top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıPeyman Ünalsın Gökhan

Doğa, en haşmetli izleklerden biri

Peyman Ünalsın Gökhan, bereketli ormanlardan beslenen hikâyesi ile, Başar Başarır’ın Can Yayınları tarafından yayımlanan son romanı Dünyanın Bütün Fıstıkları üzerine yazdı.



Doğa, son dönem okuduğum romanların pek çoğunda en haşmetli izleklerden biri. 

Renkleri, bereketi, bolluğu, doğal dokusu ile şaşalı bir sahne, göz alıcı bir atmosfer olarak karşımıza çıkıyor. Bin bir çeşit çam türü, kayın, palamut, meşe kol kola verip, yaşamı çoğaltıyorlar. Dallarında kuşları ağırlıyorlar. Arılar, ağaç gövdelerinin eteklerine serilmiş çiçek tozlarını ormanların dışına taşıyıp doğa sınırlarını genişletiyorlar. Ağaçlar erozyonu önleyip, suyun toprakta depolanmasını kolaylaştırıyorlar. Yağmur bulutlarını yaşadıkları o güzel beldeye özendirip üzerlerine çekiyor ve en nihayetinde göz yaşlarını tutamayacakları kadar kendilerine hayran bırakıyorlar. Ormanlar dünyanın aort damarı. 


Başar Başarır’ın Can Yayınları etiketiyle yayımlanan son romanı Dünyanın Bütün Fıstıkları’nın hikâyesi bereketli ormanlardan besleniyor. Sunulanı mağrur bir şekilde alan, kabul eden, kendine yaşam amacı seçen insanlarla, ağacı, sunulanı, bereketi görmeyen insanların hikâyesi. Bir müsabakanın tarafları desek, her iki tarafta birer kardeş; gündüzle gece, acıyla tatlı gibi birbirinin zıddı. Aynı ana babadan olmak dışında hiçbir ortak noktası bulunmayan Seyfi ile Aksel’in başkarakter rolünü paylaştıkları ekoeleştirel bir roman.


Seyfi, bebek sahibi olma bilincine, arzusuna gark olmamış bir kadınla, ters köşe koşan bir erkekten dünyaya gelir. Baba Seyfi’yi sever ama anne onu sırtına yerleşen kambur gibi görür. Seyfi’den yirmi yedi ay sonra Aksel dünyaya gelir. Baba sevgisini iki oğlu arasında eşit dağıtırken annenin kantarı Aksel’den yana ağır basar. İlk çocuğunun adını bile üstlenmemiş ve ondan haz etmemişken, ikinci çocuğunun adını, eski Fransız sevgilisinin gönlündeki boşluğunu doldurmak bâbında kendisi koyar. Babanın vefatı Seyfi’yi, yatılı okulun yalnızlık çanlarının çaldığı yatakhanelerine savururken, Aksel anneciğinin dizleri dibinde aşırı dozda şımarıklıkla büyür. Seyfi, kopukluklarına rağmen elinden geldiğince kardeşine destek olurken, Aksel her fırsatta abisine çelme takar. Seyfi’nin neyi varsa elinden almaya ant içmiştir adeta. Çocukluğunun bencilliğini yetişkinliğine de ular Aksel. Bir kalemde insanları harcayan medya sektörünün cambazlarından birine dönüşür. Ama serbest atış yaptığı alan öyle Ali Cengiz olaylarının döndüğü bir yerdir ki, nihayet sert kayalara toslar ve tren raydan çıkar. Seyfi ise en büyük darbeyi ailesinden yemiş bir bahtsız bedevî olarak, askerlikte üstlendiği beşerî görevin onu ulaştırdığı Dağyüzü köyüne yerleşir. Meryem Ana adındaki bilge, şifacı kadının tabutu boş kalan ölü oğlunun manevi izdüşümü olarak ona tahsis ettiği barakaya yerleşir. Yaşadığı münzevi hayat bir nevî arınmadır. Dağyüzü “dünyanın bütün fıstıklarının” toplandığı bereketli ormanlara sahip, fakirlik entarisi kuşanmış zengin bir Ege köyüdür. Halk, ağaçların kozalaklarından topladığı fıstıkları satarak geçimini sağlar. Medya sektörünün özünü emerek çekirdeğini püskürttüğü meyve gibi saha dışına fırlattığı Aksel, Adsız Alkolikler Kulübü niyetine, oğulları Batı’nın üniversite sınavına hazırlandığı dönemde, karısı Vildan tarafından kedi enciği gibi abisinin medeniyet lüksünden muaf barakasının kapısına bırakılınca Dağyüzü neye uğradığını şaşırır. Fıstık ağaçları ile kaplı orman sadece arıları değil, kapitalist dünyanın çakallarını da kendine mıknatıs gibi çeker. 


