Beşir Fuad
tan doğan, yaşamını ve ölümünü usuna dayandıran bir düşünür, Beşir Fuad üzerine yazdı.
Yaşamı savaşlar ve savaşımlar içinde geçen Beşir Fuad, usunu, yüreğini ve yüzünü “aydınlanma”ya çeviren; Batı ürünlerini dilimize çevirmekle yetinmeyip, eleştirel, sorgusal bir düşünme yöntemi doğrultusunda “felsefe yapma”yı ilke edinen ve birikimini yazıya dönüştüren bir “ekin adamı”; çağcıl bir dünya görüşüne, devrimci bir tine, yenilikçi bir yazın biçimine ve ilerici bir kimliğe iye bir “aydın”dı/entelektüeldi.
“adı unutulmuş/unutturulmuş aydınlara...”
“Öteki” Olarak Beşir Fuad
“Beşir Fuad” denmeye görsün; -çoğun- çekinmiş, ürkmüş, korkmuş çağdaşları ondan hep! İkiyüzlü aydınımsılar, ussuz düşünürümsüler, yüreksiz yazarımsılar ve şâirimsiler, nerde adı geçse, koşar adım kaçmışlar oradan hep! Yüz yüze gelememişler ‘gerçeği’yle bir türlü; tartışamamışlar, betimleyememişler, eleştirememişler, sorgulayamamışlar, irdeleyememişler ‘düşünceleri’ni nedense; algılayamamışlar, kavrayamamışlar ‘yüreği’nin derinliğini; solukları yetmemiş ‘anlama’ya onu hep! Felsefe çalışmaları, araştırmaları, irdelemeleri, anlatıları, derlemeleri; roman, tiyatro, yaşamöyküsü/biyografi, bilim ve felsefe ürünlerinin çevirileri, mektupları, yazıları -‘korku ekini/kültürü’ bağlamında- bir yana itilip, tanrıtanımazlığı/ateistliği, özdekçiliği/materyalistliği ve kendine kıyması/intihârı öne çıkarılmış hep! Tutucularca, yozlarca (yazarımsı, şâirimsi, felsefecimsi, aydınımsı ve dinci takımınca), gerek yaşadığı ‘otuz beş yıl’ boyunca, gerekse ölümünden sonra, ‘öteki’ olarak uzaklaşılmış ondan hep!
Bir Başka Sokrates
Oysa, Sokrates’in dediği denli, “kendini bil”en ve “eleştirilmemiş, sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez” düşününü yaşamına geçiren bir “aydın” olarak anlaşılmalı düşünür, bilim adamı, yazar ve -önce- ‘insan’ Beşir Fuad. Salt tinsel/rûhsal yapısıyla değil, düşünsel, yazınsal ve üretimsel yanıyla değerlendirilmeli artık.
Bir Paşa Baba, Bir Adı Yitik Anne ve Bir Oğul
Yaşamöyküseli incelendiğinde, 1852 yılında İstanbul’da doğduğunu öğrenmekteyiz. Baba tarafından akrabası olan Gürcü asıllı Hamdi Mahmut Paşa, Abdülhamid’in baş aracısı/danışmanı-mâbeyincisidir. Annesiyle ilgili pek bilgi olmamasına karşın, bir tin sayrılığı/rûh hastalığı sonucu, 1886’da öldüğü söylenmekte. Babası Hurşit Paşa’nınsa, mülkî âmir/yönetici olarak, Adana’da ve Suriye’de görev yaptığı bilinmekte.
Okul ve Savaş Yılları
Varlıklı bir ailenin oğlu olan Beşir Fuad, öğrenimini, Fatih Rüştiyesi’ni/ortaokulunu bitirip, babasının Suriye’deki görevi gereği gittikleri Cizvit Mektebi’nde/okulunda (Cizvitler, Aziz Ignacio de Loyola’nın önderliğinde kurulan, eğitim-öğretim, misyonerlik/dinyayıcılık ve yardım çalışmalarında bulunan bir Katolik mezhebi/dinsel kol) sürdürüp, İstanbul’a döndüklerindeyse, 1867-70 yılları arasında Askerî İdâdi’de/lisede, ardından da, 1870-73 yılları arasında Mekteb-i Harbiye’de/Harp Okulu’nda tamamladıktan sonra, 1876’a dek Abdülaziz’in yanında başarılı bir yâver/yardımcı/emir subayı olarak görev yapar. Gönüllü olarak katıldığı Sırp Savaşları’nda (1875-76) ve Rus Savaşı’nda (1877-78) çarpıştıktan sonra, Girit Ayaklanması’nın bastırılmasında görev alıp (Girit’te toplam beş yıl kalıp, bu zaman diliminde -önceden bildiği Fransızca’sının yanı sıra- İngilizce ve Almanca öğrenip), yeniden İstanbul’a döner ve başarılarından ötürü kolağası/yüzbaşı rütbesine yükselip, askerlikle ilgili çeşitli çalışmalarda bulunur (1881-1884.)
