top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Kentin bir cinsiyeti var mıdır?

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

Nagihan Korkutata, Mehmet Fazlı Gök’ün 2022 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü'nün sahibi, Çirkin Sevgilim kitabında yer alan “Birinci” adlı öyküsü üzerine yazdı: "Yazar, yaşamın pek çok alanındaki bir dizi kent sorununu, tuhaf ve anlaşılmaz hatta problematik gibi görünen bir karakter aracılığıyla kurguya dahil ediyor."



Kent eril midir dişil midir?

Kentin bir cinsiyeti var mıdır?

Kentler inşa edildiğinde kadınların mı erkeklerin mi ihtiyaçları gözetilerek düzenlendiler? Mimar ve kent plancıları bizim nasıl yaşamamızı istiyorlar?

Kent ve kentin kültürü neyi ifade ediyor?

Kentlileşme olgusu birey üzerinde bir baskı yaratıyor mu?

Esasında bu gibi pek çok sorunun temelinde, kentin birey ve toplum için oluşturduğu değerler sistemi yer alıyor. Kent izleği, kent sakinlerini, kendilerinin dahi farkında olmadığı pek çok farklı anlam ve arayışa hatta kargaşaya doğru sürüklüyor. Direkt olarak, bireyin kendisi ve çevresiyle bir mücadele içine girmesine neden oluyor. Ev ritminden kopan birey, mekânın kargaşasına teslim olarak bu yoğunlukta kayboluyor.

2022 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllü “Çirkin Sevgilim” eseri de bizlere; kent ve insanın diyaloğuna dair çarpıcı bir yazınsal örnek sunuyor.


Yazar Mehmet Fazlı Gök, yaşamın pek çok alanındaki bir dizi kent sorununu, tuhaf ve anlaşılmaz hatta problematik gibi görünen bir karakter aracılığıyla kurguya dahil ediyor. Çirkin Sevgilim'de yer alan “Birinci” adlı öyküsü, bizi kent ve bireye dair pek çok sorguyla baş başa bırakmayı hedefliyor. Kent, yazarın öyküsünde neredeyse bir karakter gibi işlenir. Karakterin mekânla olan diyaloğu, kentin birey üzerindeki etkilerine dair geniş bir parantez açma halidir. Esasında karakterin modern kentteki bu koşturmacası, politik bir kavga olarak da nitelendirilebilir. Modern kent öyküde iktidardır. Karakter de iktidarın ürünü olan mekânla karşı karşıya gelmiştir. Yazar, modern kentin birey üzerindeki etkilerini; karakterin fiziksel ve zihinsel sancılarını sıraladığı, bitmek bilmeyen uzun ve sancılı bir koşu olarak tanımlar.


Fazlı Gök’ün “Birinci” adlı öyküsünde birey kentin, kent de bireyin merkezindedir. Kentlileşmek, birey üzerinde birtakım değişimler yaratmıştır. Zaten Kentlileşme, “kentleşme akımı sonucunda, toplumsal değişmenin insanın davranışlarında ve ilişkilerinde, değer yargılarında, tinsel ve özdeksel yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratması süreci”dir (Keleş, 1980:71). Hande Suher, kentleşmenin; “kentli kılınma hali” olduğunu ve kentteki bu nüfus birikiminin insan yaşantısı üzerindeki değişikliklere ve karakteristik özelliklerine aşina olmayı gerektirdiğini söyler. “Kent genellikle “ilerleme”, “uygarlık”, “aydınlanma”, “özgürlük” "üretim”,“zenginlik”, “çeşitlilik” gibi pozitif anlamlar yüklenmiş kavramlarla birlikte kullanılmaktadır. “Kent insanı özgür kılar” ifadesi Batı toplumlarında çok yaygın bir kullanıma sahiptir. Bununla birlikte daha sınırlı da olsa kent için “toplumsal hastalık”, “ahlaki çöküntü”, “kaos”, “düzensizlik”, “yoksulluk”, “suçluluk” gibi olumsuz kavramlar vurgulanmaktadır. Aslında kent ne sadece birinci ne de sadece ikinci yaklaşımı yansıtır, fakat her iki yaklaşımı da yansıtır. Her kent iki kutbu farklı düzeylerde içerir” (Bal, 2006:27). Mehmet Fazlı Gök, “Birinci” adlı öyküsünde, daha sınırlı sayıda da olsa bu ikinci yaklaşımı vurgulayarak, kentin sosyo-politik bir okumasını yapar. Toplumdaki yapısal değişimi, öykünün alt metninde gösterir. Yazar, bu faaliyetleri mekânlara yansıtarak belki de teknokratik ideolojinin bir şemasını çizmiştir.


Gök, kent olgusunu, “deneyim mekânı” olarak yansıtmış, şehir keşmekeşinin insan bünyesine yüklediği toksik etkenleri kurcalamıştır. Örneğin Ziya Osman Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ nde de bunu görmek mümkündür. Saba da kamerayı kalabalıklar içindeki “tek başına olan kişi”ye çevirmiştir. Karaktere kenti gezdirmektedir. Fakat o dönem kentinin belki de sosyolojik yapısı gereği, karakterini hiç koşturmadan aylakça yürütmektedir. Günümüze geldiğimizde ise, iki ayrı yazarın metinleri bize İstanbul’daki zaman, mekân ve insanların gittikçe değişmeye/dönüşmeye başladığını; kentin, geçmişte derin olan o iç zenginliğini kaybettiğini ve İstanbul’un artık bizim yalnızca “çirkin sevgilim”iz olduğunu göstermektedir.


