Sarayın öteki yüzü
Ümran Avcı, Aziz Gökdemir ile son romanı İmparatora Veda üzerine söyleşti: “Tarihi yedi düveli ne güzel inletmişiz gibi bir duygu yaşama amacıyla okumuyorum; beni daha çok atlar tepişirken sınırların iki tarafında da arada ezilen eşekler ilgilendiriyor”
Ümran Avcı
İç İçe Geçmiş İstanbul Öyküleri (1988), Gökyüzü Defni (2013) ve Yangından Sonra (2019) kitaplarıyla tanıdığımız Aziz Gökdemir, bu kez İmparatora Veda romanı ile okuru selamladı. Sırtını tarihe yaslayan Gökdemir, Muradlar dönemini mercek altına aldı. Ancak bunu günümüze yakın bir tarihe taşıdı ve karşımıza; Adidas eşofmanlı, Ray-Ban gözlüklü sıra dışı bir padişah çıkardı… Romanda, masum bir çocuğun diktatöre dönüşümünü, güç zehirlenmesini anlattı.
Washington’da yaşayan Aziz Gökdemir; “Tarihi yedi düveli ne güzel inletmişiz gibi bir duygu yaşama amacıyla okumuyorum; beni daha çok atlar tepişirken sınırların iki tarafında da arada ezilen eşekler ilgilendiriyor” diyor.
Saray anlatısının ötesinde, kabul odalarının, merasimlerin arkasında neler olup bittiğini yazmak istediğini ifade eden Gökdemir ile hem İmparatora Veda’yı hem de edebiyatı konuştuk.
IX. Murad, okurların karşısına ilk kez Öykü Gazetesi ile 2016’da çıkmıştı. Sonrasında öykü romana dönüştü ve 400 sayfalık İmparatora Veda adıyla hacimli kitap haline geldi… Hikâye ve dil yıllar içerisinde nasıl bir gelişim, değişim gösterdi?
Öykünün adı “Dokuzuncu Murat’ın Merakı”ydı (o zaman “t” ile yazıyordum) ve birkaç yıl sonra ufak değişikliklerle romanın yaklaşık olarak orta noktasına “Merak” adıyla gelip yerleşti. Birçok öykünün öncesini sonrasını deşmek gereksiz bir çabadır ve metne bir şey
katmaz. Örneğin Jack London’ın bence muhteşem “Yüz Karası” (“Lost Face”) adlı öyküsünde Subienkow’un geçmişi ilk paragrafta kısaca özetlenir, hasmı Makamuk’un öykünün zaman diliminin ötesine taşan istikbali de en sondaki birkaç cümleyle halledilir.
Bundan fazlasına gerek yoktur çünkü öykünün amacı, anlatmak istediği hikâye, bu iki kişi arasında (en azından iki taraftan biri ve bazı okuyucular açısından) sürprizle sonuçlanan çatışmadır. London, oldukça iyi bilinen bir tarih diliminin içinde yer alan ve gerçek hayatta örneklerini bolca bulabildiğimiz iki kişi yaratmış öyküsünde. “Merak”ta ise öykü geleneğinin hazmedebileceği fakat aynı zamanda geliştirilmeye açık kapı bırakan belirsizlikler vardı.
Olayların ortasında (in medias res) dâhil olduğumuz hikâyede bir yandan Dördüncü Murat dönemini anımsatan içki yasağı, sokakta kementle idamlar, diğer yandan gökyüzünde düzenli aralıklarla uçan uçaklar neyin nesiydi? Dörtten dokuza nasıl gelinmişti? Bir yandan tanıdık, bir yandan bildiklerimizle uyuşmayan bir şehirde, bir ülkede olduğumuzu hissettiren irili ufaklı birçok şey vardı öyküde.
