasına asilik etmemeliydi vb. Asırlar boyunca Avrupa’da bu metinler örnek bir yaşam olarak nice nesle ezberletildi ve kafalarına kazındı.

Yazı aslında bitti ama bu denli benzerlik üzerine bir iki kelam edemeden duramadım. Aziz Augustinus’a okurken Müslüman dünyadan da Celal Âl-i Ahmed aklıma geldi. O da Augustinus gibi dertsiz tasasız orta hatta yüksek sınıftan bir ailenin çocuğuydu. Gençliğini Paris’te bohem bir yaşamla ve Marksistlerle kol kola beyhude harcayıp durduktan sonra birden bire nasıl boş bir yaşam sürdüğünü keşfederek “özüne dönmüştü”. Meşhur kitabı Garpzedeler hem tanınmışlık, hem de sıkıcılıkta İtiraflarla yarışabilir. Neticede Celal Âl-i Ahmed de Fars dilinin ustasıydı ve Batı kültürü konusunda hayli bilgili biriydi. Onun Marksizm’le ve nihilizmle olan macerası Augustinus’un Maniheizm ve Hellenistik felsefe ile olan serencamına çok benziyor. Her ikisi on yıllar boyu kaybettikleri iç huzurunu arayıp durmuştu (zaten huzursuz bir ruh huzur arar). Tüm dünyayı gördükten sonra da aslında anahtarın burunlarının dibinde olduğunu ama onu bunca sene göremediklerini fark etmişlerdi. Her ikisi de geçmişte ana/ata inancına kibirleri yüzünden burun kıvırmışlardı. Augustinus gençliğinde Kitab-ı Mukaddes’i okumuş ama “Cicero’nun muhteşem dili yanında bu kuru anlatımlı İbrani masallarının ne önemi var” diyerek kibre teslim olmuştu. Âl-i Ahmed de molla dedelerinin yanında yetişmiş ama o da “kibrinden” Marksizm’e yönelmişti. Hatta bu kibirli tavrından bir kibirli sınıf (müstekbirler) teorisi bile çıkarmıştı.
Sonuçta ata/ana dinine döndüklerinde, biri Maniheizm’in ve Hellenistik kültürün öbürü de Marksizm’in ve Batı kültürünün baş düşmanı olmuşlardı (neticede gençliklerini bunlara kaptırmış mağdurlardan söz ediyoruz). Her ikisi de kadın hakları, seküler yaşam ve eşitlik arayışlarının en büyük düşmanlarına dönüştüler. Hatta Augustinus‘un tiyatro takıntısını andırır biçimde Âl-i Ahmed de sinemaya takmıştı. Örnekler bile aynı: gençler namaza duaya vakit ayıracaklarına sinemada kovboy filmleri izleyip durmaktaydılar. Aralarında neredeyse iki bin sene olan bu iki adamın bu denli birbirlerine benzemesi huysuz ihtiyar Hegel’in tarihte her olay iki kez yaşanır sözünü hatırlatmıyor değil.
Neyse okuduğum en bunaltıcı kitap (hatta iki kitap) hakkındaki görüşlerimi özetledim. Bu yazı da benim için bir tür itirafnameye dönüştü diyebilirim.
Zevkle okudum