top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Bir Flanözün Gölgesinde

Semrin Şahin yazdı: "Hareket ettikçe yani yürüdükçe şehirlerin imgeleri yapbozun parçaları gibi belleğimde bir bütünü tamamlıyor."



Son zamanlarda yürümeye olan tutkum arttı. İlk başlarda şehirde yarım saati geçmeyen yürüyüşler bir süre sonra bir iki saati geçmeye, daha sonra da yakın semtlere gitmeye kadar uzandı. Zamanın belirsizliği içinde uzun uzun yürümenin hem düşünmek hem de yazacaklarımı tasarlamak açısından ilaç gibi geldiğini söyleyebilirim. Şehri adımlarken dokusunu fark etmeye, şehre, binalara farklı bir gözle bakmaya başlayınca yürümenin şekli de değişti elbette. Flanöze dönüşen yürüyüşüm değildi aslında hayata bakış açımdı. Bir imgenin peşine takılıp dar sokaklara, çarşılara, parklara gitmek düşüncelerimi olduğu kadar duygularımı da yönetmeye başlamamı sağladı. Mevcut duruma uyum sağlayabilmek benim en önemli maharetim diyebilirim, gerçi bu bana değil bütün insanlara özgü bir davranış.  Gerçekten flanöz müyüm peki? Öyle olduğumu düşünüyorum. İstanbul, Londra, Roma, Milano, Venedik, Oxford, Cambridge… Her şehirde başka bir imgeyi takip ettiğimi ne zaman fark ettim peki? Bunun yanıtını bilmiyorum. Hareket ettikçe yani yürüdükçe şehirlerin imgeleri yapbozun parçaları gibi belleğimde bir bütünü tamamlıyor. 


Bir gün London Eyes’in kıyısında edebiyatın flanözleri düştü aklıma. Londra sokaklarında Virgina Woolf’un Londra Manzaraları’nın zihnimin kuytularından çıkıp beni kendine çekmesi şaşırtıcı gelmese gerek. Woolf bu denemelerinde belleğini okura açmaktan sakınmazken gezip gördüğü her yeri de en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan da geri durmaz. Flanöz yazını içinde bu kitabı önemli bir yere konumlandırdığımdan dolayı Londra’nın sokaklarında gezinirken Woolf’un sesini, onun bakış açısını birçok kez anımsamam da normal karşılanmalı. Bu anımsayışlar benim belleğimi de harekete geçirdi. Her flanözün gördüğü, peşine takıldığı kavramlar elbette ki birbirinden çok farklı. Bu yüzden Woolf’un Londra’sı benim gördüğümden apayrı bir noktada yer bulmuştu kendine. Dikkatimi ise Londra’nın sessizliği çekti en çok. Kaos yok. İnsanların nazik tavırları, mesafeli güler yüzleri şehrin havasını değiştiriyor. Ne yaparsam yapayım şehirleri insanlardan soyutlayamıyorum. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum açıkçası. Ama şehrin dokusunu insanlarla bütünlemek hoşuma gidiyor. Flanöz kendi düzeni içinde güçlü bir var oluşa sahip diye düşünüyorum. Şehirde bir arayış hikayesine dönebiliyor bu yürüyüşler. Deneyimlerime göre, kendi özgün düşünme sistemini yaratıyor flanöz. Galata’nın dar sokaklarında yürürken Fosforlu Cevriye’nin peşine takılmam böyle bir düşünme sisteminin ürünü olmalı. Suat Derviş, 1945 yılında Gece Postası’nda tefrika olarak yayımlatır bu romanı. Galata’nın sokaklarını kendine korunaklı alan olarak seçen Cevriye’nin içinde büyüyen dişiliğini ve bu dişiliğin vermiş olduğu hayatı sorgulayışını ara sokaklarda baktığım her yerde görmem karakterin peşine takılmaktan öteye geçmez. Bir ara, seks işçisi olan Cevriye bu sokakları gelişigüzel mi adımlıyordu diye sorarken buldum kendimi. Sonra onun kadınlığını, seçtiği yolu ve yaşadığı şehri sorguladığını, bir flanöz gibi belleğini genişlettiğini fark ettim. Romanın bir yerinde evin içindeki nikahlı kadın olmak istemediğini dile getirir Cevriye, özgürlüğünün elinden alınmasından korkar. Dönemin sosyokültürel ve siyasi ortamında Cevriye gerçekten cesur bir kadın karakterdir. Şehirde zihninde oluşturduğu sarışın adam imgesini büyüterek dolanır.  Ben de Cevriye imgesiyle fosforlu bir ışık saçtığımı düşünerek dolandım semtte. Galata Kulesinden Haliç’e bakarken Cevriye’nin cesaretinin unutulmaması gerektiğini fark ettim. 

Flanöz bulunduğu her şehirde başka bir şeyin peşine takılır. Bir keresinde Samanpazarı’nda cam üfleme vitrinindeki lalelerin cam yüzeyinde Sevgi Soysal’ın Yürümek romanındaki Ela’yı gördüğümü sanmıştım. Bir gölge gibi gelip geçen bir silüetti. Ela’nın adımlarını bugün hâlâ Samanpazarı sokaklarında bulduğuma göre karakterin ölümsüzlüğü konusuna dikkat çekebilirim değil mi? Ela’nın romandaki meselesi neydi peki? Sınıfsal sorunları, gençlerin yaşadıkları zorluklar, kültür çatışmasını anlatırken aslında bir flanöz olarak Ela iktidarla olan mücadelesini toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerinden sorguluyordu diyebilirim. Ataerkil yapının kadın üstündeki hegemonyasını kırmak için evliliği, balayını, cinselliği ve bakireliği odağına alıp toplumsal normları eleştiriyordu. Samanpazarı’nın işlek sokaklarında dolanırken Ela’nın sorduğu şu soru aklımdan çıkmaz: “Olmayacak şeylere inanmak, olabileceklere inanmak için gerekli gücün başlangıcı olamaz mı?” Gerçekten Ela’yı o sokaklarda görmediğimi bilsem de Ela gibi hayatı sorgulayan başka başka birçok kadınla karşılaştığımı söyleyebilirim.

Kierkegaard, “Hayat bir yoldur,” der, "Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile!" Yürümek bir nevi gücümü tekrar hatırlatıyor bana. Ingeborg Bachmann’ın Malina’sının peşine düşeceğim Viyana’nın sokaklarına hazırlıyorum kendimi. Toplumsal cinsiyet eşitliği, suçluluk, baba figürü üstünde çalışıyor olmamdan kaynaklı sık sık Malina’yı ve aşkı düşünüyorum. Belki de yürüdüğüm yolda başka flanöz karakterlerle de karşılaşabilirim, hiç belli olmaz. İşte bu belirsizlikle dolanıyorum şehirlerde. En keyifli yanı da zihnimde açılan pencerelerden hep bir kadının selam verdiği. Önemli olan da bu sanırım. 

Comments


bottom of page