Azize mi, proto feminist mi? Bingenli Hildegard
Dikkat çekici bir proto-feminist mi, yoksa bilgelik teolojisinin tanrıçası mı? Töre Sivrioğlu bu yazısında, kadın besteci Hildegard von Bingen’in yaşamından yola çıkarak kadınların Batı klasik müziğindeki etkin tarihsel rolünü anlatıyor.
Mahir Ünsal’la birlikte yaptığımız podcast serisinin 72. bölümünde (Müzik Larousse) batı klasik müziği üzerine konuşurken dikkat çektiğimiz iki husus vardı. Birincisi batı müziğinde kayıt tutma konusuna verilen önem, ikincisi ise kadınların da besteci ve yorumcu olarak bu müzikte doğuya nazaran çok daha etkili olmalarıydı. Bu yazımda yukarıdaki vurguların adeta üzerinde kristalleştiği bir besteciyi tanıtacağım. Bingenli Hildegard…
Hildegard’ın adına ve resmine ilk olarak filozofları anlatan Filozoflar Yaşam ve Eserleri (1) kitabında rast gelmiştim. “Bu da kimmiş” diye okurken “bu ismi ben nereden biliyorum” diye de kendi kendime sormuştum. Eve döndüğümde cd’lerimi şöyle bir karıştırdığımda. Yine aynı isimle karşılaştım: Hildegard von Bingen.
Hildegard herhalde tarihin en ilginç kadınlarından biri. On parmağında on marifet olan Rönesans insanlarını müjdeleyen biri. 1098 yılında bugünkü Almanya’nın Mainz bölgesinde Bingen’de varlıklı ve soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya geliyor ve 1179’da hayata gözlerini yumuyor. Tabi o zaman daha “Almanya” falan ortada yok. Kutsal Roma (Germen) İmparatorluğu’na bağlı prenslikler var. Küçük Hildegard tuhaf bir çocuk. Enteresan rüyalar (vizyon) görüyor. Geleceği doğru tahmin ediyor. Beş yaşında babasının ağılında doğum yapan sığırların hangi renkte yavru doğuracağını biliyor vb. Babası kızının yaşıtları gibi olmadığını fark ettiğinde onu bir manastıra göndermeye karar veriyor. Levililer kitabında “her şeyin onda biri tanrıya aittir” yazması da babasının bu kararı vermesine yol açmış, zira Hildegard ailenin onuncu çocuğuydu. Böylece babası tarafından 8 yaşında Disibod Manastırı’na teslim ediliyor.
12. yüzyıl azizeler çağı. Bu dönemde Avrupa’da saygı gören dini liderlerin %40’ı kadınmış. Soylu ailelerin bir kısmında kızlarını manastıra gönderme eğilimi var. Bu sayede onlar için çeyiz hazırlama derdinden kurtuluyorlar ve topraklarını oğullarına bırakarak olası mülk parçalanmalarının önüne geçiyorlar. Gerçi manastırlar da zaten fakir fukara kızları kabul etmiyormuş. Zenginlerden bağış istiyorlar. Ama bu, her hâlükârda damatlar için ayrılan drahomadan düşük olduğundan babalarca tercih edilebilir bir miktar. Sonuç olarak baba ne kadar zenginse manastıra kapatılan kız çocuğu da kendisine o denli iyi bir konum elde edebiliyor. Tamamen çulsuz olan ailelerin manastıra bıraktıkları kızlar ancak getir götür işlerine veriliyor. Ama Hildegard gibi güçlü ailelerin kızları manastırda Latince okuma yazmayı öğrenip müzik eğitimi alabiliyorlar. Ki Hildegard Latincesi pek iyi olmasa da çok sayıda teoloji metni kaleme almış ve yüz kadar da dini bestesi var. Vizyonlarını ve görüşlerini yazdığı kitaplar dönemin en güzel minyatürleriyle süslü. Bunları da onun çizdiği iddia edilse de muhtemelen profesyonel bir çizeri vardı. Öte yandan ilginç bir yönü de –belki de başkaları okumasın diye- kendine has bir alfabe (lingua ignota) geliştirmesiydi. Kişisel notlarını bu yazıyla yazardı.