Gök, kent ve insanın diyaloğunu; heybesinde yük taşıyan kurmaca bir karakterin paranoyalarıyla yan yana getirmiştir. Yazar esasında tıpkı Perec gibi, “bir mekân kullanıcısının günlüğü”nü yazmıştır. Georges Perec, mekânla ilgili; “Yaşamlarımızın mekânı ne devamlı ne sonsuz ne türdeş ne de eş yönlü. Peki tam olarak biliyor muyuz nerede kırıldığını, nerede büküldüğünü, nerede bağını kopardığını ve nerede bütünleştiğini? Yarıklar, ses boşlukları, sürtüşme noktaları hissediyoruz belli belirsizce, bazen bir yerlerde sıkıştığına ya da yarıldığına ya da çarptığına dair muğlak bir hisse kapılıyoruz. Bundan fazlasını bilmeyi nadiren istiyor, oluşan aralıkları tetkik etmeye, hesap etmeye, hesaba katmaya lüzum duymadan, bir yerden başka bir yere, bir mekândan başka bir mekâna geçiyoruz. Mesele mekânı icat etmek değil, mekânı yeniden icat etmek hiç değil (çevremize kafa yoran çok sayıda insan var günümüzde...), mesele mekânı sorgulamak, daha yalın bir ifadeyle, mekânı okumak; çünkü alışılagelmişlik adını verdiğimiz şey belirginlik değil, bulanıklıktır: Bir körlük biçimi, bir uyuşma hali” tanımıyla; körlük hali içinde koşuşturan karakterin bulanık ruh haline de bir açıklık getirmiştir. Karakterimiz, uykusundan şu hislerle uyanır;

“Bugün birinci ben olacağım. Bütün İstanbul sakinleri kuduracak öfkeden. Öyle bir mağlup edeceğim ki onları, akşam evlerine döndüklerinde sinirden çocuklarını dövecekler. Ne geçim sıkıntısı ne borçlar ne de iş yerindeki aşağılanmalar, hiçbiri benim zaferimin ağırlığı kadar binmeyecek sırtlarına” (s.11).

Yazar, öyküsünü, şehrin sosyo-ekonomik ve politik yönlerini de karakterin nefretinin içine sıkıştırdığı bir eleştiriyle başlatır.


Öyküdeki bu “hararetli mekân kullanıcısı”nın takıntısı kent kaynaklıdır. Mekân kullanıcısı, etrafını çevreleyen insanlara karşı bir savaş açmıştır. Fakat, yel değirmenlerine karşı mı savaşmaktadır? Mekân, çoğu zaman insanın içindeki korkuyu tetikler. Öyküde de pek çok mekân vardır. Karakter, kendi içinde, vapur, metro, tren, sinema salonu gibi pek çok koşuşturmalı yerde, “av” olarak nitelendirdiği kalabalığı eleyerek ileriye doğru koşmayı devam ettirdiği ve birinci geldiği bir yarışma düzenler. Mekânlar birbirine yaklaşır, yaklaşır, uzaklaşır, kendi içinde spiraller çizilir, parçalara bölünür, genişler, ufalır, uzun koşularla atlanır ve en son birbirlerinden uzaklaştırılarak ayrıştırılır. Yazar sizi elinizde bir kaleydoskopla baş başa bırakır. Karakter ise bu yarışı örüntülerle sürdürmeyi devam ettirir. Tabii, bunu başka yayalara “çarpa” “çarpa” yapar; “İlk ben çıktım merdivenleri, ilk ben geçtim turnikelerden, bir saniye olsun kaybetmedim, yine de ayaktayım şimdi. Bir sonraki treni de bekleyebilirdim, ama binmesem kaçacaktı bu. Son anda attım adımımı. Kalkan bir trene son anda binen kişi olmak bir başka türlü birinciliktir” (s.15). 


“Birinci” adlı öyküdeki takıntılı karaktere, kentin karakteristik özelliklerine büyük oranda sahip olma hali hakimdir. Elini kolunu nereye koyacağını iyi bilir. Kenti tanır. Kentteki insanların davranışlarını ölçer. Her daim tetikte olur ve kent koşturmacasında bütün varlığıyla aktiftir. Çünkü kentin insanlardan beklentileri vardır. Kent, bireye algılarını geliştirmesi ve daha aktif bir hale gelmesi gerektiğini öğütler. Bireyi kendisinden uzaklaştırarak yalnızlaştırır. Birey de bir süre sonra kenti ve topluluğu bir tehdit olarak algılamaya başlar. Bu sebeple toplulukla bir çatışma, bir yarış içerisine girer. Karakter, gün içerisinde ekonomik ve sosyal mekanlarda ve elbette kalabalık İstanbul trafiğinde, tabiri caizse, otomobilleşir.


ÇİRKİN SEVGİLİM

Mehmet Fazlı Gök

Varlık Yayınları, 2022

Tür: Öykü

72 s.

Kommentare


bottom of page