top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

“Anlatılar ancak okur da katılır ve merak edip çözmeye çalışırsa anlam kazanıyor”

İlke Kamar, Cem Akaş ile Tekerleksiz Bisikletler, Gizli Hava Müzesi, Son Kişot kitapları başta olmak üzere edebiyat üzerine söyleşti.


1980’li yılların sonundan itibaren sürekli üreten bir yazar Cem Akaş. O günden bu güne öykü, roman ve deneme gibi farklı türde birçok metin kaleme aldı. İlk çalışmalarından itibaren farklı hikâyeleri, farklı formlarda anlatma uğraşını kaybetmedi. Tüm bu çabaya rağmen kurduğu yapıların ve anlatıların anlam kazanması için okurun çabasına dikkat çekiyor. Yazarın geçtiğimiz günlerde Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Son Kişot’ta da arayışı devam ediyor. Yazar, editör ve Can Yayınları Genel Yönetmeni Cem Akaş ile yeniden yayımlanan Tekerleksiz Bisikletler, Gizli Hava Müzesi, Son Kişot kitapları başta olmak üzere edebiyat üzerine konuştuk.


Yazma eğiliminiz nasıl ortaya çıktı? Sizi çok eskiye götürsem, yazmaya ilk başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz?

Yazmaya başladığımda ilkokul dörtteydim sanıyorum. “Uzaya Yolculuk” adında bir roman ve onun çizgi romanı üzerinde çalışıyordum. Con ve Caş adlı iki kahramanın uzaylılarla karşılaşması üzerine bir şeydi. Pek ileri gitmedi, romanı yazdığım defteri kaybettim, ama çizgi roman denemesi hala duruyor:




Orta 3’ten itibaren okulda İngilizce ve Türkçe edebiyat derslerinde gereksiz derecede özenli ödevler ve sınav kâğıtları yazmaya başladım, okul dergisine de bir şeyler yazıyordum, ama bu dönemde de yazar olmak gibi bir fikir yoktu aklımda, müzisyen olurum diye düşünüyordum, Eurovision’a katılırım, solist kızla sevgili olurum, o tür şeyler.

Lise son yazında, ÖYS’ye hazırlanırken bir yandan babamın endüstri mühendisliği profesörü bir arkadaşına bedavaya çeviri yapıyor, bir yandan da yeni açılan Haldun Taner Öykü Ödülü’ne katılmak için bir öykü yazmaya çalışıyordum. Tek öyküyle katılmak mümkündü yarışmaya, ben de “Gerçeğin Öte Yanında”yı yazıp yolladım. Jüri ödülü Tomris Uyar, Murathan Mungan ve Selim İleri arasında paylaştırmayı seçti, bu da edebiyat camiasında büyük tartışmalara yol açtı (ben seçilmedim diye değil, üç koca yazar arasında ödül paylaştırılır mı diye). Neyse, 1987 başında Gergedan dergisi yayımlanmaya başladı, ilk sayısında benim okuldan bir arkadaşımın şiirleri de vardı. Ben de öyküyü dergiye gönderdim, üçüncü sayısında yayımlandı. Sonrasında dergiye çeviriler yaptım, başka öyküler verdim, böyle böyle yazar ve çevirmen olmaya başladım.



1987’de yayımlanan ilk öykünüzden bu yana birçok öykü, roman ve deneme yazdınız. “Birbirinden farklı metinler yazsam da, aynı sesle yazmamaya çalışıp zaman içinde bir ses geliştirdim” diyorsunuz. “Siz bu sesi nasıl tanımlarsınız? Bu sesin hem içerik hem de biçim açısından özellikleri nedir sizce?

Bazı yazarlar hep aynı kitabı, aynı dünyayı yazar, Salinger mesela. Bunların “ses”lerini saptamak daha kolaydır, cümle kuruluşları, sözcük seçimleri, karakterleri konuşturma biçimleri kitaptan kitaba çok değişmez. Bazı yazarlarsa bu sesi daha esnek kılmaya, farklı metinlere uygun düşecek şekilde değiştirmeye, bir anlamda vantrilog olmaya çalışır, Burgess mesela. Ben de böyle olmaya çalıştığımı görüyorum. Yine de yıllar içinde beş benzemez metinler yazdığım halde alttan alta bazı devamlılıklar olduğunu seziyorum. Tek bir ses değilse de birkaç temel ses. Tanımlaması zor – uzun cümleli, girift yapılı metinler, yalın ve kısa cümleli metinler, sarkastik metinler gibi, kendi aralarında benzerlik oluşturan seslere sahip şeyler yazmışım bugüne kadar. Bunu bana okurlardan aldığım mesajlar düşündürdü açıkçası – kendim fark etmemiştim.