Bir Dönüm Tarihi: “1884”
“1884” yılı, Beşir Fuad’ın yaşamında çok önemli bir tarihtir. Haydarpaşa Askerî Hastahanesi’ndeki (günümüzde GATA) Levâzımât-ı Umûmîye Dâiresi Teftîş Komisyonu (genel gereç -giyim kuşam- yeri denetleme yarkurulu) üyeliğinden istifâ eder/ayrılır bu tarihte. (Başarılı bir subay olmasına karşın, askerlik mesleğinden ayrılma nedeniyle ilgili bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Ne var ki, “İlk Türk Materyalisti Beşir Fuad’ın Mektupları” [Yayına Hazırlayan: C. Parkan Özturan, Arba Yayınları: 34, Bağımsız Dizi: 7 /Birinci Baskı: İstanbul, 1305/yeni tarihlemeye göre 1889, sonraki basım tarihi ya da tarihleri yok!] adlı kitabın giriş bölümcesinde felsefeci, yazar, çevirmen, eleştirmen Selâhattin Hilâv’ın “Beşir Fuat ve Unutulmak” başlıklı yazında, “(...) Bu suskunluk ve unutturma, A. Mithat’ın sözcülüğünü ettiği ve okumuşları hedefleyen birtakım felsefemsi düşüncelerle de pekiştirilmiştir. A. Mithat Beşir Fuad adlı kitabında, bu çok yetenekli ve bilgili ‘zavallı çocuk’un, materyalizm denilen felaket hastalığa yakalandığını, dolayısıyla dinsizliğe sürüklendiğini ve bunun sonucu olarak da intihar ettiğini ve devletine, ‘millet’ine (‘ümmet’ anlamına gelir) yararlı olamadığını belirtiyor” demesine ve de “(...) Çağlarının ve izleyicilerinin B. Fuat’tan söz etmek cesaretini gösteremediğini (...)” vurgulamasına karşın, Ahmet Mithat Efendi’nin “Beşir Fuat” adlı kitabında [İstanbul, 1969] söz konusu istifâyı/ayrılmayı şu sözleriyle dile getirdiği ortaya konulmaya çalışılmış: “... ‘Devletim her ne zaman muharebesi olursa, gönüllü olarak ifa-yı vezaif-i askerîye imkânı eldedir. Şimdiki hâl-i sulh ve müsalemette kılıcımla değil, kalemimle hizmet edeceğim. Asker kalırsam emir altında bulunmaya mecburum. Neşriyât için ise insanın başlı başına kalması lazımdır.’ Yollu iknaatla istifasını Bab-ı Valâ-yı Ser askerîye vermiş ve kılıcını dahi çiviye asarak kalemini eline almıştır...” )
Aynı yıl, (ilk yazısı bir çeviri olup, 1883’te “Envâr-ı Zekâ”/anlak parıltıları dergisinde yayımlansa da), çoğunluk felsefe, fizyoloji, askerlik ve bilim üzerine yazılarının yayımlandığı Cerîde-i Havâdis’in/haber gazetesinin başyazarı da olur. Yazarlık ve gazetecilik -yeni- mesleğidir artık...
Yine aynı yıl, bir başka uğraş alanı olarak, dergicilik de yapar. “Hâver”/Doğu, ardından da “Güneş” dergisini çıkarır. İlki, yazarlar arasındaki görüş ayrılığına karşın, dört sayı yayınlandıktan sonra, dönemin hükümeti tarafından kapatılırken; ikincisiyse, on iki sayı yayınlandıktan sonra, parasal sorunlar nedeniyle kapatılmak zorunda kalır...