Öykünün sonunun farklı yönlere çekilebilecek şekilde yazılmış olmasını bir yana bırakalım –çünkü bir roman da böyle bitebilir ve herhangi bir “eksiklik” duymayız– alıştığımız padişah hatta şehzade portreleriyle uyuşmayan gencecik bu padişahın bu öyküdeki belirdiği âna gelene kadar başından neler geçtiğinin deşmeye değer, oldukça zengin bir alan olduğunu düşündüm. Öyküdeki Eyasu ve Feyza için de büyük ölçüde geçerliydi bu. “Başından” başlayıp “Merak”ta anlatılan noktaya geldiğimde hikâyeye benim için en önemli kişi olan İfe’yi ve başkalarını da katmıştım. Yazar olarak o noktada eliniz kolunuz bağlı demeyeyim ama –sonuçta matematik formülü değil bu– yarattığınız kişilerin ve başlattığınız olay silsilesinin olabildiğince tutarlı açılımlarını izleyerek devam ediyorsunuz. Biraz içgüdü, biraz kumar.
Dile gelince, işi çok fazla abartmadan günümüz dilinden biraz kopuk bir hava vermek, bugün az kullandığımız ama çoğumuzun tamamen unutmadığı sözcüklere yer vermeye çalıştım. 1940-60 arasında yayımlanmış sözlükler bazen yardıma yetişti. Romanda yer alan resmi beyanlar, gazete haberleri, dönem anlatıları gibi metinler içinse iyiden iyiye eski sözcüklere yöneldim. Bununla birlikte romanda yıllar ilerledikçe insanların konuşmasına biraz daha modern bir dilin hâkim olmasına çalıştım, çağa uyan ve nihayet dil devrimi gerçekleşen bir ülkeyi anlattığım için.
Murat’lar dönemini günümüze uyarlayarak anlatıyorsunuz… Sadece geçmişe değil, günümüzdeki yozlaşmaya, çarpık kentleşmeye de esaslı göndermeler var… Kaymakamın kahvaltı sefası için polisin sahili kapatması mesela… Lider, sadrazamı yanına alarak televizyonlara çıkıp “Çernobil şu, bu, bizim çayımız iyidir” diyerek çayı höpürdeterek içiyor… Zamanla “hayalet” denilen beyaz arabalar çıkıyor sahneye. Yakın tarihimizdeki beyaz toroslar ve gözaltında kaybedilenleri hatırlıyoruz yeniden. Yaşanan hukuksuzluklara karşı “ülkede bunları yazmaya cesaret edecek gazetelerin olmayışı…” Tarih hep mi tekerrür eder diye sordurtan benzerlikler…
Evet, az önce “Yüz Karası”ndaki olayların geçtiği dönem için “oldukça iyi bilinen bir tarih dilimi” dedim. Nasıl İstanbul Boğazı’nın yüzeyinde ve derinliklerinde iki farklı akıntı varsa, İmparatora Veda'nın anakronik saltanat hikâyesini kazıdıkça altından çoğumuzun gayet iyi hatırladığı ve gayet yakın olan tarihimiz çıkıyor.
Şehzadelerin ölüm korkusunu çok iyi hissediyoruz romanda. Sultan Murad, küçüklüğünde sapanla kuş vururken, 4 yaşında bir çocuğun katili olmaktan korktuğunu anlatıyor. O duygunun zamanla yok olduğunu itiraf ederken, “Sonradan kaybettim, kaybetmek zorunda bırakıldım” diyor. Rakel Dink’in bir bebekten katil yaratmak sözü geliyor yeniden akıllara…
İnsanlığın evrildiği noktada liderler asla temiz kalamıyorlar, bunu da tespit etmek lazım. Diktatörleri, hele çocukluktan astığı astık, kestiği kestik bireyler haline gelmeleri amaçlanan diktatörleri sınıflandırmak kolay ama büyük umutlarla başa geçen, geçmişi toplumun ezilmişlerine özveriyle yardım örnekleri içeren Barack Obama gibi bir insanın bile korkunç bir seçim yapmak zorunda kaldığı gün geliyor... Harıl harıl aradığınız iki kişiyi bir düğüne giderken yakalıyor gökteki göz. “Garantili” olsun diye düğün evini vursanız kaç sivil ölecek? Arabayı vurmaya çalışsanız arabada başka kimler var? Yolun kenarında oynayan çocuk olabilir mi? Sonuçta Obama, Bush’un neredeyse on katı (563’e 57) İHA saldırısına onay verdi, her birini “tali kayıp” olasılığı açısından inceleyerek. Bebekten katil yaratanlar ve katil olanların ötesinde tüm insanlığı sorgulamak gerekiyor sanırım.