Kitaplarınızda geleneksel anlatı çizgilerini reddediyorsunuz. Biçimlerle oynayarak metni yapı bozuma uğratıyorsunuz. Dolayısıyla okuyucuyu da bir oyuncu olarak metne dâhil ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Her zaman. Kurduğum yapılar ve anlatılar ancak okur da katılır ve merak edip çözmeye çalışırsa anlam kazanıyor. Bu çabayı göstermek istemeyecek okur için de okunur olacak, ilk katmanda da çalışan metinler olmasını istiyorum yazdıklarımın – bu bazen oluyor, bazen olmuyor. Okurların çok büyük kısmı düz, çaba gerektirmeyen, anlattığı şeyi bir de cümleye dökerek açıklayan, sırsız metinleri yeğliyor. Örneğin Zamanın En Kısa Hali bir bellek romanı, belleğin nasıl çalıştığını, nasıl hatırlayıp unuttuğumuzu, hatırladıklarımızı kafamızda nasıl değiştirebildiğimizi ele alan bir roman; 299 an üzerine kurulu, bu anlardan bazıları tekrar ediliyor kitapta ama her seferinde irili ufaklı değişiklikler oluyor. Bazı okurlar bunun kasıtlı olabileceğini hiç düşünmeyip kitabın editörünün özensizliğine verdiler.



Roman ve öykülerinizde insan ilişkilerine odaklanırken, toplumsal düzendeki güç çatışmalarına işaret eden; itaat ve mahkûmiyeti sorgulayan cesur, çatışmacı karakterlere yer veriyorsunuz. Anlattığınız dünyanın içinde sizce en önemli sorun nedir?

Güç her toplumda, her tarihsel dönemde farklı aktörlerin elinde olabilir. Gücün nasıl kullanıldığına, nasıl korunduğuna, nasıl paylaşıldığına dair süreklilik arz eden izlekler benim hep ilgimi çekti. Temsiliyetten kaynaklanan sorunlar önemli -birisi sizin adınıza konuşuyor- ama doğrudan söz alma ve güce ortak olma sistemlerinde de sorunlar çıkıyor, bu da insanların kendileri, çevreleri, toplumları için en iyisini isteyeceği ve bunun ne olduğunu kendiliğinden bilecekleri varsayımının oynaklığından kaynaklanıyor. İnsanlık tarihi de “en iyisini kim biliyor” ve “bildiğini en iyi kim uygular” tahterevallileri üzerinde inip çıkıyor.



“Öteki”ye her zaman ihtiyaç var”

Metinlerinizde güç odakları, cinsellik, din, toplum baskısını sorgularken insanı, miras aldığı ödevlerden kurtaran bir esneklik de göze çarpıyor. Tanrının buyruğu, insanların uyduğu buyruklar yerine onlardan kaçmaya işaret eden bir yapı da söz konusu… Örneğin 7 ve 19 romanınızda aşk, tutku, iktidar kadar din de anti otoriter duyarlılıktan yola çıkarak kapsama dâhil oluyor diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Dini inançla kurumsal dini ayırıyorum. Birincisi kişisel bir şey, dünyayı ve hayatı anlamlandırmanın yollarından biri. Kurumsal din ise bana göre büyük ve evrensel bir sahtekârlık. Herhangi bir savaşta ya da toplumsal harekette ölmeyi bile kabul edecek kitleler yaratmanın aracı olarak kullanılagelmiş, ataerkil düzene payanda olmuş, ahlakı tekeline alıp her türlü ahlaksızlık için kendi adamlarına ehliyet veren, her türlü özgürlüğü çeşitli kalıplar içine hapsedip düzenlemeye kalkışan bir kurum. Bununla mücadele etmek boynumun borcu diye düşünüyorum.