Yazarlık ve gazetecilik yolculuğunu -yoğun olarak- Cerîde-i Havâdis’te sürdürür yine. Cerîde-i Havâdis’i, yazınsal/edebî ve bilimsel yönden nitelikli/seçkin ürünlere yer vererek geliştirmek amacıyla, “Müntahabât-ı Cerîde-i Havâdis”e dönüştürür. Gazete, yaklaşık bir buçuk ay sonra, -dört aralık günü- asılsız bir ihbâr/ele verme üzerine, hükümetçe kapatılır.
Beşir Fuad için uzun süren ve “bir dönüm tarihi” olan “1884” yılı, serüvenli yolculuğunu çeviri kitaplarını (“İki Bebek”-Victor Bernard-Eugène Granger’den bir perdelik komedi; “Binbaşıyı Davet”-K.F.Mor, bir perdelik komedi; “Birinci Kat”-James Cobb, iki perdelik komedi; “Bedreka-i Fransevî”/Fransızca kullanma kılavuzu-Emile Otta, sarf kısmı/dilbilgisi bölümü; “Bedreka-i Fransevî/Fransızca kullanma kılavuzu-Emile Otta, nahiv kısmı/sözdizimi bölümü) yaşama geçirdikten sonra, tamamlar...
“1884” Sonrası...
Tercümân-ı Hakikât/gerçeğin anlatımı ve Saadet/mutluluk gazetelerinde yazmayı sürdürürken, bir yandan da yoğun okumalar, irdelemeler ve araştırmalar sonucunda oluşturduğu kitaplarını (1885’te “Miftah-ı Bedreka-i Lisan-i Fransevî”/Fransızca kullanım kılavuzu anahtarı,“Cinayetin Tesiri/öldürümün etkisi -Emile Zola, “Victor Hugo”; 1886’da “Almanca Muallimi”/Almanca öğretimi -Emile Otto, “İngilizce Muallimi”/İngilizce öğretimi -Emile Otto, “Usûl-i Talim”/öğretim yöntemi -Emile Otto, “Beşer”/insan, birinci kısım/bölüm; 1887’de “Voltaire”, “İntikad” -Muallim Naci ile mektuplaşmalar; 1888’de “Coğrafya-i Tabii ve Politiki”/doğal coğrafya ve politikası; 1889’da “Cânî mi Masûm mu”/kıyacı mı suçsuz mu, “Mektûbât”/mektuplaşma -Fazlı Necib ile mektuplaşmalar; 1890’da Külhânî Edîpler/kabadayı yazarlar... ) yayınlar.
Düşünceleri Bağlamında Beşir Fuad
Yaşamı savaşlar ve savaşımlar içinde geçen Beşir Fuad, usunu, yüreğini ve yüzünü “aydınlanma”ya çeviren; Batı ürünlerini dilimize çevirmekle yetinmeyip, eleştirel, sorgusal bir düşünme yöntemi doğrultusunda “felsefe yapma”yı ilke edinen ve birikimini yazıya dönüştüren bir “ekin adamı”; çağcıl bir dünya görüşüne, devrimci bir tine, yenilikçi bir yazın biçimine ve ilerici bir kimliğe iye bir “aydın”dı/entelektüeldi. “Asker”liğiyle, yürekliliğini ulusuna gösterdi, “çevirmen”liğiyle, çağını aşmış bilim adamlarıyla, düşünürlerle, yazarlarla buluştu, bizleri buluşturdu; “dergici”liğiyle, yurdunun dört yanına seslendi; “gazeteci”liğiyle düşüncelerini gerçekçi bir söylem doğrultusunda dile getirdi; “yazarlığı”yla, usunun kıvrımlarında demlenen sözünü söyledi. Bilim, yazın ve felsefe alanında etkin çalışmalarda bulunurken, “özdekçilik”/materyalizm, “gerçekçilik”/realizm, “duyumculuk”/sensualizm, “doğalcılık”/natüralizm, “doğaötesi”/metafizik, “dilbilim”/ lengüistik, “olguculuk”/pozitivizm benzeri akımları derinlemesine irdeledi; gerek dergilerde, gerek gazetelerde, gerekse kitaplarında, söz konusu konular üstüne, bilgi dağarından yararlanmak ve uslamlamak koşuluyla, düşünsel yazılar yayımladı. (Ayrıca, fizik, matematik, kimya, tarih, dirimbilim/biyoloji, yerbilim/jeoloji, fizyoloji, davranışbilim/tin-ruhbilim-psikoloji, törebilim/ ahlâk felsefesi- ethik,, evrenbilim/kozmoloji ve benzeri konular üzerine yaptığı çalışmaları, araştırmaları -dergilerde kalmış/unutulmuş yüzlerce yazıları- söz konusudur.)
