top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıŞule Tüzül

Bir yumurta kabuğunun hikâyesi

Şule Tüzül, Fatma Nur Kaptanoğlu'nun ilk romanı, Babam, Ev ve Yumurta Kabukları üzerine yazdı: "Kaptanoğlu, romanının ana kahramanı fotoğrafçı Bilge gibi, hepimize çok tanıdık bildik gelecek o hikâyelere odakladığı objektifiyle o hikâyelerin ne kadar önemli, ne kadar olağanüstü, hayatlarımızın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu anlatıyor."



Her şeyin her geçen gün hızlandığı, hızla tüketildiği, hızla yaşandığı bir çağın içinden geçerken nelerin yok olup nelerin geleceğe devam edeceği tartışmalarının odağında edebiyat ve kitaplar da var. Özellikle yapay zekanın kitap yazabildiği bir çağda edebiyatın nasıl yaşamını sürdüreceği merak konusu. Ben edebiyatın da kitap okumanın da asla ölmeyeceğini ama değişeceğini ve dönüşeceğini düşünenlerdenim. Yapay zekâ ürünü bir kitabı okuyup da sevebilir miyim bilmiyorum, pek sanmıyorum, çünkü edebiyat her ne kadar okuduğum eseri temel alsa da arkasındaki yazarın varlığı çok önemli. Yazarı hissedemediğim bir kitap edebiyat eseri midir? Edebiyat kelimelerin, cümlelerin altında kendini hissettiren yazar demek biraz da. Hem de bunu asla kendini belli etmeden, neredeyse kendini yok ederek yapan yazar demek. 


Başlamışken biraz daha ahkam keseyim. Edebiyat sınırı olmayan bir özgürlük alanı, yazar için de okur içinde. Sınırlarını sadece yazarın belirlediği bir dünya sunan eserin içinde yol alan okur da kendi belirlediği sınırlarda yol alıyor. Okur olarak kendinize edebiyatın sunduğu dünyada bir dünya yaratabildiyseniz bundan daha şahane bir özgürlük düşünemiyorum açıkçası. Anlamak sevginin giriş kapısı. Ne kadar anlarsanız o kadar sevebilirsiniz bu dünyayı. Edebiyat bunun için bulunmaz kaftan. 


Tüm bunları düşünmeme Fatma Nur Kaptanoğlu'nun geçtiğimiz Ekim ayında Can Yayınları'ndan çıkan romanı Babam, Ev ve Yumurta Kabukları vesile oldu. Kaptanoğlu 1993 doğumlu çok genç bir yazar. Kaplumbağaların Ölümü, Homologlar Evi, Ateşten Atlamak isimli öykü kitaplarından sonra Babam, Ev ve Yumurta Kabukları ilk romanı. 


Babam, Ev ve Yumurta Kabukları, 112 sayfalık incecik bir roman. Lise eğitiminden sonra sahil kasabasındaki evinden ve ailesinden ayrılıp, üniversite ve iş yaşamını büyük şehirde sürdüren, yıllar içinde ailesinden tamamen uzaklaşan romanın ana kahramanı ve ben anlatıcısı Bilge'nin hikâyesi. Babasının sağlık durumu nedeniyle yıllar sonra evine dönmek zorunda kalan Bilge, geçmişi, ailesi ve kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Çok tanıdık ve bildik bir hikâye. Ancak Kaptanoğlu'nun usta işi anlatımıyla edebi tadı yoğun, pek çok okurun ortak bir hesaplaşma ve yüzleşme yaşayacağı olaylar zinciriyle sarsıcı ve etkileyici bir hikâye. Kaptanoğlu, romanının ana kahramanı fotoğrafçı Bilge gibi, hepimize çok tanıdık bildik gelecek o hikâyelere odakladığı objektifiyle o hikâyelerin ne kadar önemli, ne kadar olağanüstü, hayatlarımızın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu anlatıyor.


Roman, genç bir kadın olarak çocukluğunun geçtiği eve gelen Bilge'nin evin önüne arabasını park ettiği sahneyle başlıyor. Şimdiki zaman kipinde anlatmaya başlıyor Bilge. Bilge ile birlikte evin, sahil kasabasının, kasabaya yakın şehrin ve hikâyenin içinde yol alıyoruz. Kitap çoğunlukla bir iki sayfadan oluşan kısa bölümler halinde ilerliyor. Birkaç bölüm uzun. Bazı bölümlerde şimdiki zamandan geçmişe dönüyoruz. Her bölüm bir fotoğraf karesi gibi. Her bölüm Bilge'nin yaşamından bir hikâye. Hikâyelerin toplamı bizi bir büyüme hikâyesine götürüyor. Romanlarında büyüme hikâyeleri anlatan başka bir yazarın, Figen Şakacı'nın sözü geliyor aklıma: büyümeme inadının hikâyesi, diyor büyüme hikâyeleri için. Bilge'nin hikâyesi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. 