Y romanınızda Y kromozomunun yeryüzünden silindiği, yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya kurguluyorsunuz. Romanın erkek karakteri Constantine bu dünyaya gelene kadar kadınların hâkimiyetinde bir yer burası. Geçmişin siyaseti, ekonomisi, toplum yapısı ve ilişki biçimlerinin dışında bir yapı söz konusu. Toplum ve cinsiyet temelli sorunlara odaklanan bir yapı karşımıza çıkarıyor. Ayrıca kitabın ütopik ve distopik yanları olduğunu da söylüyorsunuz. Cinsiyet rollerini mesele edinen feminist ütopya ya da distopya örnekleri heteroseksüel toplumsal normların tahakkümünü sorgulama fırsatı sunar. Örneğin Ursula Le Guin Karanlığın Sol Eli’nde, Marge Piercy Zamanın Kıyısındaki Kadın romanında androjen kimlikler yaratarak cinsiyet rollerini sorunsallaştırır. Cinsel kimliğin bir statü ya da güç aracı olarak kullanılmadığı bir kurguyla karşılaşırız. Dolayısıyla istenilen kimlikte gezinebilmemize olanak tanınır bu gerçeklik. Sizin kurgunuzda erkeklik olgusu bir anlamda devam ediyor ikili heteroseksüel yapı da. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Aslında heteroseksüel yapının devam etmesinden çok, o yapının dayattığı güç dengeleri kendilerini sadece kadınların yaşadığı bir toplumda nasıl yeniden üretir, bunu kurcalamak istedim, belki de aynı şeyi kastediyoruz. “Monoseksüel” bir toplumsal yapıda güç nasıl dağılır, kendisini nasıl konsolide eder, “öteki” olanı nasıl kurar ya da tanımlar, ne tür tehlikeleri ve tehditleri kullanarak gücünün gerekliliğini kabul ettirir? Constantine bir toplumsal fenomen olarak ortaya çıkmadan önce, geçmişteki “erkekli” çağların intikamı bir toplumsal ayin gibi alınırken, Constantine’le birlikte toplumsal bir histeri de alevlendiriliyor aslında. “Öteki”ye her zaman ihtiyaç var. Tarihsel bir anı değil somut bir varlık olarak görülebildiğinde, etkisi de çok daha fazla oluyor haliyle.



“Yeni romanımı bitirdim: Ofelya”

Çoğu kişi, gelecekle ilgili kaçınılmaz biçimde düşünür. Bir yazar olarak yazı serüveninizi düşündüğünüzde gelecekle ilgili ‘bunu mutlaka anlatmalıyım’ ya da ‘çok başka bir anlatım dili bulmalıyım’ gibi amaçlarınız var mı? Yani henüz olgunlaşmamış ama aklınızın bir köşesinde duran.

Yeni bir roman bitirdim, Ofelya. Shakespeare’in Hamlet oyunundaki yan karakterlerden biridir Ophelia, o dönemin bilindik troplarından birine dayanır – aşkından deliren zavallı genç kadın. Bense Ophelia’da hep başka bir potansiyel gördüm, Shakespeare’in harcadığı fırsatlardan biriydi bence. Bunu uzun zamandır ele almak, Ophelia’yı başka türlü kurgulamak, 1600’lerde kendi ayakları üzerinde durmaya, kendine ayrı bir varoluş yaratmaya çalışan bir kadın olarak yazmak istiyordum. Uzun süredir yapmak istediğim bir başka şeyse kurgulama biçimleriyle ilgiliydi – fraktal geometrinin esaslarını bir edebiyat metninin kurgulanmasında kullanmak nasıl mümkün olabilir sorusuna yanıt arıyordum. Sonunda bu yolu bulunca gördüm ki tam da Ophelia’nın kişiliğine uygun bir anlatı aracı olarak kullanabilirim bunu. Bence fena olmadı.



“Öykü yazmak beni özgürleştiriyor”

Gizli Hava Müzesi’nde yazarını arayan öyküler, Tekerleksiz Bisikletler ’de, anlatıda eksiltme biçimleri ön plana çıkıyor. İçeriğe uygun biçim arayışı ya da bazen biçime uygun içerik arayışınızda vardığınız noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca bu arayışınıza okurlarınızın geri dönüşlerini nasıl oluyor?