Düşünsel yolculuğunda, “eytişimsel”/diyalektik düşünmenin (Herakleitos, Hegel ve Marx üçlüsünden süregelen sav-karşısav; bileşim/tez-antitez; sentez) vargısı olan “özdekçilik felsefesi”ni (özdekten başka bir “töz”ün/cevherin -örneğin, “tanrıbilimsel”/teolojik bağlamda “Tanrı”nın- varlığını onamayan öğretiyi) içselleştirmesi, bir “ötedünya”yayı yok sayması ve “tanrıtanımaz”lığa ulaşması doğrultusunda yaza-yaşaya bir yaşam sürmesini sağlamıştır ki, bu konumu, çağının ileri gelenlerinin öfke oklarını üzerinde toplamasına yetmiştir. Bilindik değerler dizgesini alaşağı etmesi, “romantizm”/coşumculuk yerine “gerçekçilik”i/realizmi benimsemesi, “tutuculuk”/muhâfazakârlık yerine “devrimciliği, yenilikçiliği ve özgürlükçülüğü savunma”sı; bu bağlamda düşüncesini dile ve yazıya getirmesi, hem dinsel, hem düşüngüsel/ideolojik, hem yazınsal, hem de ekinsel/kültürel çevrelerce dışlanmasına, dahası, yok sayılmasına neden olmuştur. Yaşadığı zaman dilimi içinde, düşüncelerini doğrudan çürütecek, bilimsel ve felsefesel veriler doğrultusunda yadsıyacak kalemlerin çıkmayıp, “ölümünden sonra” ahkâm kesen/yargılayan kalemşorlerin hortlaması(!), Beşir Fuad’ın ne denli “çağcıl bir yazar, aydın ve insan” olduğunun bir başka göstergesidir.
Bir “Aydın”ı İnciten Olaylar
Beşir Fuad’ın ürünleri, yayıncılığı ya da düşün adamı kimliği üzerinde araştırmalar ve irdelemeler yapılması gerekirken, bunca yıl karşımıza çıkarılan hep “ölme türesi”/canına-kendine kıyma hakkı/intiharı oldu ne yazık ki! Bu yadsınacak bir olgu değil. Ne ki insanın yüreğini burkan, içini acıtan, ölümünden çok, kimi -yansız/nesnel ve- gerçekçi araştırmacılarca “ilk yaşamöyküselci”/biyografici, “ilk özdekçi”/materyalist, “ilk eleştirmen”/tenkîtçi, münekkit nitemlerinin/sıfâtlarının yüklendiği Beşir Fuad’ı aydınlarımızın(!) hem görmezden gelmesi, hem de görmekte güçlük çekmesidir.
Kalıtıma inanmasından ötürü, annesi denli bir us sayrılığı/akıl hastalığı sonucunda delirip öleceği düşüncesi, bağlı olduğu annesini acı bir biçimde yitirmesi, oğlu Namık Kemal’in (“Vatan şâiri” Namık Kemal değil elbet) çok küçük yaşta ölmesi, kimi ailesel ve duygusal/sevisel sorunlar yaşaması, malvarlığını tüketip çocuklarına bir şey bırakamama kaygısını sürekli taşıması, Beşir Fuad’ı inciten olaylar arasında sıralansa da, yaşadığı dönemde yer alan “tutucu, sığ, sınırlı, yoz ve inakçı” (sözde “milliyetçi-mukaddesatçı-mânevîyâtçı”/ulusalcı-kutsalcı-tinselci) kesimin -Descartes denli, “açık-seçik” değil(!) de- dolaylı yol ve yöntemlerle üzerinde “dinsizlik” baskısı kurması; “özdekçi ve gerçekçi bir sanat anlayışı” doğrultusunda düşünce ve yazı üretmesini benimsemeyen şâir ve yazar takımının(!) örtük saldırılarda bulunması; ulusal sınırlardan uluslar arası bir okuma, irdeleme, araştırma, betimleme ortamına açılım yapıp, “büyük bir sıçrama”yı gerçekleştirmesinin, o dönemin “siyasacıları”nca -ve de hükümetince- bir “korku öğesi” olarak algılanması, “çağdaş felsefe ve yazın akımları”nı ülkesinin bilgi dağarına kazandırmasına karşı -“eski köye yeni adet” getirmesinin yarattığı kaygıyla, ya da “arı yuvasına çomak sokmak” koşuluyla bilindik gidişin yönünü çevirmek çabası olarak değerlendirilmesine- gösterilen “direnç”in düşünce ortamındaki sarsıcılığı; getirdiği “yenilikler”in görmezden gelinmesi sonucunda, -“psikanalitik”/ruh-tinçözümsel bir deyim olarak- “duygudurum” bağlamında tinsel bir başa çıkamamanın sıkışmışlığı, ya da “varlıkbilimsel”/ontolojik bir “varoluş sorunsalı” ile boğuşmanın uzantısı ve de başkaca olgular, Beşir Fuad’ı inciten olaylara eklemlenebilir.
