“Yaşam karşısında duyduğum şaşkınlığı paylaşmak için yazıyorum.”
“Öyküleri bir sonuç, bir ders gibi değil de bir soru olarak görüyorum zaten. Ve sanırım temelde yaptığım şey de bakın ben bunları gördüm demek değil, yaşam karşısında duyduğum şaşkınlığı paylaşmak.”Aynur Kulak, Bir Günü Bitirme Sanatı'nın yeniden basılması vesilesiyle Banu Özyürek'le söyleşti.
Söyleşi: Aynur Kulak
Banu Özyürek ile Bir Günü Bitirme Sanatı ve Poz öykü kitapları odağında yapmış olduğum bu söyleşi insana, hayata karşı yaşama güdüsüyle yola çıkan insan çabasına, insanın doğasına ve arzusuna istinaden yapmış olduğu keşiflere dair insanın neye dönüştüğü/dönüşebildiği ile ilgili öyküler üzerine yapıldı. 2020’den sonra yaşam karşısında şaşırmaya devam edecek miyiz? Evet, elbette edeceğiz. Ve yaşamı, en mümkün yoldan, yani edebiyat yoluyla anlatmaya devam ederken yazılan öyküler yaşamımızın en ayrıcalıklı, en ince detayları olacaklar her daim. Banu Özyürek'le söyleşimize buyurun lütfen.
Niye yazıyorsunuz? Böylesine kaba bir çağda yaşarken, aklımız bizlere çıkış yollarını göstereceğine daha çok belirsizlikle karşı karşıya bırakıyorken yazmayı seçmek, öyküler, kitaplar kurtarıcı olabiliyor mu?
Aslında neden yazıyorum sorusunun tek bir cevabı olduğunu düşünmüyorum. Benim için yazmanın içinde pek çok şey var ve her biri belirli zamanlarda öne çıkabiliyor. Bazen kafama takılmış bir meseleyle birlikte edebiyat içinde yol alıp onu anlayabilmek için, bazen sorun ettiğim şeylere yeni biçimler vererek üzerlerinde hakimiyet kurabilmek ya da onlara başka gözlerle tekrar bakabilmek için (bir kurtarıcılığı varsa bu anlamda olabilir belki), bazen yazmanın hazzı için ama sanırım çoğu zaman söyleme ihtiyacı duyduğum şeyi benim için en mümkün yoldan söyleyebilmek için yazıyorum. Bu çabanın sonucu değil de kendisi bir çıkış yolu aslında benim için.
Öykülerin ana izleği olarak insanın yaşama çabasını ya da yaşayamama halini merkeze yerleştirmeniz ve insanın bu çabalar eşliğinde aşırı zorlanıyor oluşuyla yüzleşmesi durumu mu var? Öykülerin bütününden çıkan hissiyat olarak “çaba” (ya da yaşama konusunda zorlanmadan kaynaklanan “çaba”) izleği için ne dersiniz?
Evet öykülerde bir yaşayamama hâli var ama bu da “çaba” vurgunuzla düşünürsek yaşamanın bir parçası olarak var. Sanırım iki kitabın en ciddi ortaklıkları da burada. Bir de karakterlerin sorunlardan kaçmak istemelerine rağmen bir yanlarıyla da yüzleşmeye açık olmalar hatta kendilerini buna mecbur kalacakları durumlar içine sokmaları. Çünkü aslında kaçış değil bir umut peşindeler. Bunu da en ufak bir anın gerçekliğini ve etkilerini kavrama yoluyla yapabileceklerini düşünüyorlar. Tek bir duraksama anı, kaybetme anı ya da şüphe anı benliklerine dair pek çok şeyin işareti ve sonucu. Kendilerinin ne olduğuna, nelerden oluştuğuna ve bu oluşmuş kendi’nin yaşam içindeki türlü pozlarına göz dikmişler. Çünkü yaşama ve başkalarına ancak buradan çıkarak ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Böylelikle soruları çoğaltıyorlar. Öyküleri bir sonuç, bir ders gibi değil de bir soru olarak görüyorum zaten. Ve sanırım temelde yaptığım şey de bakın ben bunları gördüm demek değil, yaşam karşısında duyduğum şaşkınlığı paylaşmak.
