top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Bir yazar olarak doğanın portresi

Doğa Yürüyüşleri, bütün mitlerde bilgelik vadeden meyveler gibi, meraklı ve korkusuz bir bakışla bizi edebi bir hakikat yolculuğuna çıkarıyor. Kitabın o baktıkça huzur veren kapağı hiç yanıltmasın sizi, keza bu denemeler edebiyatı doğayla ehil yollardan birleştiren, koluna piknik sepetini takmış hanım yazarın çıktığı romantik bir yolculuk değil. Derinlere daldıkça kararan ormanlar, hem doğuma hem ölüme çağıran karanlık denizler, deli deli türler doğuran topraklar, afallatan mantarlar, hayaletli hayaletli esen bayırlar, yok olan tekneler var bu satırlarda.” Nilay Kaya, Oylum Yılmaz’ın deneme kitabı Doğa Yürüyüşleri üzerine yazdı.



Uzun zamandır yemediğimiz, tadını kokusunu dokusunu unuttuğumuz bir meyveye kavuşmak gibi oldu Oylum Yılmaz'ın Doğa Yürüyüşleri'ni okumak. Baharın gelişiyle uyum içinde kendini hatırlatan bir tür olarak bu denemeler sadece okuma lezzeti vermiyor, bütün mitlerde bilgelik vadeden meyveler gibi, meraklı ve korkusuz bir bakışla bizi edebi bir hakikat yolculuğuna çıkarıyor. Kitabın o baktıkça huzur veren kapağı hiç yanıltmasın sizi, keza bu denemeler edebiyatı doğayla ehil yollardan birleştiren, koluna piknik sepetini takmış hanım yazarın çıktığı romantik bir yolculuk değil. Derinlere daldıkça kararan ormanlar, hem doğuma hem ölüme çağıran mavi ya da karanlık denizler, deli deli türler doğuran topraklar, afallatan mantarlar, hayaletli hayaletli esen bayırlar, yok olan tekneler var bu satırlarda. Hiç romantik ya da pastoral değiller, Yılmaz'ın her birini bazen bir, bazen de iki yazara ayırdığı dokuz deneme tekinsiz bir habitatta edebiyat ve hayatla kurduğumuz ilişkilere dair korkusuz sorular soruyor. Tam da bu yüzden ilk bölümün, "Yalnızca cadılarda ağaçların karanlığında gezinecek yürek vardır," diye yazan yazarla, Latife Tekin'le açılması manidar.


Latife Tekin yazını, özellikle Zamansız (2022) adlı romanı üzerine yoğunlaşan ilk bölüm, edebiyat hayatı boyunca dilin ve kurmacanın sınırlarını ihlal etme konusunda bir Amazon savaşçısı sayılabilecek olan Latife Tekin'i rehberleştiriyor. Edebiyat dünyasını karanlık bir ormana benzetebiliriz, alıcısının baştan belli olduğu, formüllerle kurulan metinlere imza atan bir yazar değilseniz, pekâlâ dipsiz bir ormandasınız demektir. Yılmaz, Latife Tekin edebiyatına dair yaptığı değerlendirmelerde onun bildik yollardan bilinçli olarak karanlık patikalara sapma cesaretine, bu cesaretin başka yazarlar ve okurlar üzerindeki bulaşıcı etkisine dikkat çekiyor. Oylum Yılmaz'ın yazmaya ilk başladığı zamanlardan beri sorduğu bir soru var: "Edebiyat, özellikle de roman, insanı aramaktan, insan ruhunu merkeze koymaktan vazgeçip doğanın dili olmayı başarabilir mi?" Bu sorunun kitaptaki bütün denemeleri kapsayan bir soru olduğunu belirtmeliyiz. Daha ilk başta Latife Tekin edebiyatı üzerine düşünürken, Tekin'in bir gelinciğin ve yılanbalığının kahraman olduğu Zamansız romanı için "bir yazarın dilden çıkıp imgeye, insandan çıkıp hayvana, yetişkinlikten çıkıp çocukluğa varabileceğini kanıtlıyor" demesi, romanın "yılanbalığına dönüşen bir bilinç, romandan şiire, dilden sese geçen metinsel bir düzlem" olduğu yolundaki saptamaları bu temel sorunun peşine düşen okur ve yazarlar için yol gösterici nitelikte.