Kaptanoğlu'nun hem bu kısa hikâyelerin hem de ana hikâyenin içinde bıraktığı boşluklar ve muğlak alanlar okuru hikâyeye dahil ediyor. Çünkü fazla söze gerek yok, hikâyeleri okur olarak biz tamamlayabiliriz, hepimizin hikâyesi bunlar, birkaç sade cümle her şeyi hatırlamamıza, her şeyi anlamamıza yetiyor. 


Bilge olabilecek en sade dille anlatıyor her şeyi. Kısa cümleler. Hiç süsleme, güzelleme yok. Anlatımın çok sakin bir ritmi var. İniş çıkışlar yok. Diyaloglar bile bu ritmin dışına çıkmıyor. Kaptanoğlu'nun ustalığı öncelikle burada kendini gösteriyor. Anlattığı hikâye hiç de o sakinlikte değil. İniş çıkışları, çarpışmaları, çığlıkları, korkuları, hezeyanları, kurumayan dokundukça acıyan yaraları olan bir hikâye. Tüm bunlar o sade cümlelerin içinden gösteriyor kendini. Romanın dili, Bilge'nin yaşadığı her duyguyu içimizde, Bilge ne kadar derinde hissediyorsa o derinlikte hissetmemizi sağlıyor. Bunda Bilge'nin yaşadığı pek çok şeyle ortaklık kurmamızın da payı var. Okurken en çok buna şaşırıyorum: Yazarla ve Bilge ile aramda neredeyse çeyrek asırlık bir yaş farkı var, ama neredeyse benzer şeyleri yaşamışız. Ev yaşamı, aile, anne, baba, kardeş ya da akrabalarla ilişkiler, sofradaki diyaloglardan adı konmayan sessizliklere, kahvaltıda yenen yumurta kabuğunun nasıl kırıldığından bir pazar alışverişine nasıl gidildiğine, her şey ne kadar benziyor. Düşünüyorum; tüm bunlar bizim coğrafyamıza özgü değil aslında, dünyanın bütün evlerinde aynı şeyler yaşanıyor, dünyanın bütün coğrafyalarında çocuklar aynı şekilde büyüyor, ve belki bu yüzden hepsi aynı inatla büyümek istemiyor, ve belki bu yüzden hikâyeler hep birbirine benziyor. Fatma Nur Kaptanoğlu o hikâyelerin içindeki minicik sıradan şeylerin hayatımızın en önemli meselelerinin temelini oluşturduğunun altını çiziyor. 


Örneğin ev. Ev nedir? Güvende hissettiğimiz bir yer değil mi? Peki ya güvende hissedemiyorsak, kaygılıysak, huzurlu olması gereken ama olmayan bir yerse ev, ev olmaktan çıkıyor mu? Ne oluyor o zaman? Ait hissettiğimiz mi bize ait olan bir yer mi? Sığındığımız mı kaçmak istediğimiz mi? Bizi biz yapan, kim olduğumuzu borçlu olduğumuz bir yer değilse ev ne olacak, nasıl var olacağız peki? Aşağıda yer alan şu cümlelerin çok tanıdık geldiği kaç kişiyiz bu dünyada, bence çok kişiyiz: 


"Evde ayakkabıyla dolaşılmaz, evde yüksek sesle müzik dinlenmez, koşulmaz, herkesin içinde ağlanmaz, en sevdiğin dizinin yeni bölümü babanın ekonomi haberlerine denk gelirse izlenmez, sigara içilmez, aşık olunmaz, kimi sevdiğin söylenmez, kimden nefret ettiğin anlatılmaz, uygunsuz bir saatte acıkırsan yemek yenmez, uykun yoksa bile babadan sonra yatılmaz, erken uykun geldiyse uyunmaz, pijamayla oturulmaz, ayıp. Evde ne yapılır peki? Bir evin ev olabilmesi için ne gerekir?"


Örneğin özgürlük. O sade cümlelerinin arasında bir yerde şöyle diyor Bilge: "Özgürlüğün çevremizdeki insanlarla anlam kazanması ne tuhaf." Anlatmaya devam ediyor, birkaç paragraf sonra şunu söylüyor: "Çünkü gerçek özgürlük, şartlar ya da konumlar ne olursa olsun bireyin yaşamının her alanına taşıyabildiği özgürlüktür." 