Bir Günü Bitirme Sanatı kitabınıza son öyküden başlamak istiyorum. Kitabın sonundaki “Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen” öyküsüyle artık öyküler tam anlamıyla bir bütünlük kazanıyor. Her biri ayrı öyküler elbet fakat, okudukça bütün bir hikâye ile karşı karşıyayız aslında. Öykülerin “Ben” kişisi tarafından anlatılmasının da bunda payı olabilir fakat bütünlüğe varmak konusunda en önemli sebep bu değilmiş gibi geldi. “Sadece bir kişi bile varsa benim gibi şaşırıp duran, ona ulaşmak istiyorum.” Öyküler boyunca gösterilen uğraş, çaba ve hayatı yaşayamama durumu artık netlik kazanıyor, bütünlüğe ulaşma duygusunu bu yüzden hissediyoruz belki de ve yine bu yüzden “Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen” öyküsü kitabın en önemli öyküsü. Ne dersiniz?
Ben anlatıcının devamlılığı ile öykülerdeki ortak duyguların, örneğin bahsettiğim hayret duygusunun devamlılığı birleşince bu bütünlük ortaya çıktı ve özellikle Bir Günü Bitirme Sanatı’nı bir roman gibi de okumak mümkün oldu diye düşünüyorum.
Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen için kitabın en önemli öyküsü demek, yani bu konuda söz almak istemem. Ama benim en sevdiğim öykülerden biri olduğunu söyleyebilirim. Çünkü orada öncelikle ilginç bir hikâye var ve kişinin kendine dair şüphelerinin bedende somutlanması da hoşuma gidiyor. Bir de pek çok okur öykünün sonundaki telefon numarasını aradığını yazdı. Karakter için bir şey diyemeyiz ama en azından bu tepkiye bakarak öykünün -hep bir mesele olan- başkaları’yla iletişime geçtiğini söyleyebiliriz herhâlde.
Öykülerdeki insanların bedenleriyle duyulmasını, görülmesini istedim. Yani istedim derken hesaplayarak planlayarak yaptım demiyorum ama içten içe böyle istemiş olmalıyım ki beden ya da parçaları pek çok öyküde kuvvetli şekilde kendini duyurdu. Bazen güçleriyle, bazen zayıflıklarıyla ya da çıkardıkları sorunlarla.
Öyküler durumlar ve olaylar üzerinden yazılırken son yıllarda -özellikle genç yazarlar- öykülerini duyguları odağa koyarak yazmaya başladı. Öykülerinizde ayakların duygulara dahil edildiği yerlere işaret ederek, ayakları fetiş bir unsur olarak değil de, duyguların uzantısı olarak ele alıyorsunuz. Çağımızda duygular daha zor ulaşılabilen bir yerde duruyor. Duygulara doğru yürümek istesek de (sabit durarak ve sadece ayaklarımızı seyrederek) veya onun bize yürüyerek gelmesini istesek de (Semra izleği) artık kavuşamayacağımızı bildiğimiz duygular var sanki.
Öykülerdeki insanların bedenleriyle duyulmasını, görülmesini istedim. Yani istedim derken hesaplayarak planlayarak yaptım demiyorum ama içten içe böyle istemiş olmalıyım ki beden ya da parçaları pek çok öyküde kuvvetli şekilde kendini duyurdu. Bazen güçleriyle, bazen zayıflıklarıyla ya da çıkardıkları sorunlarla. Bedeni pek çok yerden ele alabiliriz çünkü o hem bir taşıyıcı, yani işaret ettiğiniz gibi duyguların ve eylemlerin taşıyıcısı, hem bizim için bir muhafaza, hem mesajlarımızı (bilerek ya da bilmeyerek) ilettiğimiz bir araç, hem de yüzyıllardır üzerine söylenen her şeyle, ona yüklenen tüm anlamlarla bir savaş alanı. Onu sevmeyi bırakın özellikle kadınlar için konuşursak, onu görebilmek ve tanıyabilmek bile başlı başına bir mesele. Ben öykülerimde (bilerek ya da bilmeyerek yine) bu meseleye sık sık gidiyorum sanırım. Ve oradan daha nerelere, işte hangi duygu ve düşüncelere uzanabileceğimi de merak ediyorum.