Anonim eserlerde bestelerinin müzikte zamanın kalıplarını aşan bir yaklaşıma sahip olduğunu okuyoruz.(2) Ama Aykut Köksal’ın müzik tarihi üzerine kapsamlı çalışmasında Hildegard anılmıyor.(3) Harmonai Mundi’nin Sacred Music adlı serisinde de Hildegard’ı listeye almamışlar. Bunlardan anladığım Hildegard’ın müzikte kendi çağını aşan yeni kalıplar belirlemediği… Buna karşın ben Hildegard’ın eserlerinin yer aldığı iki cd’yi dinledim. Barbara Zanicehelli’nin seslendirdiği ilahiler (antiphona) melodik olarak çok güçlü değiller ama kulağa hoş geliyorlar. Benim favorim ise muhteşem bir ilahi olan O ignis spiritus paracliti.(4) Hildegard çağının müziğini reform etmemiş olabilir. Ama bunca yüzyıl sonra bile dinlenen eserler bırakması yeterince övgüye mazhar.
Manastırlar genelde filmlerde ve edebiyatta bir tür hapishane gibi gösterilir. Bu imajda doğruluk payı var. 8 yaşında manastıra kapatılan Hildegard’ın ailesinden koparılmasına nasıl bir duygusal tepki verdiğini bilemiyoruz. Manastır çocuklar için büyük travmalar yaşanan bir yer olmalı. Ancak orta zamanlar dünyasında manastır aynı zamanda “kadın sığınma evi” olarak da işlev görmekteydi. Kocalarından, genel olarak erkeklerden ya da tümüyle dünyadan yılmış kadınlar manastıra sığınıp İsa’yla evlenerek hemen hemen erkeksiz bir hayat sürebilmekteydiler. Tek mesele bu kararın artık dünyayla olan tüm bağların radikal biçimde kesilmesi anlamına gelmesiydi. Ki Hildegard manastırı terk eden kadınlara karşı oldukça sert söylemlerde bulunmuştur. “Bunlar şeytan tarafından ayartılmış, dış dünyanın çirkefine kapılmış kadınlardı”. Yani bir süre erkeksiz bir şekilde kafanızı dinleyip azıcık kendinize geldikten sonra yeniden sosyalleşme gibi bir seçeneğe sahip değildiniz. Başka bir deyişle ademoğlundan bir şekilde kurtuluş mümkündü ama İsa ile evlendiğinizde bu evlilik sonsuza dek sürmekteydi.
O dönemdeki tartışmalardan biri de sadece ve sadece kadınlara ait ayrı manastırlar olması talebiydi. Bu talep, Hildegard gibi kadın ruhbanlardan geliyor ama Kilise bu talebe direniyordu. Zira manastırların inşası, su kuyusu ve kanalların açılması, tamirat, tarımsal faaliyetler için erkek gücüne ihtiyaç duyulmaktaydı. Ayrıca sadece kadınların olduğu bir manastır haydutların saldırısına uğrayabilirdi.(5) Buna rağmen Hildegard sadece kadınlardan oluşan manastırların inşası için çaba sarf etmiş ve bunu başarmıştır. 1150 yılında Hildegard 18 rahibe ile birlikte Disibod Manastırı’nı terk edip Aziz Rupert adlı salt kadınlara has manastırını kurmuştu.