Vardığım bir nokta yok sanıyorum, sadece farklı deneyler ve onların tekil sonuçları var. Yani bu deneyler ancak başkaları tarafından da tekrarlandığında ve farklı sonuçlar elde edilebildiğinde gerçekten anlamlı olacak. Benim için bu arayış, yani farklı hikâyeleri farklı formlarda anlatma arayışı temel edebi güdü. Hayatımdan hikâyeleri kendi sesimden anlatmak benim için ana amaç olmadı hiçbir zaman, keyif aldığım ama sadece ara sıra yöneldiğim bir kanaldan ibaret kaldı. Dar bir okur çevresi -dört beş bin kişi diye tahmin ediyorum- bu tür “deneyler”le ilgileniyor, edebiyatın potansiyellerini araştıran yazarların işlerini merak ediyor. Fena bir sayı değil aslında.



Son kitabınız Son Kişot ‘un tanıtım yazısında “Cem Akaş’ın kırkambarı” olarak sunuldu. Tüm öyküleri okuduğumda gerçekten de öyle gibi. Bugüne kadar değinmek istediğiniz birçok konu yeni öykülerinizde karşımıza çıkıyor. Politik ve toplumsal diktalar, kadın olmanın zorlukları gibi. Ne olayların gelişimi ne de karakterler bildiğimiz gibi değil. “Diktatörler” ve “Son Kişot” öykünüzde bu durumu çok net görebiliyoruz. Bu bir bakıma, “keşke böyle olsaydı” mı yoksa “böyle bir tarafı da olabilirdi” gibi bir bakış açısı mı?

Sanırım ikincisi. Öykü yazmak beni özgürleştiriyor, daha kısa bir metinde romana taşıyamayacağım şeyler yapabiliyorum. Kişisel deneyimlerimi de anlatabiliyorum, film öyküsü gibi öyküler de yazabiliyorum, yarım kalan roman parçalarını değerlendirebiliyorum, ironi ve mizahı daha rahat kullanabiliyorum. Bazı öyküler girift olabiliyor, bazıları kalem alıştırmaları gibi kalabiliyor. Büyük rahatlık!



SonKişot’ta yer alan “Soğuk Bir Kış Gecesi Sam” ilginç bir öykü. Bir taraftan sizin cümlelerinizi okurken diğer taraftan da adeta bir sonraki bölümde Sam ve Betina’nın diyaloglarını düşünmeye hatta metinden bağımsız “şöyle bir konuşma ile başlasa ne olur” gibi düşünmeye başladım. Sam ve Betina konuşmayı yıllar geçse de sürdürecek gibi geldi… Ya da sizden bağımsız bu öyküyü okuyanlar, yaşadıkça yeni diyaloglar yazacak.

Özellikle Netflix dizilerinin şöyle bir etkisi var – yeterince dizi seyrettiyseniz, anlatılan hikâyede bir sonraki aşamanın ne olacağını, “plot twist”in nerede geleceğini düşünmeye başlıyorsunuz, “şu karakter şimdi şunu yapacak” diye düşünür oluyorsunuz. “Sam” bunu şeffaf bir biçimde yapıyor ve seçimi okura bırakıyor – ben ortaokuldayken bu yapı üzerine kurulu kitaplar okumuşluğum var, böyle bir dizi de vardı, benim keşfettiğim bir yöntem değil yani. Sınırları belli olan, fazla uzamayan bir ana akış gerekiyor bunun için, yoksa olasılıklar büyük bir hızla çoğalıyor ve 600 sayfa yazıp 30 sayfalık bir hikâyenin çeşitlemelerini yapmış oluyorsunuz. Benim o kadar sabrım yok ne yazık ki. Ama güzel yanı, dediğiniz gibi okura -sınırlı da olsa- kurguya katılma fırsatı vermesi, olasılıklar üzerine düşünmeye davet etmesi, “başka nasıl olabilirdi” üzerine kafa yordurması.



Bazı metinleriniz sinema görselliğinde, tretman gibi. “Son Kişot”ta örneğin. Zekai Bey’le hesaplaşmasının ardından Melike ve Hatice’nin yere oturmasını “biz sahneyi yükselerek izliyoruz” diye anlatıyorsunuz. Bu durum sizin hayalinizde yaratığınız ortamı okuyucunun da tam görmesini sağlama isteği mi yoksa kendiliğinden gelişen bir durum mu?

