Deniz Gezgin’den geleceğe dair bir roman
Şule Tüzül, Deniz Gezgin'in Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar adlı romanı üzerine yazdı: "Yaşadığımız dünyaya dair azıcık sorgulaması olan her insan onun romanlarında ortak paydada buluşabileceği çok şey bulabilir."
Edebiyata bir misyon yüklemek ne kadar doğru ya da yanlış, bilmiyorum. Ben yüklememekten yanayım. Ancak ben dahil her okurun edebiyata kendiliğinden yüklediği bir misyonla edebiyat yolculuğunu sürdürdüğünü düşünüyorum. Neden okuyoruz? Edebiyat ne işe yarar? Cevapları sonsuz. Ne cevaplarımızın ne de bir nedene sahip miyiz ya da bir işe yarasın diye mi okuyoruz’un bir önemi var. Önemli olan yolculuğumuz…
Peki bu yolculuk nasıl çiziyor rotasını? Bizi en çok etkileyen kitaplar, doğru yerde ve doğru zamanda karşılaştığımız kitaplar. Çünkü bu kitaplar herhangi bir zamanda ne yaşıyorsak tam da o şeyle ilgili bir şeyler söyleyen, o yaşanmışlığı anlamlandıran, berraklaştıran, bir dosttan daha öte bir içtenlik ve gerçekçilikle yaşadıklarımızla etkileşime geçen kitaplar oluveriyorlar.
Deniz Gezgin’in Şubat ayında Can Yayınları’ndan çıkan romanı Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar o kitaplardan. Sadece bu romanı değil, diğer iki romanı Ahraz* ve YerKuşAğı** için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Çünkü Deniz Gezgin çağının tüm gerçeklerine, bugün yaşadıklarımıza hem büyük bir duyarlılıkla hem de eşit mesafede bir duruşla yaklaşan bir yazar. Yaşadığımız dünyaya dair azıcık sorgulaması olan her insan onun romanlarında ortak paydada buluşabileceği çok şey bulabilir.
Deniz Gezgin, Ahraz’da ortaya koyduğu dil ustalığını YerKuşAğı’nda çok farklı ve özel bir yere taşımıştı. Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar, bizi biraz daha öteye götürüyor.
Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar, sanki gerçeğin çok ötesinde yeni bir dünyanın, zamanın, mekânın ve gerçeküstü karakterlerin olduğu fantastik ve distopik bir roman izlenimi verse de kitabı bitirdiğimizde böyle olmadığını görüyoruz. Romanın ilk sayfaları hikâyenin geçeceği dünyayı bize tanıtan bir şekilde başlıyor. Yaşamın değil ölümün ve yok oluşun hâkim olduğu bir dünya bu. Her şey zehirlendiği için yaşadığımız dünyaya ait bildiğimiz ne varsa, toprak, bitkiler, hayvanlar, hava, su, gökyüzü, deniz ters yüz olmuş sanki, her şey başka bir şeye dönüşmüş. Bitkilerin uçtuğu, deniz seviyesinde bir yerin olmadığı, suların çekilmediği bir dünya. Dağlarda uçurumlarda geçmişten kalmış yenebilecek birkaç tohum bulunca mutlu oluyor insanlar. Bir avuç toprağa muhtaç bir dünya. Bir volkan kriterinde dünyanın gözyaşlarını toplayarak yaşamaya çalışan insanlar… Yaşanmışlıkların değil yaşamasızlığın dünyası…
“Dünyanın önünü ardını bilen mi var? Kıyıları kendimize çekerek yaklaşamayız hiçbir denize.”
İlk sayfalarla hem hikâyeye hem de Deniz Gezgin’in yarattığı dilin dünyasına giriş yapıyoruz. Hikâye başlıyor, ana kahramanlarımız Kara ve Luçe giriyorlar sahneye. Sonra Siti, Çilaba, Patina… Gelişigüzeller… Kuklalar… İpekkuyruklar… Sayfalarda ilerledikçe hiçbir şey yabancı ve gerçeküstü gelmemeye başlıyor. Kara ve Luçe’nin özgürlük mücadelesi ve yolculuğunun tanığı oluyoruz.
