Balıkçı ve Oğlu
Peyman Ünalsın Gökhan, Zülfü Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu isimli romanı üzerine yazdı: "Aslında Livaneli’nin bu kitaptaki asıl odağı, son yıllarda bütün dünyada toplumun hassas olduğu göçmen meselesi."
“Belki de balıkçı olmamalıydım diye düşündü. Ama bunun için doğmuşum ben.”
Zülfü Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu isimli romanı, metinlerarasılık kavramına örnek teşkil edecek şekilde Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz isimli romanından bu alıntı ile başlıyor. Kitabın sonunda yer alan söyleşide de Zülfü Livaneli bu romanının, ortaokul lise yıllarına damga vuran Hemingway tutkusunun bir sonucu olarak ilk gençlik yıllarından beri bir deniz romanı yazma hayalinden doğduğunu belirtiyor.
Kitabın adı bende hep, denizin iyotuyla yıkanan, nimetlerinden beslenen, dalgalarıyla hemhal olan bir baba oğul hikâyesi okuyacağım izlenimi uyandırdı. Tıpkı Hemingway’in yaşlı adam Santiago’nun yılmadan usanmadan günlerce, yakaladığı büyük kılıç balığını köpek balıklarının hışmından korumak pahasına verdiği mücadeleyi anlattığı gibi bir umut hikâyesi bulacağımı düşündüm. Romanda umut var, yok değil. Ama Livaneli’ye ilham veren şiirsel dilin izlerini yakalayamadım ne yazık ki!
Ben Zülfü Livaneli’yi öncelikle müzisyen kimliği ile beğeniyorum. Bestelerinin hayranıyım. Dünya kültürünün genişlemesi konusunda yaptığı çalışmaları, üstlendiği vazifeleri takdir ediyorum. Bu konuda kendisini son derece faal buluyorum. Okuduğum ilk romanı Mutluluk. Sırasıyla Engereğin Gözündeki Kamaşma, Leyla’nın Evi, Sevdalım Hayat, Serenad, Kardeşimin Hikâyesi, Huzursuzluk romanlarını okudum. Okuduğum yıllarda kitaplarını beğenmiştim. Metinlerinde ele aldığı meseleler duygusal açıdan beni etkilemişti. Geriye dönüp baktığımda anlatıma, dile yoğunlaşmamış olduğum çıkarımına varıyorum. Serenad’da bazı bölümleri didaktik bulmuştum gerçi ama fazla da üzerinde durmamıştım. Edebi eserleri farklı dönemlerde okuduğumuzda onlardan aldığımız tat da değişkenlik gösterebiliyor. İlk okumada dikkatimizi çekmeyen bir özellik, ikinci, hatta üçüncü okumada dikkatimizi çekebilir. Ya da ilk seferde kulağımızı tırmalamayan bir bölüm, ikinci üçüncü okumalarda bizi rahatsız edebilir. Veya anlamsal farklılıklar da gözlemleyebiliriz. Aynı şey filmler için de geçerli. Bir sahnede görmediğimiz bir detayı ikinci üçüncü izlemede fark edebiliriz. Duvarda asılı olan bir posterin, masanın üzerinde duran bir anahtarın manâsını çözebiliriz.
Balıkçı ve Oğlu’nu okuduktan sonra daha önce okuduğum bazı kitaplarına tekrar hızlıca göz gezdirdim. Ve anladım ki kendimi Livaneli’nin müziğinin etkisine terk etmişim. Kitaplarında ele aldığı meselelerin önemi gözlerime mil çekmiş.
Tanrı anlatıcı, Balıkçı ve Oğlu’nu bizlere yalın bir dille aktarıyor. Romanın izleğinde ülkemizin nadide sayfiye kasabalarından Bodrum’da yaşayan ve geçimini balıkçılıkla sağlayan Mustafa ile karısı Mesude’nin en değerli varlıkları, oğulları Deniz’i, yine o çok sevdikleri denizde yitirmelerinin ardından, denizin bir hediye gibi onlara sunduğu göçmen Samir bebeğin hikâyesi yer alıyor.
Metnin temelinde balıkçı kasabasında yaşayan Mustafa, karısı Mesude oturuyor. Bu karı koca denizi o kadar çok seviyorlar ki oğullarına Deniz adını veriyorlar. Deniz babası Mustafa ile balığa çıktıkları bir gün, kopan fırtınada denizde kayboluyor. Çok sevdikleri Deniz’in yine çok sevdikleri denizde kaybolması klişe bir kurgu gibi geldi bana. Aslında Livaneli’nin asıl meselesi son yıllarda bütün dünyada toplumun hassas olduğu göçmen meselesi. Yaşam koşulları ağırlaşan, sosyolojik, politik, psikolojik, ekonomik açıdan doğdukları topraklarda barınmaları mümkün olmayan insanlar, yasa dışı yollarla umut vaat eden ülkelere göç etmeye çalışıyorlar. İnsanlık dışı yöntemlerle hedef ülkeye ulaşacakken kendilerini denizin maviliklerinde kaybolmuş buluyorlar. İşte Mustafa ve Mesude’nin yollarının kesiştiği bebek Samir de bu ailelerden birinin çocuğu.