Bir Günü Bitirme Sanatı kitabı boyunca öyküler vasıtasıyla bize kendisini anlatan karakter, güvenli alanında. Öyküler boyunca da güvenli alanında kalmayı tercih ediyor. Güvenli alan meselesi ne yaparsak yapalım, evde sabit olsak da güvenli alanlarımıza çekilmenin işe yaramayacağını gösteriyor. Ne dersiniz?
Evet tabii, güvenli alan diye bir yer yok. Çünkü başkalarının olmadığı bir yer yok. Soruların meşgul etmediği bir kafa yok. Biz olduğumuz sürece başkaları; hatıralarıyla, yargılarıyla, imalarıyla, bizi kabullenmeleri ya da reddedişleriyle, bizi teşvik ettikleri ya da alıkoydukları yollarla, sözlerimizin tohumu olan sözleriyle, bir kez olsun üzerimize çevirdikleri gözleriyle yani uzattım lafı ama kısaca söylersem varlıklarıyla inşa edilmiş varlığımızın içinde olmaları şeklinde daima bizimleler.
Karakterler dediğiniz gibi bu cendereden kurtulmak için bir boşluğa, sanki zamanın dışında bırakılmış bir dinlenme sahasına çıkmak istiyorlar ama tabii zamanın dışında bir zaman ve aslında başkalarının varlığıyla tümden kuşatılmış alanlar dışında bir alan bulmaları mümkün olmuyor.
İkinci öykü kitabınız Poz’da dışarı ile biraz daha fazla temas halinde olan bir yapıyla karşılaşıyoruz. Poz’da da “Ben” kişisi anlatıyor öyküleri fakat ikinci bir kişinin varlığı da hissediliyor: “Birlikteyiz artık, İki kişi olmak, bir kişi olmaktan daha kolay, daha insanca.” deniliyor. Kendi kendini motive etmeye çalışan bu kişi, ilk kitaptaki öykülerde karşımıza çıkan anksiyetesi bol bir korkulu karakterin aksine, coşkusu, isteği, arzusu yüksek, korkmadan hareket etmek isteyen birine dönüşmüş olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle kitabın ilk iki öyküsünde bunu güçlü olarak hissediyoruz. Ne dersiniz?
Bir Günü Bitirme Sanatı bir kaçış ve kendiyle kavga kitabıysa Poz yine kavgalı olmakla birlikte dışarıya adım atma konusunda daha cüretkâr karakterlerin olduğu bir kitap.
Evet, Bir Günü Bitirme Sanatı bir kaçış ve kendiyle kavga kitabıysa Poz yine kavgalı olmakla birlikte dışarıya adım atma konusunda daha cüretkâr karakterlerin olduğu bir kitap. Yeni bir yaşam kurmaya, evden çıkıp bir mekâna gitmeye, bir bar sandalyesinde kendine yer bulmaya ya da en basitinden dans etmeye çalışıyorlar. Bir Günü Bitirme Sanatı’nda dans etmeye çalışanların acizliğine bakıp söylenen bir karakter varken, Poz’da beceriksizce de olsa, taşlaşmasına son vermek için dans etmeye çalışan bir karakter var mesela.
