top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Düşünce sistemi ve yaptıklarıyla başkalarından ayrılan karakterler

Nurhan Şahinkaya, Şükran Yiğit'in Burası Radyo Şarampol romanı üzerine yazdı: "Sosyal arka planı güçlü, ayakları yaşadığı topraklara basan ama evrensel düşünsel temalarına sahip, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe geçişteki karmaşanın derinlerine sızan ve oldukça iyi dille anlatılan bir roman."




Kundera, roman yazarın bir itirafı değil, tuzağa dönüşen dünyada insan hayatının keşfedilişidir der. Niteliği yüksek hemen her romanın, okurlarına şöyle seslendiği varsayılabilir; durumlar senin düşündüğünden karışık görünse de okuduklarını iyi değerlendirirsen hayatın keşfine katkısı olacak. Burası Radyo Şarampol böyle bir roman. Son derece derin ve geniş yapısıyla, ufkumuzu açan deneyimleri bünyesine alır. Çok geride kalmış ama unutulması güç bir zamanın kırk yıllını bize yeniden yaşatır. Yaşatır, çünkü o dönemin insana yaptıklarını bütün canlılığıyla gösterir. 


Bazen romanların rehberliği büyük bir hazine gibi karşımızda durur. Sayelerinde bir ömre sığamayacak sayıda yaşama tanıklık etmek, sonunda da hatırı sayılır derecede deneyim kazanmak mümkün olabilir. Öyle olduğunu düşündüğüm bu roman için acele edip belki en son söylemem gerekeni hemen söyleyeceğim. Sosyal arka planı güçlü, ayakları yaşadığı topraklara basan ama evrensel düşünsel temalarına sahip, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe geçişteki karmaşanın derinlerine sızan ve oldukça iyi dille anlatılan bir roman. 


Dünyanın neresinde olursanız olun hep dönen politika çarkı, zaman zaman halatı kopmuş bir asansör gibi hızla düşer. Asansörün içindeyken düşüp yara beresiz kurtulmak neredeyse imkânsız. Yaşadığımız ülkeye de sirayet eden bu düşüşler elbette pek çok insanın yaralanmasına neden olmuş. Bazıları yaralı insan görmekten hoşlanmaz, başını çevirir hemen, dayanamaz bakmaya. Kınayamayız tabii, zorlayamayız da. Ancak vicdan, bir köşede sakince bekleyemez, bütün hatırlatmaları huzursuzluğa dönüştürür. Yapılacak bir şey olmalı der, yardım eli uzatacak gücün olmasa da hangi nedenlerle yaşamların alt üst olduğunu düşünmek, onları anlamak mümkün. 


Şükran Yiğit önünüze öyle bir yaşamı getirmiş ki arkanızı dönmeniz çok zor. Sarsıcı olayların, onları yaşayanlara neler yaptığına bakmak için okuyanları Şarampol Mahallesi’ne davet etmiş. On dört yaşındaydım, hiçbir şeyimiz yoktu, yoksulduk, yoksul ama mutsuzduk, diye başlıyor roman. On üçüne az kala ağabeyim Jem’in kolu dirsekten kırıldı, diye başlayan Bülbülü Öldürmek’i hatırlatıyor bana. Roman başlangıçlarının önemini bir kez daha düşünüyorum. Acaba çarpıcı sosyal olaylar içinde büyüyecek bir ergen mi göreceğim. Olay örgüsü elbette olacak ama daha çok karakter örgüsü mü okuyacağım? Ve bitirdiğimde, ikisi de diyorum. Jem’in yaşamı gibi Filiz’in de yaşadıkları unutulacak türden değil. Yani, hem inandığı değerleri savunmak uğruna ayakta kalan, güçlenen bir karakter romanı hem de çarpıcı olaylar örgüsü okuyoruz. 


Ana karakterimiz Filiz’in daha on dördünde içinde yaşadığı ailenin sarsıntısıyla başlayan çalkantılı yaşamı, Eylül Darbesi, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, suikastler, cezaevleri, sosyal sınıf farklılıkları, ekonomik güçlükler ve daha pek çok zorluğun içinde geçiyor. 


