top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Suçumuz olmadan suçlu muyuz?

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 2 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Özlem Akkel, Tuğçe Isıyel'in Benim Yüzümden isimli novellası üzerine yazdı: "Kitap boyunca nasıl da suçumuz olmadan suçlu olduğumuzun altını çizmiş. Okudukça kendi hikâyemizin de yüklendiği, aslında size ait olmayan o duyguları film şeridi gibi içinizden geçireceğinize eminim. Çocukluğumuzdan itibaren oturttuğumuz anlamlar tarafından cezalandırıldığımızı bir daha gördüm bu hikâyede."



Hillary L. McBride’ın Anneler, Kızları Ve Beden Algısı kitabını okuduğumda özellikle bir bölüm çok ilgimi çekti. McBride, anneler ve kızları arasında aktarılan kendilik algısının kuşaktan kuşağa seçimlerimizle şekillenebileceğini ele almış. Sözünü ettiğim bölümde annesi ile yakın ilişki kuramamış bir kadının kendi kızıyla ilişkisindeki zorlanmaları ve fakat daha yakın olmayı seçtiği yeni bir deneyime uzanan öyküsünden bahsediliyor. Bu ve benzeri, nesilden nesile aktarılan travmatik yaşantılardan söz eden pek çok kitap bizlere aynı noktayı işaret ediyor: Hikâyenin bizimle başlamadığı ve geçmişten bugüne farkında olmadan taşıdıklarımız üzerine.


Tuğçe Isıyel’in yeni novellası Benim Yüzümden'i okuduğumda da yine üç kuşak kadının hayata karşı topladıkları duyguların taşıyıcısı olduğu ile karşılaştım. Anlatıcının dilinden, geçmişten bugüne aktarılanların onun yaşamındaki etkisini duyuyoruz. Kitabın sayfalarını ilk açtığınızda kendi ilişkisine dair tutum ve konumunu okuyoruz. Fakat ilerledikçe her şeyin temelinin nasıl da on yıllar öncesine dayandığını anlıyoruz. Annesi ve teyzesinin ısrarıyla okullar açılmadan son kez yazlığa gitmeleri, bu hesapta olmayan tatilde anneannenin oğlunu bir kazaya kurban vermesi ve sonrasında hep kızlarını suçlamaları; işte böyle başlıyor hikâye. Evlat acısını tek başına üstlenmek pek mümkün değil, belki de pay ediyor yaşananları. Evdekiler kaza haberini aldıklarında ocakta taşan sütün kokusu burnunuzun direğini sızlatıyor. Anne, anneannenin sözsüz suçlamalarını sessizce kabul ettiği yıllar içinde yeni bir kendilik inşa ediyor. Kardeşine sebep olmanın suçluluğuyla örülü bir kendilik. Hikâyenin ana karakteri de işte bu duyguların taşıyıcısı bir anne ile büyürken yine yazlıkta bir gün bu defa kendi kardeşinin başına gelen o kaza ile travmaları yeniden canlanıyor. Hiç ölmemişti ki. Fakat tetikleniyor ve yine arka planda taşan sütün kokusunu alabiliyorsunuz. Neyse ki kardeşi ucuz atlatıyor kazayı ve aslında aynı gibi görünen döngünün şekil değiştirebileceği bir olanak açığa çıkıyor. Annesi suçlu, kendisi suçlu, anneannesi zaten hiç o suçluluğu üzerine alamayacak kadar suçlu. Geçmişin tüm yükü artarak üzerlerine biniyor gibi. Bu yükle, bu suçlulukla, bu ne yapsan annenin sessizliğini bozamayacak olarak büyümenin ağırlığıyla, seçtiği ilişkilerde de sürekli kendini kabul ettirmeye, diğerinin hatalarını görmezden gelerek tüm benliğiyle sevgi almaya gayret eden bir kadını çok derinden hissettim.


İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren her yeni deneyimiyle kendiliğini baştan kuruyor. Çevresinden, ilişkilerinden, okuduklarından, gördüklerinden hep kendine uygun olanları seçip uzunca bir atkı örer gibi kendisini örüyor. Bu örgünün bir kısmı da ailesinden aldığı iplerin rengi, gücü, şişlerin kalınlığı, elinin ayarı gibi birçok etmenle şekilleniyor. İşte burada aileyi, içine doğduğumuz kültürü, inanç ve değerleri, coğrafyayı varoluşçu anlamda kader olarak tanımlayabiliriz. Hâl böyle olunca içinden geçtiğimiz kuşak da bir anlamda kaderimiz, oradan aktarılan duygular ve kendilik algısı da bir parçamız oluveriyor. Ailemizde ölenlerin yasını, yaşıyor olmamızın suçluluğuyla tutuyoruz belki de. William Faulkner’ın şöyle bir cümlesi düşüyor burada aklıma: “Geçmiş asla ölmüş değildir. Geçmiş geçmiş bile değildir.” Bizler de bugün burada kendimize bir dünya inşa ederken salt burada olamamanın hem zorluğunu hem kıvancını taşıyoruz çoğu zaman. Orası vazgeçemeyeceğimiz bir parçamız. Bize kalan suçluluk da olsa gurur da olsa bir şekilde içine doğduğumuz dünya orası. Burayı tamamen silip atabilmemiz mümkün değil. Bununla birlikte yeni seçimlerle, bilinçli bir şekilde geçmişi de yeniden anlamlandırmak ve bugün burada farklı bir yapı inşa etmek çok mümkün. Öykünün içinde yuvarlanırken Tuğçe’nin kaleminden yine, yeniden anlamlandırmanın gücüne inandım.