Bakılma isteği, güçlü bir görülme isteğini tetikliyor aslında. İlk iki öykünün yapısında dışarı çıkma adına ciddi bir çatırdama var. Bu anlamda ilk öykü kitabında ayak semboliğinde olduğu gibi Poz’da da bedende başlıyor bu çatırdama. Bedeni şekilden şekle sokma, dans etme, bedeni açma ile başlayacak olan dışarı çıkma hareketliliğini bir tür kabuk kırmaya benzettim. Fakat ilk iki öyküden sonra dışarı çıkan kişi bir dağılmaya maruz kalıyor sanki. Bir bütün içinde kalamıyor. Öyküler dağınık akmaya başlıyor. Başta gördüğümüz coşku, arzu, istek dağılıyor, sekteye uğruyor. İlk öykü kitabında güvenli alanda kalınabildiği için okuyana geçen bir bütünlük duygusunda bahsedebiliyorduk ama Poz’da dışarı çıkıldığı anda merkezde kalınamıyor ve bir çeşit dağılma gerçekleşiyor. Başlangıç coşkusu ne olursa olsun -veya bakma arzusu, görülme isteği- dışarı çıkmak zor öyle değil mi, hiç de kolay bir şey değil?
Nerede okumuştum hatırlamıyorum ama, arzunun en iyi tarafı bir gün gerçekleşmek zorunda olmamasıdır, gibi bir cümle vardı. Bu benim çok hoşuma gider. Evet kendi kafamızın içinde, başkalarının etkileri olsa dahi yine de görece özgür ve güvenli bir alandayız. Ama gerçeklik çok daha keskin ve tehlikeli. Üstelik hiçbir zaman kafamızın içinde gidebildiğimiz kadar uzaklara gidemiyoruz gerçeklikte çünkü engeller çok somut, cezalar çok korkutucu. Bu yüzden dışarı adım attığımızda başta güvenliğimizi sağlamak, benliğimizin bütünlüğünü korumak gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Psikolojinin alanına girip yanlış bir laf etmeyeyim ama benim insan olarak endişelerim, huzursuzluklarım, kaygılarım bunlar. Dışarısı benim için bir yargı meydanı ve bunun yarattığı insanı ve bunun insanda yarattığı tahribatı deşmeyi, yazmayı seviyorum. Ya da seviyor muyum bilmiyorum ama yazıyorum.
Sokağa çıktığımız andan yatağa girdiğimiz ana kadar neyi nasıl yapmamız gerektiğinin belirlendiği, dayatıldığı, makbul olanın övüldüğü/kabul edildiği, bunun dışında kalanınsa pek çok şeyin dışında kalacağı bilgisinin iliklerimize işlendiği bir yaşama doğuyoruz. Ve saklanmaya başlıyoruz. Ama ne olursa olsun herkesin yaşamı biricik ve bu biricik yaşamlar hayatta da edebiyatta da yerini bulacak, buluyor.
Sadece bedenimizi dışarı çıkarmıyoruz aslında, duygularımızı da dışarı çıkarıyoruz. Bu anlamda oluşturduğumuz duygu katmanlarından dolayı çok zor görsek de cinselliğimizi de dışarı çıkarıyoruz. Bu anlamda Poz’un ilk kitabınıza nazaran cinsel tarafları ağır basan, erotik çağrışımlar da içeren yapısı tesadüf değil. Yüklerimizden, korkularımızdan, bize öğretilenlerden, katı ve koyu mahrem anlayışından dolayı cinselliğimizi yaşayamıyor/doyuramıyoruz bir türlü. Korkularımızın, bir türlü sakinleştiremediğimiz anksiyete nöbetlerimizin temelinde bedenen ve ruhen düğüm üstüne düğüm attığımız cinselliği yaşayamama hali yatıyor olabilir mi?