İmparatora Veda'da dikkat çeken bir başka unsur da kurgu…
Sanırım Murat Belge’ydi; onun “vüzera-vükela” diye özetlediği saray anlatısının ötesinde, kabul odalarının, merasimlerin arkasında neler olup bittiğini yazmak istedim İmparatora Veda'da, bir yanda; diğer yanda da yüksek duvarların ötesindekileri. Bugüne kadar
okuyan birçok kişiye oldukça titiz ve planlı bir kurgu izlenimini verdiğini biliyorum fakat bu kesinlikle baştan hesap-kitap yaparak yaratılan bir kurgu değil. İlk sorunuzu cevaplarken söylediğim gibi öykü yazdığımda sonradan ortaya çıkacak romanın ne başını biliyordum ne de sonunu. Şansıma, öyküyü oldukça hacimli tutmuş, karakterleri yaratmak için çok emek harcamıştım; o sayede arka planda şekillenen biyografileri, o kişilere romanın başını ve ilk bölümlerini oluşturan ivmeyi kazandırdı. Sona gelince, kitaptaki 2000-2001 yıllarına gelinceye kadar hikâyeyi nasıl bitireceğimi bilmiyordum. Kurgu sürecinin o dönemini keyifli olarak nitelendirebilirim. Normalde yazmaktan keyif alan bir insan değilim, bunu o çerçevede söylüyorum. Başlarda tam olarak nedenini bilmeden ektiğiniz tohumların pek beklemediğiniz yerlerden filizlendiğini, bazı şeyleri ilk anda aklınıza gelmeyecek şekilde bağlayabileceğinizi fark ediyorsunuz. Bütün bu süreçte yanıma kâr kalan, kitabın arka planını ve bel kemiğini oluşturmak için okuduğum, Beykoz’un tarihçesinden kahvenin çeşitlerine, mimari ekollerden köle ticaretine, Zeynep Hatun’dan Füruğ’a sayısız konu ve kitap oldu. Tabii ki “Ulysses” gibi bir kitap yazmaya çalışmıyorsanız bunları romana boca etmek veya sürekli göndermeler
yapmak gibi bir dert yok, ancak tortular girebiliyor metne. Ve buna rağmen İmparatora Veda'da yeterince, belki haddinden fazla kardeş metin parçaları, gizli değinmeler, nazire, şu bu var.
Kudret-devlet-birey ilişkisi çok iyi irdelenmiş. Ben sadece romanın ana karakterlerinden Eyasu’nun şu cümlesi ile örneklendirmek istiyorum; “Bayrağın kumaşı mukaddes olabilir ama sopası kalındır, acıtır.” Romandaki bu ilişki üzerine konuşalım isterim…
Ülkemizde olsun, dünya genelinde olsun, dibi olmayan bir konu küpü bu. İnsan otoriteye ihtiyaç duyuyor, alternatifi, sürdürülemez bir kaos olduğu için. Ama kudret öyle güçlü bir mekanizma ki, züccâciye dükkânına dalan fil gibi; nazik olmaya çalışırken bile bir şeyleri
deviriyor, tahrip ediyor. Hele iki veya daha fazla fil karşı karşıya gelirse, seyreyleyin gümbürtüyü. İnsanların hayatını her gün etkileyen şeyler hakkında yazmayı bir sorumluluk olarak filan görmüyorum, başka türlü konular hakkında yazmayı hayal bile edemiyorum.
Bu arada Osman Konuk’un bir dizesi varmış: “Her bayrak bir sopaya bağlıdır.” Bunu geçenlerde Nuray Önoğlu’ndan öğrendim. Benzer bir düşünceyi ifade ederken sözcük sayısını en aza indirmiş, bir şairden bekleneceği gibi.