Tanrı anlatıcının pek çok bölümdeki didaktik sesi romana odaklanmamı zorlaştırdı. Livaneli göstermiyor, anlatıyor. Bu da metne girmeyi zorlaştırıyor. Biri kulağınıza sürekli bir gazete makalesi okuyormuş hissine kapılıyorsunuz.
Romanın ilk bölümü gerçekten de “Yunuslar” ismiyle Cumhuriyet’te yayımlanmış. Sonrasında Ege kıyılarımızın pençesine düştüğü sorunları aynı metne ulayarak okuduğumuz roman ortaya çıkmış.
Meselenin ele alınmasıyla ilgili nedensellikleri oluşturan örgelerin zayıf, yetersiz ve yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bir ailenin, yitirdikleri çocuklarının sevgisinden mahrumiyetlerini bir göçmen çocukla telafi etme çabalarını anlatırken araya Bodrum sahillerini bozan balık çiftliklerini ve onlardan kurtulma yöntemlerini aktarması bütünsellik açısından bana gereksiz geldi. Yazarın, yüz yirmi yedi sayfalık bir romana, Bodrum ve civarının doğal yapısını bozacak her türlü kaygı verici meseleyi zerk etmeye çalıştığını düşündüm.
Mesude’nin annesi Raziye’yi anlattığı bölümde, Raziye’nin hamileliğini fark ettiğini tasvir ederken kadının adetinin gecikmesinin yanı sıra akıntısının olması detayının okura ne kazandıracağını çözemedim. Raziye kendi kocası için “eski kafalı” derken, hastanede kadın jinekoloğun yüzüne bakamaması çizilen Raziye karakterini gözümde sarstı.
Birkaç kuşaktır balıkçılıkla uğraşan bir ailede, denizdeki balıkların isimlerini bilmek için üniversitenin Su Ürünleri Bölümü’nden bir hocaya ihtiyaç olmadığı kanısındayım. Balıkçılar, denizin kitabını yazabilir. Evet, bazı bilimsel detaylara vâkıf olmayabilirler ama balon balığının özelliklerini ve denizdeki diğer balıklara verdikleri zararları bilebilirler. Meselâ Bafa Gölü’nde avlanan balıkçılardan, göldeki yılan balıklarının çok uzak kıtalarda üredikten sonra larva halinde okyanusu aşarak üç yıl süren yolculukları sonunda Bafa Gölü’ne geldiklerini öğrenebilirsiniz.
Mustafa o çok iyi tanıdığı denizde balıkların adlarını bilmezken, Mesude’nin “ruhsal kaloma oyununda” herkesten iyi olduğunu biliyor. Bence Mustafa’nın ruhsal kaloma tanımlaması, karakter profilini aşıyor.
Mustafa’nın denizde bulduğu göçmen Samir bebeği, herkesten gizli, aileye dâhil etmek için yapılan kurguda da beni rahatsız eden yanlar var. Mustafa ve Mesude bir gece gizlice Samir bebeği de alıp Nazilli’de doğum yapacak kız kardeşi Filiz’in evine gider. O bölümdeki anlatım da nedensellik açısından bütünlüğü sağlayamıyor. Bodrum’a döndüklerinde Filiz’in ikiz doğurduğunu ve fakat kendi çocukları vefat ettiği için ikizlerden birini yetiştirmek üzere abisi ve yengesine verdikleri açıklaması Samir bebeği tutabilmeleri için yapılan oldukça hafif bir mazeret olmuş.
Bazı cümlelerde tekrarlar göze çarpıyor. Meselâ;
“Hep beraber uzun eşek oynarlar, denize girerler, Gırdinni’nin kahvesinin önündeki alanda bol çelmeli futbol oynarlar…” (syf.52)
“….. ortalığa yayılan fesleğen kokusu ortalığı yumuşattı.” (syf.112)
Livaneli’nin parmak bastığı konular, konular hakkındaki doyurucu bilgileri dikkatimi çekerken romanlarına dâhil etme biçimini ne yazık ki içime sindiremiyorum. Ancak eminim ki müziğini sevdiğim bu büyük sanatçımızın kitaplarına karşı duyduğum merakı yenemeyecek ve gelecekte yayımlanacak birini alıp okuyacağım.
BALIKÇI VE OĞLU
Zülfü Livaneli
İnkılap Kitabevi, 2021
140 s.
Bu kitapla ilgili ben de benzer düşüncelere sahibim. Gündemde olan konulara yer vermek için,aceleyle ve hatta acemice yazılmış bir metin izlenimi verdi roman. Zülfü Livaneli'nin diğer romanlarını okumasam bir daha okumam diyebilirdim. Üstelik romanın arkasına eklenen röportaj da sanki aslında kitaptan kendisi de tatmin olmamış ama yine de okuyucuları ikna etmeye çalışır gibi geldi.