“Bir roman olarak okumayı seçtiği Mavi Sürgün üzerinden Yılmaz, doğa, tarih, mitoloji ve botanikle bilfiil değer kazandırarak Bodrum'u doğuran bir anne olarak görüyor Halikarnas Balıkçısı'nı ve bu yeterince masalsı.”

Deneme türünün kişisel olma özelliğine uygun bir biçimde, Oylum Yılmaz bazı bölümlerde bizleri kendi hayatının geçtiği yerlere götürüyor. Bunlardan biri, ikinci bölüme mekân olan Bodrum ve elbette Bodrum'la bütünleşmiş edebi bir dünya: Yılmaz'ın tabiriyle "Halikarnas Balıkçısı'nın masal diyarı." "Masal" kelimesi ilk başta yadırgatıcı görünüyor: Ne yani, Halikarnas Balıkçısı'nın yazdıkları masal mıydı? Yılmaz önce Bodrum'un toprağının, eskilerin tabiriyle Hudayinabit, kendiliğinden doğurdukça doğuran özelliğini anlatıyor, sonra meşhur otobiyografik Mavi Sürgün'de (1961) Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın ölüp yazar Halikarnas Balıkçısı olarak doğuşunu dillendirdiğinde masaldan kastını anlıyoruz. Bir roman olarak okumayı seçtiği Mavi Sürgün üzerinden Yılmaz, doğa, tarih, mitoloji ve botanikle bilfiil değer kazandırarak Bodrum'u doğuran bir anne olarak görüyor Halikarnas Balıkçısı'nı ve bu yeterince masalsı. Yılmaz, edebiyat doğa ve dil konusundaki temel sorusuna yanıt olarak gönül rahatlığıyla Halikarnas Balıkçısı'nı verme nedenlerini incelikli bir şekilde açıklıyor. "Yazar kendini doğadan ayırmadığı müddetçe edebiyat doğanın dili olabilir" önermesi "doğa edebiyata kendi dilini aktarabilir mi?" ya da "doğa yazara musallat olarak kendi dilini dayatabilir, yazarı sözcüsü yapabilir mi?" gibi 'fantastik' sorulara kapı aralıyor.


Rotamızı Oylum Yılmaz'ın şimdilerde yaşamını sürdürdüğü Büyük Britanya'ya çevirdiğimizde Brontë kardeşlerden Charlotte ve Emily ile buluşuyoruz. Yılmaz, Jane Eyre'in büyüme hikâyesini Charlotte Brontë'nin doğayla kurduğu ilişki üzerinden, kahramanın ve yazarının sistemde sapma kapasitelerine dikkat çekerek irdeliyor. Her iki yazar kızkardeşe de mesken olan Batı Yorkshire bayırlarında geçen, her zerresiyle 'öteki' roman ise, malum, Emily'nin tek romanı Uğultulu Tepeler (1847, Jane Eyre ile aynı sene yayımlanıyorlar). Yılmaz, İkinci Cins'te (1949) Simone de Beauvoir'nın "doğaya insanlık dışı özgürlüğüyle yaklaşmaya çalışan yazarlar arasında Brontë kardeşlerden sadece Emily Brontë'yi seçmesini" hatırlatıyor. Kimilerine göre meşum, kimilerine göre olağanüstü olan, kanona girmiş bu başyapıt, nasıl olmuş da bir köy papazının dünya görmemiş kızının zihninden pırıl pırıl dökülmüş? Yüzyılı aşkındır bıkıp usanmadan bu soruyu sorar her cinsiyetten okuyucu. Yılmaz da soruyor ister istemez ve kendini her defasında yeniden yazan gerçek bir klasik olan  Uğultulu Tepeler'i bir daha okurken, daha önce hiç aklına gelmeyen soru ve cevaplarla karşılaşıyor. O uğultulu bayırlar neyi barındırır, karakterleri nasıl var eder? Bu hikâyenin anlatıcısı aslında kim? Ocak başında örgüsünü öre öre, Lockwood'a adeta uyku öncesi masal anlatan Nelly Dean, başlı başına hikâye yaratan bir kadının imgesi değil mi? Catherine Earnshaw gibi, Heathcliff gibi, yazar Emily Brontë'nin kendisi gibi annesiz kalan bu metin bir anne mi arıyor? Yılmaz, bir "edebi kayıp anne" miti yaratarak bu zaten hayaletli romana, hatırı sayılır bir hayalet daha ekliyor, bütün hayaletler gibi bizi esaslı yüzleşmelere davet eden cinsten.


