Bir yazar - bir falcı
"Baskılara, tabulara, dayatılan toplumsal rollere, ayrımcılığa, orantısız güç kullanımına, cinsiyetçiliğe ve kısıtlanmaya karşı başkaldırıdır onun sesi. Sadece bugünün gerçeklerine karşı da değil, kurgusal olanla tarihi birbirine katarak isyanını büyütür. Bir tek politikacıyı ya da iktidarı değil, her iktidarın baskıcı yönünü, her ülkede ve her zamanda yer alan zihniyeti anlatır." Asuman Kafaoğlu-Büke, Leyla Erbil'in yazdıklarının bugün bize ışık tutmaya devam etmesinin sebebini, onun yazarlığının kehanetlerle dolu olmasında arayıp buluyor.
Asuman Kafaoğlu-Büke
Mektup Aşkları romanının arka kapağında İlhan Berk’in şu sözleri yer alır: “Leyla Erbil’de ağırlıklı olarak çarpan tek bir şey vardır: Başkaldırıdır bu! Başkaldırı her şeydir onda. Bir bakıma bunun için yazıyor diyebiliriz.”
Leyla Erbil’in kurgusunun merkezinde İlhan Berk’in dediği gibi öncelikle isyan yatar. Bunu doğrudan dile getirmez Erbil ama baskılara, tabulara, dayatılan toplumsal rollere, ayrımcılığa, orantısız güç kullanımına, cinsiyetçiliğe ve kısıtlanmaya karşı başkaldırıdır onun sesi. Sadece bugünün gerçeklerine karşı da değil, kurgusal olanla tarihi birbirine katarak isyanını büyütür. Bir tek politikacıyı ya da iktidarı değil, her iktidarın baskıcı yönünü, her ülkede ve her zamanda yer alan zihniyeti anlatır.
Erbil’in eserleri üzerine on yıllardır çok yazıldı, onun kadın ve insan hakları konusunda sağlam duruşu eserlerinin merkezinde görüldü ama bir o kadar da her gün karşılaştığımız sorunlar karşısında, o artık hayatta olmasa ve kulağımıza doğrularını fısıldamasa da yazdıkları bize ışık tutmaya devam ediyor. Bunun nedeni de yazarlığının kehanetlerle dolu olmasından!
Falcıdır yazar
Karanlığın Günü (1985) adlı romanında bir yazar olan kadın kahraman Neslihan’a annesi “falcı” diye hitap eder. Her romancı gibi Neslihan da kurgularında yaşanmışı, geleceği, umutları, hayalleri anlatır; annesinin “falcı” deyişinde küçümseme vardır ama ne olursa olsun bir falcıdır aynı zamanda Neslihan. Henüz olmamış olanı anlatır. Aynı Neslihan gibi Leyla Erbil de bir falcıydı, antik çağlardan kalma bir kahindi sanki. Onun romanlarında zamanın ötesinde söylenmiş doğrular bulduk her zaman.
Karanlığın Günü yayımlandığı yıl belki okurlarda bomba etkisi yapmamıştı ama aradan geçen neredeyse otuz yıl içinde bize o günleri Erbil denli iyi anlatan olmadığını biliyoruz. 70’li yıllar direnmeyi, yeniliği, kadın hareketini, özgür düşünceyi temsil ediyorsa, 80’li yıllar da özellikle Erbil’in bu romanında, ideallerin unutturuluşunu simgeliyor. Reagan-Thatcher-Özal politikalarının devreye girmesiyle, önce ideallerin işe yaramazlığına inandırıldı insanlar, sonra da idealler olmadan yaşamaya. Leyla Erbil önce bir insanın daha sonra bütün bir milletin bellek yitirişinin öyküsünü anlatıyor. Bugün bile hala bu bellek yitiminin izlerini toplumsal olarak yaşıyoruz.
Leyla Erbil önce bir insanın daha sonra bütün bir milletin bellek yitirişinin öyküsünü anlatıyor. Bugün bile hala bu bellek yitiminin izlerini toplumsal olarak yaşıyoruz.
Erbil 1950’lerden beri devrimci bir ruhla yazan ve de devrimci ruh üzerine yazan biriydi. Hiç kuşkusuz 1950’lerden bugüne devrimci ruh anlamını çok değiştirdi, Erbil de kendi çağının yazarları gibi (Vedat Türkali geliyor akla) zaman içinde değişen değerleri anlattı yazdıklarında. Örneğin Üç Başlı Ejderha novellasında üç nesil devrimci bir ailenin anlatısında değişen çağ ile birlikte değişen değerleri ele aldı. Devrimci ruh bir ailede nasıl iktidara / devlete karşı bir kan davasına dönüşebiliyor, gösteriyor. Çocuğu devlet eliyle öldürülmüş bir anne nasıl bağışlar? Kin gütmeden durabilir mi? Ve bu kini torununa nasıl olur da aktarmaz?