İlk sahne çok önemlidir, çünkü onda ortamı, havayı, oradan hareketle de okurun tüm okuma boyunca sürecek durumunu belirlersiniz, der May Sarton. Bir tempo belirlendiğini düşünür. Burası Radyo Şarampol kesik kesik kısa cümlelerle başlıyor ancak olaylar durulduğunda anlatı sakinliyor, cümleler uzuyor, sesler yumuşuyor. Belli ki anlatmak istediğini iyi tasarlayan yazar, kurmacaya başlamadan önce bunu nasıl yapacağını da uzun uzun düşünmüş. 

Anlatıcı, ana karakterimiz Filiz. Onun gözünden görüyoruz dünyayı. Birinci tekil anlatıcının avantajıyla hikâyenin içine hemen çekiveriyor bizi. Hatta içimizdeki dilekleri açığa vuran, tahsile gösterilen zaafın, zenginliğe gösterilen zaafa karşı bir zafer kazanabilmesinin hâlâ mümkün olduğunu, söylediği o yıllara koşa koşa gidiyoruz. Her türlü yokluğa rağmen bir köşede sürekli romanlar, şiirler okunan, radyodan haberler alınan, şarkılar dinlenen o mahalleye. Daha başlarken görüyoruz ki aileleri her türlü sıkıştıran, bunaltan maddi yoksulluk diz boyu. Hatta bu meseleye epey vurgu var. Ancak elimdeki kitabı okumayı bitirdiğimde, parayla alınamayacak sevgi, dostluk, arkadaşlık, şefkat ve ilgiyle zenginleşen dünyaları, üstelik kitaplarla, şairlerle, seçkin müzik anlayışlarıyla bezeli hayatları bana oldukça zengin geliyor. 


Yazarımız Şükran Yiğit, insanın yaratıp güzelleştirdiği en önemli eser hiç şüphe yok ki kendisidir diyen Rollo May’i anımsatıyor bana. Akademik olarak donanımlı ve bunun yanında edebiyatla bağı hayranlık uyandıracak boyutta. Sadece bu roman üstünden bile hareket etsek pek çok romana, şiire, müzik eserine verdiği selam okuyanlar için ilham kaynağı.


Romancı ne tarihçi ne de filozof, olsa olsa yaşananları görüp onun içindeki insan ruhunun kâşifi olabilir. Herkesin birbirine benzediği, günlük hayatın sürekli tekrarlandığı evren epey tanıdık. Elbette buna benzer yaşamın içinden birilerini seçip öyle bir keşif yapılabilir. Ancak Şükran Yiğit’in anlatmayı seçtiği kişiler, düşünce sistemi ve yaptıklarıyla başkalarından ayrılan karakterler. Hikâyelerin zamanı durduran gücünü fark ediyordum, diyen Filiz, kurmacanın başında bizi Temmuz 1980’e götürüyor. Toplumsal ve bireysel hafızamız hemen o trajik Eylül günlerine kayıveriyor. Üstelik kentin orta halli ailelerinin yaşadığı o mahalle birçoğumuz için aşina. Romanın daha en başında o mahallede, o temmuz sıcağında, o dönemin içinde buluyoruz kendimizi. Sonra kaybolan insanları, yakılan kitapları, derinleşen acıları, başka ülkeye göçü, orada bambaşka hayata alışmanın zorluğunu okurken sosyal yaşamı, kişileri, mekânlarıyla o canlı atmosferlerin içinde, hatta en derinindeyiz.