Tarihe merakınızı biliyorum… Tarih mi, kurmaca mı diye sorsam?
İkisi de, ikisi birden, yan yana. En az edebiyat (daha doğrusu kurmaca) kadar, belki ondan da fazla, tarih okuyorum. Tabii –herhalde yazdıklarımdan da anlaşılıyordur– tarihi yedi düveli ne güzel inletmişiz gibi bir duygu yaşama amacıyla okumuyorum; beni daha çok atlar tepişirken sınırların iki tarafında da arada ezilen eşekler ilgilendiriyor. Sevdiğim çoğu kurmaca eserin geniş veya dar çerçeveli tarihe yaslanması tesadüf değil herhalde. Örneğin Gürsel Korat, Güvercine Ağıt; Colson Whitehead, Nickel Çocukları; Jennifer Egan,
Manhattan Plajı; Orhan Pamuk, Sessiz Ev; Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak; Fuat Sevimay, Kapalıçarşı; Ian McEwan, Kefaret; Daniel Mason, Piyano Akortçusu (yalnız Türkçe çevirisi eksiklerle dolu ve genel olarak çok kötü); Arthur Phillips, The King at the Edge of the World (sanırım hâlâ Türkçesi yok, oysa ülkemizde çok ilgi çekeceğine eminim). Saymakla bitmez.
İmparatora Veda üzerinden hikâyenin gücü ve etkisini de konuşmalıyız bence. Sonuçta padişah, hikâyenin sonunu öğrenebilmek için kendisine başkaldıran kadına göz yumuyor…
Bu gücü Decameron’da da Birbir Gece Masalları’nda da görmüştük. Hayatın gündelik akışında da öyledir. Başından geçenleri en iyi hikâye edenin dinleyicisi çok olur…
Neredeyse insanlık tarihi kadar eski herhalde, toplanıp hikâyeler anlatmak. Açıklayamadıkları olaylara kılıf uydurmaya çalışmakla başlamış olmalılar. Hikâyenin gücü ve etkisi derken tabii dilin gücünü teslim etmeliyiz başlangıç noktası olarak. Milyonlarca yılda kazanabildiğimiz bu beceriyi gerçekten son derece etkili bir biçimde kullananlar var. Aslında bu konuştuğumuz olguyla ilişkim biraz garip. Okumak benim için aynı zamanda tam bir sessizlik demek. Yazının icadından önceki devirlerde yaşasaydım herhalde ateşin etrafında otururken dikkatim dağılır, anlatılan hikâyenin bir kısmını kaçırırdım...
Sultan Murad’ın İfe’ye söylediği: “Artık belirsizlikten sıkıldım. İstikrar ve huzur bekliyorum hayattan. Hakkım değil mi bunlar?” İmparatorluğu yöneten padişahın bu sözleri ne kadar ironik… Kendi huzur beklentisini halkına çok görmesi… Arzuladığı hayatın tezatı bir hayatın mimarı olması… Yasaklar, baskınlar ve bir çırpıda verdiği ölüm fermanlarıyla yaşamı nefes almaktan ibaret hale getirmesi…
Herkes bir şeylerden şikâyetçi. İçinde bulunduğumuz çelişkileri fark edemiyoruz veya fark etmemek işimize geliyor. Ülke idare eden kişiler katmanını ele alırsak, tabii ki bu çelişkiler çok daha geniş bir çevreye zarar verir hale geliyor o zaman. Ve Murad gibi bir adama kimse bunu söyleyemeyeceği için durumun düzelmesi mümkün olamıyor. Farkında olmamak, tezatlara aldırmamak ve bunun sonucundan etkilenmemek herkesin erişimine açık olmayan bir lüks kategorisi. O kategoriye bedelini ödeyerek geçiş yapmak da bir seçenek elbette.