Latincesi zayıftı. Kendisi de bunu itiraf etmişti ve Latince uzmanı Volmar adlı bir adamdan destek almaktaydı (bu bir çelişki olarak görülebilir). Yine de salt kadınlara ait bir manastır talebi zamanında erkeklerin hâkim olduğu Kilise hiyerarşisine bir tepki olarak görülmüştü. Bu nedenle benim adına ilk kez rastladığım Filozoflar, Yaşamları ve Eserleri kitabı da dahil çoğu metinde Hildegard “proto-feminist” bir düşünür olarak gösterilmekte. Ancak yaşamı hakkında ayrıntılı araştırma yapanlar bu düşüncede değil.(6) Hildegard bütün yazılarında “kadının zayıf ve günahkâr olduğunu, Havva’nın günahının tüm kadınların boynuna yüklendiğini; hatta Tanrı’nın kadını zayıflığı sebebiyle daha dindar yaptığını” savunmaktaydı. Hayatı boyunca kadınların erkeklerle eşit olduğuna dair tek bir yorumda bulunmadığı gibi kadınlarla erkeklerin eşit olduklarını savunan Kathar mezhebine karşı engizisyonun verdiği mücadeleyi aktif olarak desteklemişti. Evliliği önemsemeyen Katharlar ona göre şeytanın dipsiz kuyusundan çıkmış heretiklerdi. Öte yandan kadınların erkeklerin bulunduğu ortamda konuşmalarının hoş görülmediği bir dönemde erkek ruhbanların Kilise işlerini yeterince ciddiye almadıklarını savunan vaazlar vermesi bazı feminist kuramcıların Hildegard’a önem vermesine neden olmuştur. Ama bu mevzuyu yorumlamak zor. Zira Hildegard aslında Kilise’nin liberal tutumlu erkeklerini eleştiren katı dogmatik ve ahlakçı bir kadın olarak ılımlılığa itiraz etmekteydi. Durum biraz İran sinemasındaki manzaraya benzemektedir. Bu filmlerde genelde her şeyden bıkmış bir molla dinsel kaidelerden uzaklaşmış gençlerin “hatalarını” hoş görme ya da hiç görmeme eğilimindeyken, adanmış pasdarancı bir kadın en katı şekilde ahlaki müdahalede bulunur. Erkekleri de aynı katı ahlaki tutumu takınmadıkları için azarlar. Hildegard’ın erkeklere haddini bildirdiği vaazlar biraz böyle.
Hildegard’ın gerçekten dinsel bir adanmışlık içinde olduğu kesin. Rüyalarında sürekli olarak Tanrı’yı ve İsa’yı demirden, alevden vb. bir tahtın üzerinde görmekte ve bu rüyaları adeta gerçekmiş gibi yaşamaktaydı. Bazen rüya ile gerçeği karıştırdığı da oluyordu. Halüsinasyonlar görmekte, korkunç acılar çekmekte, ölüm aşamasına varmaktaydı, histeri ve gözyaşı selleri bu vizyonları izlemekteydi. (Modern uzmanlar bunu migren krizlerine bağlamaktalar). Hildegard böylesine coşkun bir inanç ve adanmışlık dünyası içinde yaşarken Kilise hiyerarşisinin manastırların gelir-gider defterlerine gömülmüş memur kılıklı ruhbanları onu çileden çıkarmaktaydı. Vizyonlarını mektuplarla anlattığı kişiler onu “idare edilmesi gereken romantik biri” olarak görmekteydiler. Bir keresinde Hildegard rüyasında kendi çağının en büyük Kilise adamlarından biri olan Clairvauxlu Aziz Bernard’ı görmüştü. Aziz Bernard rüyada Güneş’e doğru yürümekteydi. Hildegard gördüklerinden o denli etkilenmişti ki gözyaşlarına boğulmuş biçimde uyanmış ve hemen bu deneyimini Aziz Bernard’a yazmıştı. Mektubunda vizyonlarından duyduğu heyecanı yansıtarak ulu kişiden kendisine bir yol göstermesini arzuluyordu. Aziz Bernard ise cevaben “Sevgili kızım benim sana ne faydam olabilir ki, Tanrıya dua etmeye devam et” gibi bir iki kuru lafla onu geçiştirmişti.
