top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Bu ben miydim sahi?

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

Özlem Akkel, Melisa Kesmez’in Çiçeklenmeler adlı romanı odağında yazdı: "Melisa Kesmez’in Çiçeklenmeler romanını okuyunca hayatının büyük bölümünü geçirdikten sonra neden bu dünyada olduğuna dair farkındalık arayışına giren tüm o kadınlar zihnime bir defa daha düştü."



Yıllar önce yaşını epey almış bir teyze ile aynı dili konuşmadan nasıl da başka bir dilden anlaşabildiğimizi hatırlıyorum. Çocuklarını büyütmüş, okutmuş, evlendirmiş, son çocuk da yuvadan çıktıktan sonra kendine yönlendirdiği o soruyla kalakalmıştı. “Şimdi ben ne yapacağım?” Aslında daha ontolojik bir yerden duyabilirsek bu soruyu, yıllarca kendini ailesi ve çocuklarına vakfetmiş bir kadın için hiç de yabancı olmayan o varoluşsal soru: Ben kimim? Evet aslında günlük hayatımızda da, terapi seanslarında da belli bir yaşa gelmiş bir kadının bunu sorguluyor olması hiç de yabancı değil. Bu dünyadaki yerini, varlığını, kim olduğunu sorgulamak tek bir cinsiyetin ferdine has da değil. Fakat Melisa Kesmez’in “Çiçeklenmeler” romanını okuyunca hayatının büyük bölümünü geçirdikten sonra neden bu dünyada olduğuna dair farkındalık arayışına giren tüm o kadınlar zihnime bir defa daha düştü.


Roman, Türkan’ın eşini kaybedişi ile dünyadaki biricik oluşuyla karşılaşmasına vurgu yaparak başlıyor. Vedalaşması sürerken aslında anlıyoruz ki çok uzun yıllardır o evliliğin içinde, yapayalnız bir kadın yaşıyormuş. Sessizce on yılları devirmiş. Kimseye görünmeden, kendisini görmeden. Gerçek anlamda tek başına kaldıktan sonra dünyada kendi yolculuğu başlayan bir kadının deneyimine şahit oluyoruz. Yaşamaya başlamak için ölümleri beklemek iyi bir fikir olmasa da çok güçlü bir ateşleyici. Belki sadece bir insanın ölmesi de değil burada mesele, o dolu dolu geçmesini beklediğimiz yılların ölümü kalan yılları kucaklatan. Aynı geçmişte karşılaştığım yaşlı teyze gibi giden zamanın yasını tutup ileri doğru atılmak yaşlarını deneyimliyoruz. Belki kırklar ya da ellilerden sonra. Hatta Jung’un bununla ilgili şöyle bir sözü vardı diye hatırlıyorum: Hayat gerçekten kırkından sonra başlar, ondan öncesi sadece araştırmadır. Kırk yaşını aşmış biri olarak benim için çok doğru bu söz. Hâl böyleyken Türkan’ın elli yaşlarında dünya ile ilişkisini yeniden anlamaya çalışması başta dediğim gibi hiç de yabancı gelmiyor. Kaybettiği kocası Orhan’ın yıllarca üzerinde çalıştığı karavanla bir seyahate çıkıyor Türkan. Aslında ne bulacağını bilmeden, sadece sezgilerine güvenerek. Bu seyahatten sonra artık eski Türkan olmuyor. Hiç deneyimlemediği, aklının ucundan bile geçmemiş olan yeni yaşantılara izin verirken buluveriyor kendini. Bunda yolda tanıştığı Ulaş’ın da payı büyük. Zaten kendimizi tanımlamak için çoğunlukla öteki ile olan ilişkimizden referans alırız. Onunla birlikte yeniden inşa etme sürecine de girebiliriz. Bu bir eş, kardeş, arkadaş, öğretmen olabilir. Burada zor olan ömrümüzün yarısına yakınını geçirdiğimiz partnerimizden kim olduğumuzun yansısını alamamak. Türkan’ın da yıllar boyu kapalı bir kutuda kalmasına neden olan Orhan’ın ona ayna olmasını beklemeyi bile aklından geçirmemesiydi. Bu aldanış öyle güçlü bir yerden tutuyor ki insanı ancak onu kaybettiğinde kendini yeniden bulmaya dönük araştırması başlayabiliyor. O yaşlı teyzenin de, kırkından sonraki tanıştığım kadınların da, Türkan’ın da hikâyesi benzeri bir yerden kuruluyor. Bir ölümle, ayrılıkla, yalnızlıkla…