Örneğin baba. Ve örneğin anne. Kaptanoğlu, anne ve baba meselesini çok doğru yerlerden kadrajlayarak masaya seriyor; annelerin kutsallaştırılarak nasıl yaşamın minicik neredeyse görünmez noktalarına dönüştürüldüğünü, hem var olup hem nasıl bu kadar yok olarak yaşamak zorunda kaldıklarını, babaların sevmek konusundaki acizliklerinin arkasında yatan daha ağır daha büyük acizlikleri, tüm bunların nesilden nesile nasıl taşındığını anlatıyor. Tüm bu kısır döngünün içinde bir çocuk nasıl büyüyecek, nasıl özgür bir birey olabilecek? Edebiyat sorulara cevap vermez, soru sordurur, özgürlük tam da böyle başlar var olmaya... Kaptanoğlu çok güzel sorular sorduruyor okuruna. 


Yazıya başlarken edebiyatın dönüşeceğinden ve nasıl özgür bir alan olduğundan bahsetmemin nedeni Fatma Nur Kaptanoğlu'nun hem bu ilk romanının hem de öykülerinin hatırlattıklarıydı. Kaptanoğlu bundan on yıl önce (belki de hâlâ) bu ülkede romanda bu olmaz, öyküde şu kabul edilemez denilenleri yapıyor. Babam, Ev ve Yumurta Kabukları'nda sosyal medya yazışmaları, cep telefonu mesajlaşmaları yer alıyor. Anlatımına bir fotoğraf karesi ekliyor. Edebiyat parçalayan cümleler olmadan da, sıra dışı ve olağanüstü  olaylar olmadan da, edebiyat otoritelerinin çizdiği çerçevelerin dışına çıkılarak da iyi edebiyat yapılabileceğini gösteriyor. Babam, Ev ve Yumurta Kabukları'nı ne yapay zeka ne bir başkası yazabilirdi, sadece Fatma Nur Kaptanoğlu yazabilir, bu nedenle şahane bir edebiyat eseri. Edebiyat sezgi olmadan yapılamaz, ancak iyi yazarlar sezgilerini bir edebiyat eserine dönüştürebilirler.


Kaptanoğlu, yazınında önemli bir şey daha yapıyor. Hem romanında hem de öykülerinde kuir (queer) bireylere yer vermesine rağmen edebiyatının masaya yatırdığı meselelerden biri değil kuir yaşamlar. Yaşamın içinde, olması gerektiği gibi, doğal halleriyle varlar. Bu nedenle Kaptanoğlu'nun edebiyatını içinde kuir kahramanlar var diye kuir edebiyat kategorisinde değerlendirmek haksızlık olur bence çünkü onun edebiyatını daha dar bir alana kapatmış oluruz. Kaptanoğlu'nun kuir kahramanları kuir olmanın ne demek olduğunu anlatmıyor, insan olmanın ne demek olduğunu anlatıyor, hepimizi anlatıyor. Bu toplumda ve ailelerde kuir bireyin yaşadığı sorunlar kuir olmayanların da yaşadığı ortak sorunlar. Tüm sorunların temelinde birbirimizi olduğu gibi kabul edememek, ne kendimizi ne de karşımızdakini anlama çabası gösterememek var. Bencilliğimiz ve sorgulamadığımız kalıplaşmış kurallarımız var. Konuya bu açıdan bakılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde toplumun, iktidarların ve eril temsiliyetlerin sergilediği ayrımcı duruşa katkı vermekten öteye gidilemez kanısındayım. 


Kitap kapağındaki kolaj Fatma Nur Kaptanoğlu'na ait. Çok güzel, kitaba çok yakışan bir kapak olmuş. 


Babam, Ev ve Yumurta Kabukları, bir yumurta kabuğunun hikâyesi. Bence bir yumurta kabuğunun hikâyesi kabuğun içindeki civcivin, sadece onun, kabuğu kırması ile başlamalı. Oysa yaşamda her zaman öyle olmuyor maalesef. Kabukları başkaları kırıyor, hikâyeler başlamadan bitebiliyor. Fatma Nur Kaptanoğlu hepimizin hikâyesini yazmış Babam, Ev ve Yumurta Kabukları'nda. Okuru bol, yolu açık olsun. 


Herkesin kendi kabuğunu kendisinin kırabildiği bir dünya dileğiyle...


BABAM, EV VE YUMURTA KABUKLARI

Fatma Nur Kaptanoğlu

Can Yayınları, 2024

Tür: Roman

112 s.

留言


bottom of page