Kitap boyunca nasıl da suçumuz olmadan suçlu olduğumuzun altını çizmiş. Okudukça kendi hikâyemizin de yüklendiği, aslında size ait olmayan o duyguları film şeridi gibi içinizden geçireceğinize eminim. Çocukluğumuzdan itibaren oturttuğumuz anlamlar tarafından cezalandırıldığımızı bir daha gördüm bu hikâyede. Her birimiz dünyayla iyi kötü bir bağ kurarken aslında ömrümüzün sonuna kadar taşıyacağımız bir kıyafeti de üzerimize dikmiş oluyoruz. Bu kıyafet bazen annemizden, babamızdan hatta kitapta değindiği gibi anneannemizden bu yana oluşan tüm deneyimlerin kumaşından biçiliyor. Son sayfalarda özetlercesine çok güzel anlatmış:

“Çocukken insan üzerine giydiği şeyin ne olduğunu tam olarak idrak edemiyor, ona verileni koşulsuzca kabul ediyor.”

Gerçekten de bir insanı anlamak için sadece çocukluğuna bakmak da yetmiyor, ondan önce ebeveynlerinin ona neleri aktardığı, belki farkında olmadan hangi zorlanışlarını, aşamadıkları yaşantıları onun üzerinden tekrar deneyimledikleri de çok kıymetli. Hiç görmediğimiz büyükannemizin travmalarına bile şahit oluyoruz evimizdeki derin soluklarda. O solukları teneffüs ediyor ve bir parçamız yapıyoruz. Oradan yetişkinliğimize doğru anlamlar, değer yargıları ve deneyimlere yönelme hallerimizi inşa ediyoruz. Benim Yüzümden’in anlatıcısı çocukken yaşadığı kayıp korkusuyla taşan sütün kokusu arasında kurduğu bağı taşıyor satırlara.


Kitapta anlattığı ilişkiyi şöyle tanımlıyor: “Bu ilişkide, bebeğinin karmaşık dilini çözmeye çalışan bir ebeveyn gibi hissediyordum kendimi çoğu zaman. Ne demeye çalışıyor acaba? Üzülmüş gözüküyor. Neye üzülmüş olabilir? Benden uzaklaştı sanki. Peki ama niye? Bir şeye mi kırıldı? Kurtarırım sanmıştım onu o mutsuzluktan, bu dilsizlikten.(…) Ama yanılmışım.” Eksiklikten suçluluğa, değersizlikten kurtarıcılığa ne çok anlam taşıyor ilişkilenmelerimiz. Nereden kırıldıysak hep oradan kırılmanın tanıdıklığıyla benzer ilişkilere sarılmıyor muyuz? Sayfalarda ilerledikçe şöyle bir paragraf da içimi acıtıyor hafiften: “Hayatta en fazla istenilen şeyin, en korkulu şey haline gelmesi hayatın tuhaf matematiklerinden biri olsa gerek. Ne zaman böyle hissetsem sana daha fazla tutunuyordum, denize düşen yılana sarılır misali…” Bana öyle geliyor ki eksikliğimizi derinden biliyor ve onu gidermeyi arzuluyoruz. O eksiklik duygumuzun, suçluluğumuzun, her ne ise, hayatımızın bir yerlerinde kalmasının aynı zamanda güven veren bir yanı da var. Ve bu sebeple ne yapıp edip tamamlanmasına, iyileşmesine izin vermeyeceğimizi bilmenin korkusunu taşıyoruz. Aslında korktuğumuz şey bir başkası, deneyimler ya da dünya değil. Kendimiziz. 


Azla yetinmeyi, bedenini, duygularını, düşündüklerini sahiplenmemeyi öğrendiğine değiniyor anlatıcı. Öyle ki ilişkide var olabilmenin yolu kendini yok saymakmış gibi. Böyle böyle ilişkilerde kendine yabancılaşabiliyor insan. Sonrası sevilmeyi hak etmek için çabalamakla geçiyor. Oysa kendimize ait olmayan şeylere nasıl da sahip çıktığımızdan da bahsediyor. “Kaynayan sütün kokusu… Bir canlının, yavrusu içsin diye bedeninde oluşan beyaz sıvının ısıyla buluştuğunda meydana gelen o kaymaklı feci kokudan bahsediyorum. İnsan o sütü kaynatıyor, bakteriler ölsün, sonra kendisi içsin diye. (…) Bazı anılar da öyle, sana ait değil, seninle hiçbir ilgisi yok ama farkında olarak ya da olmayarak onlara sahip çıkıyorsun. Onlar ki kaderini belirliyor, seçimlerini, hayallerini, korkularını… Emanet olan anıların insan canlısındaki yerleşik düzeni. Sütten farkı onları kaynatamaman. Bakterileriyle alıyorsun onları, almak zorunda kalıyorsun.” Bu satırları okurken süt kokusunun bile ne çok anlam ifade ettiğini hatırlıyorum, hem de nesiller boyu. Fakat kendimize yaptığımız bu yargısız infazın tek seçenek olmadığının farkındayım. Her ne kadar kitapta anılarımı süt gibi kaynatamayacağıma dem vursa da bitiş cümlesinde dediği gibi “sütler artık eskisi gibi kokmuyor”. Anılarımızı da terapide bol bol kaynatmıyor muyuz? İnanın ortada sadece kokusu değil sütün kaymağı bile kalmıyor. Tam da anlatıcının dilediği gibi. Çünkü her şey benim yüzümden değil aslında. Bazen de bir şeyler kendi yüzünden.



BENİM YÜZÜMDEN

Tuğçe Isıyel

Everest Yayınları, 2025

80 s.

Comments


bottom of page