Anksiyete pek çok travmaya ve etkene dayanabilir ve bu konuda benim söz almam çok doğru olmaz ama evet kişinin benini tanıyamaması; tanıdığı, sezdiği, arzu ettiği beni ve bedeni ifade edememesi, yaşayamaması pek çok sorunun kaynağı. Sokağa çıktığımız andan yatağa girdiğimiz ana kadar ve kaba ifadeyle yataktaki bize kadar neyi nasıl yapmamız gerektiğinin belirlendiği, dayatıldığı, makbul olanın övüldüğü/kabul edildiği, bunun dışında kalanınsa pek çok şeyin dışında kalacağı bilgisinin iliklerimize işlendiği bir yaşama doğuyoruz. Ve saklanmaya başlıyoruz. Ama ne olursa olsun herkesin yaşamı biricik ve bu biricik yaşamlar hayatta da edebiyatta da yerini bulacak, buluyor.
Her iki kitabınızın da var olan anneanne, anne, kız katmanlarına değinmek istiyorum. Öykülerinizdeki kadın varlığı yukarıda sorulan tüm soruların temelini belirliyor aslında. Üç kadın neslinin birbirinin üzerine düşen kat yerleri eril toplum içindeki pozlarımızı belirlediği gibi bir günü bitirme sanatına da yüzde yüz yansıyor. Kadınlar toplumları nasıl şekillendiriyor Banu Hanım? İçinde bulunduğumuz çağ anneanne, anne, kız yapısının dışında diğer tüm kadınlarla da temas halinde artık. Kadın varlığı hak edilen mertebeye ulaşabilecek mi?
Toplumları şekillendirmek kısmı çok geniş bir başlık, ona girmeyeceğim. Kendi adıma şunu söyleyeyim, kadınların olduğu bir ortama girdiğim zaman şunu bilir ve hissederim; burada beni anlayacak insanlar var. Bu birbirimizi eleştirmediğimiz, yaralamadığımız anlamına gelmiyor elbette. Ama kadınların, dile gelmeyen durumlarda dahi çok derinden paylaştıkları bir ortak deneyim -yok sayılmalarının, uğradıkları her tür saldırı ve şiddetin deneyimi- ve bu deneyimden doğan çok güçlü bağları var. Kadınların bu özel ilişkisi yazdıklarımda da kendine yer buluyor elbette, dediğim gibi planlayarak değil ama zaten elim kolum gibi benim bir uzantım olarak yazıyorum bunları, çünkü bir kadının bedenini sevememesinin ne olduğunu biliyor ve bunun acısını ben de yaşıyorum. Bir kadının kendine bakan gözler karşısında ne hissettiğini biliyor ve bunun endişelerini ben de yaşıyorum. Her şeyin bilgisine sahip olduğunu sanan erkek kafaların dünyasında yaşıyorum, tacize uğruyorum. Ya da bir kadının bir kartpostala bile sahip olamamasının, bu hakkın dahi elinden alınmasının ne demek olduğunu anlayabiliyor ve bunun öfkesini duyuyorum.
2020 yılını neden devasa bir pandemi süreciyle deneyimledik sizce? Neden başımıza geldi tüm bunlar? Bu süreçten sonra sizce anlatılan, öykülerin, hikayelerin yapısında bir değişim olacak mı?
Aklımıza gelmeyen başımıza geldi. Sokakta yürürken bir an durup bakıyorum; bütün insanlar maskeli, mesela yaşlı bir teyze geçiyor maskeyle, insanlar arabalarının içinde maskeli, yanımdakini dürtüyorum ve inanılmaz değil mi diyorum. Ve bunu bütün bir dünya birlikte yaşadığımızı düşündükçe şaşkınlığım -aslında buna şaşkınlıktan başka bir isim vermek isterim çünkü çok daha karmaşık bir duygu ama öyle bir isim bilmiyorum- daha da artıyor. Edebiyata etkisini ben de merak ediyorum, belki de gerçeklik duygusunun bir kez daha sarsıldığı, bunun yeni biçimler yaratacağı, karamsarlık ve endişenin daha yoğun duyulacağı metinler ortaya çıkar.
POZ
Banu Özyürek
Everest Yayınları, 136.
İstanbul 2020.
BİR GÜNÜ BİTİRME SANATI
Banu Özyürek
Everest Yayınları, 94 s.
İstanbul, 2020.
Comments