“Yılmaz'ın hayaletlere kapı aralamaktan korkmayan denemelerinin her biri, üzerine tefekkür edilerek yeni birer deneme yaratma potansiyeline sahip. Hem sorduğu sorular ve açtığı kapılarla hem de kendine özgü bir "deneme dili" yaratması nedeniyle meraklı okur ve öğrencilerin ders niteliğinde okuyup yorumlamasını gerektiriyor.”

Oylum Yılmaz'ın hayaletlere kapı aralamaktan korkmayan bu denemelerinin her biri, üzerine tefekkür edilerek yeni birer deneme yaratma potansiyeline sahip. Hem sorduğu sorular ve açtığı kapılarla hem de kendine özgü bir "deneme dili" yaratması nedeniyle meraklı okur ve öğrencilerin ders niteliğinde okuyup yorumlamasını gerektiriyor. Bir bölümde bizi mantarların karşısına çıkaran deneme yazarı, Julio Cortázar'ın "Aksolotl" adlı başkalaşım öyküsünü bileşenlerine ayırıyor; başka bir bölümde "suyun üzerinde yürümeyi deneyerek" destansı roman Moby Dick (1851) ile Melih Cevdet Anday'ın Teknenin Ölümü (1975) adlı şiirini edebi türlerin geçişkenliklerini, birbirlerine ödünç verdikleri ve birbirlerinden ödünç aldıkları unsurları düşünerek inceliyor. "Karanlığa yürümek: Anna Karenina'yı kim öldürdü ya da bize neden para vermiyorlar?" adlı denemede "Neden bütün kadın kahramanlar romanın sonunda ölür?" sorusundan yola çıkarak edebiyat piyasasında özlük hakları "öldürülen kadınların" yani kadın yazı emekçilerinin (yazar, çevirmen, eleştirmen, editör vb.) sesi oluyor. Ursula K. Le Guin'in sistematik sıralamasıyla "kötüleme", "ihmal etme", "istisna" ve "kaybedilme" yöntemleriyle edebiyatın karanlık bölgelerine itilen kadın yazarların yazma mücadelesine dair güncel yaklaşımlar getiriyor. Hadi Virginia Woolf'un her yazan kadına salık verdiği "kendine ait bir odayı" buldular diyelim, bu "ören-yazan bayanlar" kendilerine ait bir zamanı nasıl yaratacaklar? Kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazarlık yolculuğunda zamanı nasıl büktüğünü bizimle paylaşıyor. "Fantastik mi, bilimkurgu mu, nitelikli edebiyat mı" kapışmalarının yakın tarihli bir dökümünü sunup bu tartışmaya kendi argümanını getiriyor. Başka bir rehber yazarın, J.R.R. Tolkien'in elinden tutarak, ormanda ölmeyi göze alan Orta Dünya karakterleri üzerinden "kahramanın yolculuğu" mitini yeniden ele alıyor. 


Oylum Yılmaz'ın doğup büyüdüğü, romanlarında da mesken tuttuğu Büyükada'nın ve diğer Prens adalarının kitabın son bölümünde yer alması şaşırtıcı olmadığı gibi, Adalı ya da Ada'yı mekân olarak kullanan yazarları ve eserleri nükteli karşılaştırmalarla ele alması son derece özgün ve ufuk açıcı. Edebiyatımızda kadınlık ve erkeklik halleri, bir nevi cinsiyet belaları üzerine de olan bu bölüm, Aşk-ı Memnu'nun Nihal'inin Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ve Sait Faik'in ellerinde ne olacağına dair spekülatif ve muzip bir soru soruyor. Bu Nihal'i ne yapmalı? Büyüsün ve canavarlarından kurtulsun diye kırmızı paltolara sarıp çam ormanlarının içine mi atmalı, Burgazada'nın salaş kayıkhanelerinden birine getirip Marmara'nın karanlık sularına mı? "İçinden ağaçlar fışkıran mekânlar yazmaya, ormanlardan korkmayan kadın kahramanlar yaratmaya" iyi ki devam eden Oylum Yılmaz, romanlarında olduğu gibi denemelerinde de çok bilinenin üzerine üzerine gidiyor, hiç bilinmeyenin peşine düşüyor, yazıyla cesarete davet ediyor ama fısıltılardan korkmayanları.


DOĞA YÜRÜYÜŞLERİ

Oylum Yılmaz

Doğan Kitap, 2025

Tür: Deneme

136 s.

Comments


bottom of page