“Hadi şimdi sırası geldi, artık sen varsın.” Bu sözlerin artık söz olmaktan çıkıp deneyime dönüştüğü yerde gerçek hayat başlıyor Türkan için. Satır aralarında “Önce dilden eksiliyordu belki de giden” derken tam da dilin sözün nasıl bir başlangıç olduğunu, ardından deneyimin süreci inşa ettiğini tekrar anlatıyor gibi. Sonrası bir dizi farkındalıkla gelişiyor hepimiz için. O farkındalığa gelme ânı, sıkça telaffuz ettiğim “Aha!” anları. Aha, aslında yıllarca nasıl bir fanusun içinde hapsolmuşum. Aha, aslında bana uzak davranırken diğer kadına duyduğu yakınlığı sürdürüyormuş. Aha, ben kendimi bir ilişki içinde sanıyorken aslında tek taraflı bir hayatı zorlanarak yürütüyormuşum. Hayatımızın Aha anları dilediğimiz kadar çoğaltılabilir. Eminim Türkan’ın da öyle. Kitabın ortalarından sonra böyle bir Aha anının altını çizmeyi kaçırmıyorum. Ulaş’la çektiği o fotoğrafa bakarken düşündüklerini şöyle anlatıyor: “Fotoğrafı büyütüp kendime baktım. Omuzlarımdan aşağı, karnıma kadar inen kahverengi saçlarıma, yüzüme, yüzümde gördüğüm mutlu, halinden memnun, gözlerinin içi gülen kadına. Bu ben miydim sahi? O an başka bir kadın geldi aklıma. Orhan’la evlendiğimiz gün çekildiğimiz tek fotoğraf karesindeki kadın. Evlendirme dairesinin bahçesinde bir bankta oturuyoruz. Elimizde meyveli gazoz. Örgüm yerinde duruyor. Ben objektife bakıyorum. Orhan elindeki şişeye. Gülmüyorum, surat da asmıyorum, küçüğüm, çok küçüğüm, bir kadın değilim o sıra, upuzun bir ömrün umutlu bir durağında şaşkın bir çocuğum belki.” Bazı kelimeleri eksilterek yazsam da buraya bu haliyle de Melisa Kesmez’in her insanın ömrünün duraklarında yaşayabileceği o şaşkınlığı ne de güzel resmettiğini görebilirsiniz. Türkan’la birlikte ben de kendi genç kızlık duraklarımı ziyaret ettim. Jung’un sözlerine katılsak da, bu gerçeğin insanın içini kekremsi bir tatla doldurduğunu da kabul etmemiz gerek. Gönül isterdi ki onlarca yılı geride bırakmadan dünyadaki konumumuzu anlayalım. Yuvamızı bulalım. Evimizi inşa edelim. Maalesef ki tüm bunlar ayağımızın ıslak bir taştan kaymasını, ölüm fikrinin zihnimize düşmesini bekleyiveriyor. O kayıştan sonra insan oluruna bırakmak yerine daha çok yürümek, nefes almak, sevişmek ve büyümek arzusuyla hemhal oluyor.


Türkan, Orhan’la yıllarını sessizlik içinde geçirdiği o evi kapatıp, kapısını ardından çektikten sonra şöyle bir cümle geçiyor aklından: “Bu eski evde bir sürü şey oldu. Ve aslında hiçbir şey.” Onunla birlikte biz okuyucular da o sessizlikte geçen anılarımızın yasını tutuyoruz. Eksik kalmışlık hissini kendi derinlerimizden duyuyoruz. Üzerine çokça üzüntü, pişmanlık, göz yaşı biriktirdiğimiz anıları teker teker fark edeceğimiz o Aha anlarımıza doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Neyse ki hikâyenin sonu Türkan için iyi bitiyor. Kendine ait o eve geçiyor. Yuvasını, bu dünyadaki kendini konumlandıracağı çatısını buluyor. Ve şu sözlerle tamamlıyor hikâyesini: “Hane nüfusunun benden ibaret olduğu, tastamam olmak için benden başka birinin varlığına ihtiyaç duymayan bir ev. Her şeyi yerli yerine koyup da evin ilk çayını demlediğim o kış akşamında, mutfak masasına oturup ‘Hah!’ dediğimi hatırlıyorum. Hah! İşte, şimdi oldu.” Kendi evini kurmak, kendi bahçesini yeşertmek, insanın kendisini anlamak, bahçeyi tanımak, çiçeklenmeyi öğrenmek için deneyime açılması ile mümkün oluyor. Ancak o tek haneli yuvamızı kurduğumuzda ötekine de bir oda yapıp birlikte bahçemizi yeşerteceğimiz bir dünyaya kapı açabiliyoruz. Her şeyden önce tüm o öğrenme deneyimlerinde kendi başımıza olduğumuzu ve ötekinden kendimize dair duyduklarımızla birlikte bahçemizi büyütebildiğimizi hatırlayıp, çiçek açmak için de kırkımızı beklememeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü çiçekler her mevsimde açar solar, açar solar. Deneyim de tüm bunların toplamından başka nedir ki? Aslolan kendinden hiç vazgeçmeden kök salabileceğin o bahçeleri vadetmektir.



ÇİÇEKLENMELER

Melisa Kesmez

İletişim Yayınları, 2025

113 s.

Opmerkingen


bottom of page