“Canına, kendine kıyma” olgusu, hafife alınacak, küçümsenecek, aşağılanacak ya da azımsanacak bir olgu olmasa gerek. Bu olgunun, (ki yazın, bilim ve felsefe alanında nice yetkin kişinin yanı sıra) Beşir Fuad denli bir “değer”de, bir “aydın”da izini sürmekse, -ekin ve yazın tarihçilerinin, “davranışbilimcilerin”/tinçözümleyicilerin-psikanalitikçilerin yanı sıra, bilim adamlarınca- başlı başına bir “bilimsel irdelemenin konusu” olsa gerek.
Ölümü Seçen Bir İnsan
Bilindiğince, doğumunu, kendini “seçen” bir insan -ya da varlık- yok. “İnsan”/insanoğlu, dinlerce -“yasak elma söyleni”/bilgi ağacının meyvesini yeme eylemi, Âdem-Havva ilişkisi, cennetten kovuluş vb.- “cezalandırılmak” adına yeryüzüne gönderilmiş, eşdeyişle bırakılmış/vazgeçilmiş/unutulmuş/terkedilmiş (Sartreca, “fırlatılmış”) bir dirim/canlı olarak, “özgür istenci”/irâdesi doğrultusunda “kendini seçememiş”; ne gövdesini, ne organlarını, ne beynini, ne de tinini oluşturabilmiş/biçimlendirebilmiş; “yazıklı/günahkâr” bir konumda ve bir “yazgının”/kaderin ağında “tövbe”/pişmanlık duygusuyla -Tanrıca- bağışlanmayı bekleyen -ve kovulduğu cennete yeniden alınmayı uman- bir anlayış, inanç ve dünya görüşüyle yaşamaya zorunlu “yargılı”/mâhkûm kılınmış...
İmdi, bir “bilim ve düşün adamı” çıkıyor ve tüm bunları hiçleyip, özdeğin değişim ve dönüşümünü evetliyorsa; yaşamı özgür istenciyle seçemeyişine karşın, ölümünü seçme türesini kullanıyorsa; bunu gerçekleştirmeyi önceden tasarlıyor ve ölme sürecini kaleme alıyorsa (5 Şubat 1887’de yaşamını yitirmeden önce, Ahmet Mithat Efendi’ye yazdığı bir mektubun bir yerinde, “Hayatımda fenne hizmet eylediğim [yaşamımda bilim için görev yaptığım] gibi, cenazemin de [ölümümün de] öyle hâdim [işe yarar] olmasını arzu eylediğimden [dilediğimden], cenazemi teşrih [-gövdebilimsel/anatomik- açılım]olunmak üzere teberruan [armağan olarak] Mekteb-i Tıbbiye’ye [Tıp Okulu’na] terk eyledim ki veresem şu arzuma mâni olmazlar. İntiharımı da fenne tatbik edeceğim[bilime uygulayacağım]; şiryanlardan [atardamarlardan] birinin geçtiği mahalde [yerde] cildin altına ‘klorit kokain’ şırınga edip buranın hissini [duyumsamasını] ibtal ettikten[geçersizleştirdikten] sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-dem tevlidiyle [akıntı anını oluşturarak] terk-i hayat edeceğim [yaşamı bırakacağım.]” diyorsa) ve bu kişi, “usuyla yaşayan, yazan ve ölen” bir “yazın, felsefe ve bilim âşığı”ysa; adı-soyadı Beşir Fuad olarak “Aydınlanma Tarihimiz”in altınla -ya da kanla- bezenmiş sayfalarına -beğenilsin-beğenilmesin ya da “öteki” olarak görülsün-görülmesin - çivileniyorsa, ötesi boş söz/lâfügüzâf değil de, nedir?...
Comments