Karanlığın Günü, Üç Başlı Ejderha ve Kalan romanlarında karşılaştırır nesilleri Erbil. Üç Başlı Ejderha’da “bizhalk ‘Tek yol devrim’ diye çığırırken o ‘Çocuklara dayak yok!’ diye en tizinden küçücük hançerisinin…” diye anlatır bir çocuğun başkaldırısını. Büyük davaların devrimi kolayca anlam yitirir dayak yiyen bir çocuğun acısı karşısında. Büyük davalara odaklanırken belki de günlük hayattan kopuk davranıyordu devrimciler. Bu çocuklar, babalarının omzunda gittikleri mitinglerde anlamadıkları bir kavganın ortasında buluyorlardı kendilerini, daha sonra bu bir hayat biçimi olarak algılanıyordu onlar tarafından. Aslında bu satırları yazarken Leyla Erbil’in gençlere hep umutla baktığını fark ediyorum.
İstanbul
Leyla Erbil “Trianon Pastanesi” adlı öyküsünde “o tarihlerde kent, zaten bizim ve onların karışımıyla nakışlanan şiirli bir kentti” diye anlatıyor İstanbul’u. Bu “şiirli kent” onun çok sayıda roman ve öyküsünde işlediği bir konuydu. Üst üste tarih katmanlarından oluşan bir yapıya sahip bir şehirdi İstanbul ve sokaklarında farklı dillerin konuşulduğu, dinlerin ve geleneklerin barındığı çok renkli bir dokuya sahipti.
Erbil, büyük bir hızla tek renkliliğe, tek sesliliğe ve aynılaşmaya sığınan bir dünyaya karşıydı. Kalan romanında yine bu konuyu merkeze alır, “kalan” hem geride iz bırakan anlamında hem de birikim anlamında kullanılır romanda. Bir de tabii geride kalan anlamında; yalnız kalan, terk edilen anlamlarıyla anlaşılır. Kültürel zenginliğini, ağaçlarını, sahip olduğu renkliliği, özgürlüğünü kaybetmiş olarak “kalmak.”
Bu noktada bir parantez açıp Erbil’in romanlarında izini bulduğumuz varoluşçuluk felsefesinin babası, Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard’dan söz edelim. Kierkegaard estetik olanla ahlaki olanı, dinsel olanla etik olanı ayırmanın öneminden söz eder. Erbil’i etkileyen başlıca düşüncesi, gerçekliğin tözüdür. Nereye kadar inersek en derine gizlenmiş töze ulaşabilir insan sorusu üzerinde durduğunu görürüz Erbil’in (özellikle de Kalan romanında.)
Bu soruyu şekillendirdiğimizde, tarihte ne eksik olsaydı bugün farklı olurdu diye sorabiliriz. Hangi taşlara, tabletlere oyulmuş kanunlar olmasaydı, bugün dünya başka olurdu? Hatta, insan ontolojik olarak ne olsaydı farklı olurdu? Şimdi tüm insanlığın şekillenmesi, ülkelerin şekillenmesi sorgulanırken bir yandan da Leyla Erbil’in bireyi sorguladığını da görüyoruz. Birey olarak kendi geçmişinde neler gerçek tözü teşkil ediyor diye bakıyor roman kahramanlarına. Bireyin geçmişinde, ailesinde, anılarında, çocukluğunda ne farklı olsa, bugün başka bir insan olurdu?
Özellikle üç virgülü peşpeşe kullanması bende metni parçalayan vahşi bir hayvanın pençesi imgesini yaratır. Bir yaratık metne girmiş, onu parçalıyordur adeta.
Leyla Erbil’in romanlarını okurken rengarenk ipliklerle dokunmuş bir toplumsal yapı görürüm adeta. Bu iplikler İstanbul’un dokusunu yüzyıllarca bir arada tutmuş farklı dinleri, dilleri, yaşam biçimlerini anlattığı kadar bir insanın varoluşunu da anlatır. Geçmişi deşmek hem toplumsal yapıyı incelemek, araştırmak anlamında hem de kişinin kendi en derininde sahip olduğu tözünü (olmazsa olmazını) anlamaya götürür.
Dilsel Esnemeler
Leyla Erbil dendiğinde çoğu okur onu kendine özgü dil esnemeleriyle hatırlar. Özellikle üç virgülü peşpeşe kullanması bende metni parçalayan vahşi bir hayvanın pençesi imgesini yaratır. Bir yaratık metne girmiş, onu parçalıyordur adeta. Bu parçalanmayı bitmemiş tümcelerinde, nefessiz kalan anlatısında da buluruz. Dil, Erbil için tüm duyguların düşüncelerin aracıdır, bazen semantikle bazen de sözdizimiyle oynayarak metni hareketli kılar; okura birden fazla anlam çıkarması için alan bırakır.
Erbil’in yapıtlarını okurken hem bir akışa kapıldığımızı hissederiz hem de her sözcükte tökezleriz. Dili bozduğu yerlerde doğal olarak irkiliriz. Sanırım onun bilgeliğini hep özleyeceğim. Her yeni romanı çıktığında heyecan duymayı, onunla siyaset ve kadın hakları üzerine konuşmayı da hep özleyeceğim. Özlem gidermenin bir tek yolu da onu yeniden yeniden okumak.
Comments