Bir roman okunurken masaya başka kitapları da getiriyorsa, bir top kumaşın metre metre açılması gibi bir katman daha kazanıyor, derinleşme için bir kapı daha aralanıyor demektir. Burası Radyo Şarampol’ü okumaya başladığınızda sizi kitaplığınıza yoluyor. Ana, Sefiller ve Bir Genç Kız Yetişiyor romanlarını masanın köşesine koyuyorsunuz. Daha ilk sayfalarda itibaren okuduğunuz kalabalık ekibe bu kez yanınızda duran kitapların karakterleri de söz alarak katılıyor. Bahtin, romanda sosyal çeşitliliği, söz, konuşma ve davranış biçimlerinin çoğulluğuyla dünyayı yansıtacak yeterlilikte yazınsal bir ürün olarak değerlendirmiş. Bu roman âdeta bu düşüncenin izini sürer gibi. Filiz hem düşünsel anlamda hem de fiziksel olarak kültürlerarası yolculuk ederken onun eşlikçisi Mine ve Ali başta olmak üzere diğer kişiler ve kurmaca karakterler -örneğin Francine- kendilerine ait söylem çeşitliliğiyle bu yapıyı oluşturmuş. Âdeta karnaval havasındaki kurmacada tıpkı yaşamın kendisi gibi herkes var. İyisi, kötüsü, aldatanı, kahramanı. İyimser insanlardan biri Rezzan Hanım, zamanında buralardan gidip dünyaya iyice bir bakmış ve güzel haberlerle geri dönmüş biri. Bakışları çocuksu bir umut, aynı zamanda yetişkin bir hüzün taşıyan Mine, yıkılan umutlara, sevgilere ve ailelere rağmen dostluğun, umudun, masumiyetin temsilcisi. İçimizde bir yerde başı hep ezilen bu duyguları tekrar canlandırıyor. Gidebilmenin bazen hesaplaşmakla değil, bizzat bağışlamakla mümkün olduğunu yıllar sonra anlayacaktım diyen Filiz, annesini affeden arkadaşının gerçekten özgürleştiğini görüyor. Bir de Filiz’in ülkesi dışındaki yaşa mı var. Oradaki kişiler de kendilerine has kültürler özellikleri gösterir nitelikte söz alıyorlar. 

Kurmacanın başından sonuna kadar ipler hep gerçeklerin elinde. Ana karakterin totemlere inancı da ergenliğin gerçeği olarak görülebilir. Böylece mantık dışı da olsa bu davranışların kurmacada yerini bulması yadırgatıcı gelmiyor. Yer yer sihirli inanışlar, örneğin, yeşil evin duvarına dokunan, sinemanın önünden geçmeyen, basamakları hep bir bir bir iki diye inen, 052 ve TBKŞ sözcüklerini tekrarlayan, portakal avuçlarına düşerse Renginlerin evde olduğunu düşünen hali gerçeğin yer yer büyülü hale gelmesini sağlıyor. Bunun yanında ana karakterin roman karakterleriyle kurduğu ilişki, metnin yapısında şiir dizeleriyle içi içe geçen düzyazı, şarkılar, benzetme, tekrar, sembolizm, abartı, ironi ve paradoks gibi pek çok söz sanatının kullanılması romanı üslup açısından zenginleştiriyor. 


Romanın bütününde oldukça özenli, iyi bir dil kullanıldını görüyoruz. Anlatının özelliğine göre seçilen uzunlu kısalı cümleler yerli yerinde. Ses, ritm, cümlelerin ve paragrafların birbirine bağlanışı tökezlemeden okumanın yanında zevk veren bir okuma da sağlıyor.  


Olaylara ve karaktere ait bilgiler sık sık gizlenmiş, bu da merak unsuru baştan sona iyi korumuş. Ancak, iyi hesaplanan bu yapıda merak edilen hiçbir şey açıkta kalmamış, bir saç tokası bile zamanı geldiğinde sahibinin kulağının arkasına sıkışıvermiş.


Zaman kronolojik ilerler gibi ancak kısa ve uzun süreli geri dönüşlerle kurmaca helezonik bir yapıya bürünmüş. İşin iyi yanı bazen sıçrayan bazen yan yana duran bu zaman kıvrımlarında romana giren her karakterin hikâyesi, her olayın detayı birer birer tamamlanmış. Kanca atılan hiçbir şey askıda kalmamış. 