Polisiye romanlara meraklı, tercüme büroları, vehimler… Abdülhamit’i de hatırlatıyor…
Evet, kamuya mal olmuş kişilerden “ödünç” alınan çok şey var İmparatora Veda'da. Değindiğiniz merak, ilgi alanları, şüpheler bunların en bariz olanlarından biri.
Roman boyunca Rilke’den T.S. Eliot’a, Baudelaire’den Füruğ Ferruhzad’a selam gönderiyorsunuz… “Alıntıların Kayıt Defteri”nde de isim isim açıklamışsınız. Adalet Ağaoğlu ile Aziz Nesin’e de teşekkür bölümünde ayrı bir başlık açmışsınız. Hem okura bir okuma rotası hem de büyük bir incelik…
Yazarlar, metinler arasında duygudaşlık aramak, bulmak, zaman zaman da üstü kapalı nazirelere başvurmak yerine adlı adınca alıntılamak hoşuma gidiyor. (Tesadüfen örtüşmeler de olabiliyor, yukarıda andığım Osman Konuk şiiri gibi.) Hatta bir şiirin, öykünün ya da şarkının yegâne esin kaynağını oluşturduğu öykülerim var. Tırnak içine aldığım bir dizeyi ya da cümleyi kaynağıyla birlikte kitabın sonunda belirtmeyi, özel önemi varsa teşekkür bölümünde öne çıkarmayı her şeyden önce sorumluluk olarak görüyorum. Bu ayrıca kitaba emeği geçenlere teşekkür etmek için bir fırsat. Amerika’da yayımlanan kitaplarda teşekkür bölümü çok yaygın; belki bazı başka ülkelerde de öyledir. Bizde akademik yayınlar dışında çok az yerde rastlıyorum. Genelde sosyal medya aracılığıyla teşekkür ediliyor kitap çıktığında. Tabii bu teşekkür her zaman dürüst olmayabilir; kitap yazacağım diye ailenize birkaç yılı zehir etmişsiniz, bulaşıktı, çocuğun altını değiştirmekti hep eşinizin üstüne yıkılmış, veya çocuğunuzla iki dakika vakit geçirmemişsiniz, ondan sonra “en kıymetlim,” şu bu... Amerika’da teşekkürü abartanlar da oluyor. Çocukluk arkadaşınızdan başlayıp çilekeş postacıyla ve nişasta otlandığınız komşunuzla devam ederek nihayet evin köpeğiyle bitiriyorsunuz. Her şeyi kararında bırakmak lazım...
Söyleşiyi William Saroyan’ı anmadan ve bu konudaki emeğinizi konuşmadan sonlandırmak istemem. Aras Yayıncılık’la birlikte altı kitaplık William Saroyan dizisini yönettiniz, pek çok eserini Türkçeye kazandırdınız. Saroyan’ın sizdeki yerini sormak isterim.
Her şeyden önce, Aras Yayıncılık’ın Saroyan dizisinin bir ekip çalışması olduğunu bir kez daha vurgulamak lazım. Ayrıntılarını daha önce Gazete Duvar’dan Sibel Oral’la konuşmuştuk. (https://www.gazeteduvar.com.tr/onemli-olan-tek-sey-yazmasiydi-ve-yazdi-william-saroyan-haber-1520788). Gölgede kalmış veya bizde gözden kaçmış yapıtlarını bulup yayımlanmasını sağladığım ve bazılarını çevirdiğim doğru ama Saroyan’ın çevirmenleri olarak birçok kişiyi anmak gerekecek; önümüzdeki yıllarda çıkacak kitaplarla bu çevirmenlerin sayısı da artacaktır.
Bunun ötesinde bende yerini sorarsanız, yazdıklarını dikkatle okuyan, bazılarını çeviren biri olarak, onun artık tanıdık sesinin bana huzur verdiğini, bana bu tür “okuma huzuru” yaratan sayılı yazarlardan olduğunu söyleyebilirim. Belki daha önemlisi, Saroyan birçok değerli insanla tanışmama vesile, bir cins köprü oldu. Bu da az şey değil, yeni dost edinme eğrisi genellikle aşağılarda bir yerde seyreden benim gibi birisi için.
Comments