Kilise kayıtlarında erkeklerden oluşan hiyerarşinin son asırlarda yükselişe geçen bu heyecanlı ve samimi inançlı kadın mistiklerden rahatsız olduğunu anlıyoruz. Hildegard her gün böyle kişilerden mektuplar almaktaydı. Bu kadınlardan Schönaulu Elizabeth, Hildegard’a vecd haline girip durduğunu ve meleklerin kendisine sürekli haberler getirdiğini yazmıştı. Ama Kilise adamları onu da ciddiye almamaktaydılar. Bu mistikler de Kilise adamlarının Tanrı’nın ruhsal mesajını anlamaktan aciz kaba yaratıklar olduklarını savunmaktaydı. Dönemin teolojik kavgalarında Tanrının artık erkeklerden umudunu kestiği ve mesajını Hildegard ve Elisabeth gibi “kırılgan, narin dolayısıyla Tanrının mesajını daha iyi anlayıp yorumlayabilecek bir cinsi kendisine aracı olarak seçtiği” savunulmaktaydı. Bu alanda çalışan uzmanlardan Barbara Newman, Hildegard‘ın politik feminizmden ziyade bilgelik (wisdom) teolojisinin tanrıçası olmaya aday olduğundan söz etmekte.
Hildegard’ın seçkin bir aileden geldiğini söylemiştik. O ayrıca seçkinci biriydi. Manastırlara yoksul ve adsız şansız ailelerden kız çocukları almaya karşıydı. Ama sonuçta buna ikna oldu ve imparatorluğun el koyduğu eski bir Augustinusçu manastırı 1165’te fakir kızların kalacağı bir yer haline getirdi. Ancak Tanrının adamları ve kadınları arasında bile bir hiyerarşi olduğunu vurgulayacak şekilde kendi manastırı (Aziz Rupert) ile fakir kadınlara ayrılan Eibingen arasında net bir ayrım yapılmıştı. Bundan sonra kızlar ailelerinin sosyal konumlarına göre seçkinler ve avamların manastırlarına ayrılacaklardı.
Şu ya da bu özelliğini bu kadar asır sonra beğenmeyebiliriz ancak Hildegard örneği bu kadar eski zamanlarda böyle entelektüel bir kadının varlığı kültür tarihi araştırmaları açısından oldukça önem arzetmekte.
(1) Filozoflar, Yaşamları ve Eserleri, Alfa, İstanbul, 2021.
(2) Filozoflar, Yaşamları ve Eserleri, s.78.
(3) Aykut Köksal, barok Dönüşüm Müziğin Modernleşme Serüveni, Topos, İstanbul,2020.
(5) Alman rahibelerin hayali olan bu deneyim Türkiye’de Kredi Yurtlar Kurumu’nda da uygulanmaya çalışıldı. Karma yurtları tasfiye eden hükümetimiz bu kararın ardından Kız Yurtları’ndaki tüm erkek personeli de tasfiye etme kararı aldı. Plana göre kız yurtlarındaki tüm personel de kadınlardan oluşacak böylece “gayri ahlaki” tüm tehditler de ortadan kalkacaktı. Ama yurtlarda kadın kaloriferci, elektrikçi, tesisatçı, asansör tamircisi vb olmadığından bu çabalarında başarılı olamadılar (yurtlara erkek tamirci sokmaktaki isteksizlik ile son zamanlarda sıklaşan kazalar arasındaki bağ ayrıca incelenmesi gereken bir husustur). Neticede dış kapılara sadece kadın güvenlik görevlisi koyulmasının, mahallelerden gelip kız yurtlarının önünde huzursuzluk yaratan ergenler üzerinde bir etkisinin olmadığı anlaşıldı. Bir süre sonra bu uygulamadan vazgeçilip kapılara yine iri-kıyım erkek güvenlikçiler koydular.
(6) Bu yazıda en çok yararlanılan çalışma şudur: Halil Temiztürk, Bir Mistik Rahibe, Bingenli Hildegard, Eskiyeni, Ankara, 2019.
Comments