“Yaşayanlar hep aynı tepenin bakısında toplansa devrilmez mi dünya?”
Romanın sonuna geldiğimizde romanda geçenlere yabancı hissetmememizin nedenini fark ediyoruz. Romanda geçen her şey aslında yaşadığımız dünyayla ilintili. Deniz Gezgin, bugün yaşadıklarımızı yaşamaya, bugün dünyaya yaptıklarımızı yapmaya, bugün insanlar olarak birbirimize, hayvanlara, ağaçlara, toprağa, doğaya yaptıklarımızı yapmaya devam edersek nasıl bir dünyada yaşayacağımızı anlatıyor. Anlatılan korkunç ve dehşet duyacağımız bir dünya. Deniz Gezgin tüm bu dehşeti yumuşacık bir dille anlatmayı başarıyor. Kullandığı dil ve romanda geçen minik hikâyeler inceliklerle dolu. Yumuşattığı hikâye değil, şiddetin değil barışın diliyle anlatıyor kötülüğün ana kaynağı insanı. Bağırmadan, çığlık atmadan, yargılamadan, yüceltmeden, doğadaki harmoninin bir parçası gibi havada süzülen bir dille anlatıyor. Şiddetin ve kötülüğün karşısında önce dili değiştirmemiz gerekiyor, şiddetin ve savaşın sözcüklerinden temizlenmiş bir dille barışa ulaşabileceğimizi anlatıyor. Doğayla uyum içinde yaşamak için önce insan merkezli dili hayatımızdan çıkarmamız gerekiyor.
İşte tam da romanın bu muhteşem dili nedeniyle distopik diyemeyeceğimiz bir roman Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar. Her şeyin yaşamasızlığın girdabında yuvarlandığı bir dünyada Kara ve Luçe hiç görmedikleri halde güzel şeylerin, umudun ve özgürlüğün peşinden gitmeyi başarabiliyorlar. Kaybolan doğanın bir yerden yeşerip fışkıracağına, toprağın toprağı doğuracağına olan inançlarını hep taze tutuyorlar.
Romanda geçen dünyanın çıkışsızlığında nefes almamızı ve satır aralarında umudu hissetmemizi sağlayan önemli bir grup var: Gelişigüzeller. Bir yeri sahiplenmeyen, mal mülk peşinde koşmayan, geçtikleri yeri aydınlatan, en önemlisi şarkı söylemenin, dansın ve şiirin dünyadan yok olup gitmemesini sağlayan yaratıklar. Ne olduklarını tam olarak anlamasak da kitabın en sevilen karakterleri onlar. Onlar sayesinde şiirin en güzel tanımlarından biriyle karşılaşıyoruz romanda:
“Bir yer değiştirme ve büyüme kozasıydı şiir, sesle örülmüş deriyi soyunurken sonsuzca hareketin uç vermesi. Kara onu dilden önce bedeninde hissetti, göğsünde solungaç misali bir kesik ve uyluk sancısıydı.”
Bu kitabı KulturALiterA Kitap Kulübü’nde konuştuk. Katılımcılarımızdan birinin romanda yaşananların 6 Şubat depreminde yaşananları çağrıştırdığını söylemesiyle roman başka bir katman edindi. Her cümle biraz da 6 Şubat’ı anlatıyordu gerçekten. Romanın yayınlandığı günün hemen ardından depremin olması edebiyatın yaşamla buluştuğu acı veren tesadüflerinden biri…
İyi kitaplar, kendilerinden önce ya da sonra, dünyada olup biten her şeyi kapsayabiliyorlar…
“Söylemesi zor, bazılarının yaşantısı ancak ölümüyle fark ediliyor ve o kısacık anda son buluyor.”
“Yaşama ölümden daha yakın hiçbir şey yok.”
GÖZLER KANATLAR ÇİÇEKLER KUYRUKLAR
Deniz Gezgin
Can Yayınları, 2023
Comments