Doğru bir saptama, bazı metinlerimi film öyküsü gibi yazıyorum. İlk romanım 7 böyleydi, Sincaplı Gece de; Son Kişot’ta “Hareketli Hararet” bölümünü oluşturan öykülerin hepsi birer film öyküsü. Bir form olarak bana çekici gelen yanları var, sanıyorum şuradan kaynaklanıyor. Yazmaya başladığımda iki şey beni çok ilgilendiriyordu: birincisi, kesintisiz akan bir anlatı yerine, mozaik parçalarından oluşan, o parçalarla bir bütüne ulaşan metinler yazmak; ikincisi de, insanların düşüncelerini, duygularını okuyabileceğimizi varsaymadan, hareket, davranış ve sözlerini göstererek duygu-düşünceleri okurun çıkarsamasına bırakmak. İkisi de aslında filmlerin temel özelliklerini oluşturuyor. Bunu her metnimde uyguladığımı söyleyemem, ama bazı hikâyeleri anlatmanın en iyi yolu gibi geliyor bana.



“Metnin arkasındaki insan görünür kılınmalı”

Bir söyleşinizde, Türkiye’de geçmişe kıyasla “gündelik edebiyat” ihtiyacını karşılayacak roman/öykü yayımlandığını ama yayımlanan kitaplar etrafında yeterli “heyecan” ve “dalga”nın oluşmadığını söylüyorsunuz Bu durumun nedenlerinden biri olarak da geniş okur kitlesinin yokluğunu gösteriyorsunuz. Türkiye örneğinde düşünürsek eğitim politikalarından, yayınevlerinin çalışma kültürü ve disiplinine kadar neleri dönüştürmek gerekir? Kısa ve uzun vadede neler yapılmalı?

Bir edebiyat metnini okumaktan heyecan duymak çok özel bir duygu, kendiliğinden gelişebiliyor mu yoksa gelişmesini sağlamak mı gerekiyor emin değilim. Benim ailem kitap meraklısı değildi, annemin ya da babamın kitap okuduğunu hiç görmedim, ben kitap almaya başlamadan önce de evde 20-30 kitap vardı herhalde. Ama istediğim her kitabı aldılar, asla kitaptan tasarruf edilmedi. Robert Kolej’in benim için en paha biçilmez yanlarından biri, kütüphaneleriydi – ortaokuldayken de, lisedeyken de kütüphanede zaman geçirmeye bayılıyordum. Büyülü ve heyecan verici bir yerdi. Yaz tatili başlamadan önce beş kitap seçip tatile çıkarken götürebiliyorduk – o beş kitabı seçmek için bir hafta uğraşırdım. Esra da çok okuyan, çok kitabı olan birisi, ama bizim oğlanın bu taraklarda hiç bezi yok, çocukken ona da çok kitap aldığımız, birlikte okuduğumuz halde. Demek ki aile tek başına yeterli değil. Anaokulu, ilkokul seviyesinde öğretmenlere de düşen önemli görevler var, ama kitap okumayı bir performans skalasına vurmamaları gerekli, kendilerinin kitap okumayı sevmesi gerekli. Yayınevleri de okurların yazarlarla daha çok bir araya gelmesini sağlayarak, metnin arkasındaki insanı görünür kılarak, bunu da çocuklardan başlayarak yapabilir; bu bir ölçüde yapılıyor tabii, ama bizde yazar, kitabının ana tanıtımcısı olmuyor genellikle, şehir şehir dolaşıp okurlarıyla bir araya gelen yazar sayısı yetersiz. Oysa Amerika’da bir yayınevi kitabınızı yayımlamayı kabul edecekse sizin ne kadar uzun ve ne kadar kapsamlı bir turneye çıkmaya hazır olduğunuzu bilmek istiyor. Eskiden bu turnelerin masrafını yayınevleri üstlenirken son dönemde bu masrafların en azından bir kısmı yazarının cebinden çıkar oldu üstelik. Amerika’da siyaset de böyle yapılıyor biliyorsunuz – başkan adayları kasabaları bile dolaşıp, 10-15 kişiyle sohbet ediyor. Siyasetçiye dokunmak kadar önemli yazara dokunmak, çünkü hepimiz birer “Şüpheci Thomas”ız aslında, siyasetçinin de yazarın da dönüştürücü etkisine bizzat şahit olmak istiyoruz.

Comments


bottom of page