Birinci Monograf
Fatih Balkış'tan hatırlamanın arkeolojisi üzerine denemeler. Kitaplar, yazarlar, tesadüfler, buluşmalar, kaçınılmaz karşılaşmalar, birbirini bütünleyen fragmanlar, kurmacayla gerçeği teyelleyen epifaniler... Her hafta Litera'da.
Bu hafta, Birinci Monograf.
Onu hiç beklenmedik bir yerde, Bakırköy Özgürlük Meydanı’nın hemen ötesinde sahile kadar uzanan caddede görüyorum. Üzerinde sonbahara uyumlu kahverengi bir palto var. Elleri ceplerinde. Adımlarını ürkekçe atıyor. Bakışlarımız, bir an, aramızdaki kalabalığın üzerinde kesişecekmiş gibi oluyor ama birbirine değmiyor. Şehrin bu tarafında olmasına bir anlam veremiyorum. Tıpkı onu bir süpermarkette sıraya girmiş beklerken hayal edemeyişim gibi. Aklında ne var, diye düşünüyorum, adımlarını nereye sürüyor? 1999 olmalı, ödünç alınmış ama yıllar geçtikçe verilen sözün tutulmayışıyla yüzleşilmiş bir Artaud kitabının kapağında karşılaşılmış onunla. Toplumun intihar ettirdiği Van Gogh. Sürdürülemeyen bir dostluğun kalıntıları gibi yıllar önce parçalara ayrılmış, tükenmiş. Ama sonra yaşamıma eklemlenen şeylerden biri haline gelmiş. Parçalar halinde, benim yaşamıma paralel ilerleyen. Görüntülerin, kokuların birleştirdiği katmanlı anlar. Hep tesadüfler, hep onun yaşamının gizli saklıları üzerine kurulu. Bir süre kalabalıkta peşine takılıyorum, birkaç metre gerisinden yürüyorum. Adımlarını buralara sürmesinin nedenini bilmek istiyorum. Çünkü bu, aynı zamanda, olanaksız olanın bir nedene dayanması demek. Hafta sonları dışarı çıkmayıp evinde Kant çalışan biri, burada bulunmak için mutlak bir gereksinim içinde olmalı. Yalnızca sokaklar değil, karşılaştığımız yerler de giderek sıklaşıyor. Ada Kitap’ta, onu tanıyan bir arkadaşımla tesadüfen telefonda konuşuyoruz. Arkadaşım telefonu ona vermemi söylüyor, ısrar ediyor. Yanına gidip size telefon var, gibi absürt bir şey söylüyorum. Şaşırıyor, kim olduğumu sorar gibi yüzüme bakıyor. Bir süre telefonda konuştuktan sonra telefonumu geri veriyor. Bu ilk ve son diyaloğumuz. Ben utancımdan kitap raflarının arkasına saklanıyorum. Simurg’ta karşılaşıyoruz, farklı köşelerde oturuyoruz; plastik bardaklarda gazoz içiyoruz, o bazen çay içiyor. Hiç konuşmuyoruz ama birbirimizi bildiğimizi biliyoruz. Onu dinliyorum, bazen Bienal’de bazen Lacan üzerine yapılan bir söyleşinin konuğu olarak. YKY’de, masadaki kendi kitaplarından birini eline alıyor ve yanındaki arkadaşına yakında sahaflara düşer, diye espri yapıyor. İlk ve tek sivil şairimizi tek başına savunduğunu, Alfred Jarry konusundaki bilgisi sınandığında kapıldığı dehşetli öfkesini anımsıyorum. 1999’da Dolmabahçe Kültür Merkezi’nde elim ayağım titreyerek bir şey fark ediyorum.Yanındaki küçük bir grupla sessizce salonu dolaşan biri var. Kitap kapaklarındaki fotoğraflardan tanıyorum onu ve ısrarlı, belki de can sıkıcı bir biçimde çekiyorum. Sonra bir an çektiğim karede beliriyor. Fransızca bir şey söyleyerek kareye giriyor ve Baudrillard’la bir fotoğraf çekiniyor. Ve yıllar sonra onu neden Bakırköy’de gördüğüm açığa çıkıyor. Bütün kuşanmışlıklarımız, aslında bizi tek bir yere sürüklüyor. Tekrar tekrar.
Comments