Diyaloglar etkili. Hem toplumu hem kişileri çok iyi anlatıyor. Rengin-Filiz zıt karakterler, Mine-Cengiz zıt karakterler, anne ve baba zıt, bu zıtlık karakterleri daha canlı kılmış. 


Roman boyunca metaforlar oldukça etkileyici. Bunun için bir örnek seçtim ama benzer çok şey olduğunu söylemeliyim. Filiz zeki ve parlak bir öğrenci. Öğretmeni onu göklere çıkarsa da içindeki o duygularla baş edip bu durumu büyük bir naiflikle taşıyabiliyor. Hem de ergenlikte. Sallandıkça yan yüzeylere çarpıp, taşıp dökülecek gibi olan ama son anda yine dengesini bulup, dökülmeden kalabilen bir kâse su gibi gücümün sürekli sınırlarıma çarptığını hissediyorum, diyor Filiz. Genç yaşta birinin içindeki gücü getirip yayvan bir kâseye koyan yazara da insan imreniyor doğrusu. 


Seçilen yan olaylarda, kıyıda duran karakterler, şiirler, şarkılar var. Ayrıntıların seçimi göz kamaştırıcı. John Lennon mesela. Biliyoruz ki o bir barış aktivisti. Barış istiyoruz hep ve her zaman, yazar da onu buraya dahil ettiğine göre öyle düşünmüş olmalı. Ama yine biliyoruz ki bir hayranı tarafından öldürüldü John Lennon. Romanda onu da görüyoruz. 


Bir de romanda aşkın o duygusal ve naif yanını derinden hissettiren anlatım var. Hayatla arama uğultudan bir sis tabakası girmişti, diyor Filiz. Elim başımda tam öptüğü yerde bakakaldım arkasından, sonra elimi oradan hiç kıpırdatmadan öylece yürüdüm eve, diye anlatıyor halini. Ali’yle hiç konuşmasalar da aralarında bilinen hiçbir madde ile açıklanamayacak pürüzsüz bir yol olduğunu düşünüyor. Bir de çok heyecanlı tabii, tam cesaretimi toplayıp bir şey soracak gibi olurken dizlerimin bağı çözülüyor ve sözcükler yok olup gidiyordu, diyecek kadar eli ayağı birbirine dolanıyor. 


Bunları okurken siz de benim gibi gençliğin o şiddetli duygularına gidersiniz belki. Kalbinizde kıpırdanma, yüzünüzde hüzünlü bir gülümseme. Filiz’in içinde on beş yaşından neredeyse kırk beş yaşına kadar hep Ali. Nereye giderse yanında onun hayalini de götürüyor. Ara sıra içimden kulağına eğilip Yüksek Sadakat’ten bir şarkı fısıldamak geliyor. Dünya döner tek bir yana, doğsun diye gün bir daha, dünya döner bir gün daha, yeryüzünde aşk durdukça, gece erken inse bile korkma, o hep seninle kaldıkça.


Romanların gücü işte, belki bir koltuk köşesinde, belki kitaplarla tıka basa dolu kütüphanenin küçücük masasında, belki de bir sahil bankında, sadece sözcüklerle, sadece yirmi dokuz harfle, insana ait her duyguyu, neşeyi, üzüntüyü, öfkeyi, aşkı, heyecanı yaşatabiliyor bize. 


Şimdiki an kadar açık, dokunulabilir ve elle tutulabilir bir şey yoktur ama o elimizden hemen kaçar. Yaşamın en büyük hüznü de budur belki. Ölümlü olduğumuzu biliriz. Ve ölümsüzlüğe kapı açar romanlar, bunu da biliriz. Şimdiki an çoktan geçmişte kalsa da ne zaman istesek o koskoca yaşamı hemen yanımıza çağırıveririz.


BURASI RADYO ŞARAMPOL

Şükran Yiğit

İletişim Yayınları, 2020

291 s.

Comments


bottom of page