Ekoeleştirel romanlara en güzel örneklerden biri. Neden derseniz; maalesef bir ülke gerçeğini yansıtıyor. Romanda bahsi geçen izleri takip edip bir de Google haritaya başvurunca kendimi Kozak Ormanları’na komşu Bağyüzü’ne bakarken buldum. Harita üzerinde köyün hemen kuzeybatısında bir madencilik şirketinin adı okunuyor. Parçalar hızla akan görüntüler gibi yan yana gelip birleşiyor. Her edebi metnin bir meselesi olması kuramından yola çıkarak romanın izleğine ulaşıyoruz. Görünen o ki yirmi birinci yüzyılın edebi metinlerinde doymak bilmez insanoğlunun ve ona direnemeyen doğanın iç acıtan hikâyelerini çokça okuyacağız. 


Kapitalizme yenilen, ormanlık arazinin dibine kezzap döküp maden ocakları açmak isteyenler değil sadece. Rakip sahada da para kokusuna dayanamayan, kolay yollarla ona ulaşmaya çalışan ve fakat attığı yanlış adımla hayatını ilelebet karartacağını idrak edemeyenler de var maalesef. Çünkü ödenecek hep bir düğün masrafı, bir borç mutlaka vardır.


Ormanlar, tarım mahsulleri aslında ne kadar hassas bir dengede duruyor. Mantarlar, parazitler, küçücük böcekler koskoca ormanlık araziyi bir salgının pençesine atabilir. Emekler buharlaşır, kazançlar rüyada kalır. Doğanın hem güçlü aynı zamanda da çok kırılgan olduğunu unutmamak gerek.


Bir diğer izlek, toplumun en küçük ama bir bireyin yetişmesi hususunda en kritik öneme sahip topluluğu olan aile. Sevgi ve saygıdan yoksun bir ortamda büyütülen, ağır ihmal görmüş çocuklar, yetişkinliklerinde, kuracakları aileler ve profesyonel iş çevresi için tehlikeli ağlar örebilir. 


Aksel’in Vildan tarafından Seyfi’nin evine bırakıldığı zamandan geriye dönüp, oradan lineer zamanda ilerliyor roman. Üçüncü tekil anlatıcı deyimlerle, atasözleriyle ve bolca kullanmaktan çekinmediği metaforlarla anlatıyor bu birbirine zıt ama ne olursa olsun kardeşlik kanıyla bağlanmış Seyfi ve Aksel’in hikâyesini. 


Metaforların bolluğu okurun algılarını açıyor bence. Gözümüzün gördüğü, elimizin ulaştığı, duyularımızla hissedebildiğimiz her nesne bir metafor. Yazarın zihnine girdiğimi hayâl ettim ve orada gördüğüm mecazi kavramlar denizi beni çok etkiledi. Hayata bakış açısı çok renkli geldi. Bunda belki de fotoğrafçı kimliği de rol oynuyordur. Kadraja giren görüntüler, bulutlardan hikâye yaratmaya benzer ne de olsa. 


İnşaat sektörüne, çevre ve şehircilikle ilgili verilen raporlara, popüler kültüre, medyaya yönelik eleştirilerinde hiciv, mizah ve ironinin gücünü de arkasına aldığını görüyoruz. Toplumsal yozlaşmayı kelimelerinin renkleriyle öyle bir önümüze seriyor ki, insan denilen terminatörün sadece dünyanın bütün fıstıklarını değil, dünyanın kendisini bitirmek üzere olduğu gerçeği ile bir kere daha yüzleşiyoruz.


Başar Başarır, Saramago’nun Körlük ve Ferenc Molnár’ın Pal Sokağı Çocukları romanları üzerinden, karakterlerini daha derin analiz etmemizi ve onların zihnimizdeki canlılığını köpürtmemizi kolaylaştırıyor. Aksel çevresine karşı kör bir adam. Empatiden uzak karakter yapısı ile en yakınındakileri bile anlamaktan ırak. Üstelik iki kardeş öyle bir anne ile yaşıyorlar ki, top sahasını can hıraş korumaya çalışan, adı küçük harfle yazılan nemecek ve arkadaşları gibi adeta kanlarının son damlasına kadar evlerini korumaya çalışıyorlar.


Ve tabii sanatta disiplinlerarası etkileşim olmazsa bir kolumuz kesik kalır. Edebiyat ve müzik birlikteliği kulağıma hep çok polifonik gelir. Müzik metne derinlik katar. Kimi zaman sadece ritimleri duyumsarız, kimi zaman bildiğimiz bir melodi metne fon müziği olur. Bazen de hem melodiyi duyar hem de sözleri aracılığıyla metinle bağ kurarız. The Beatles’ın Revolver albümündeki müthiş şarkılardan ve en sevdiklerimden biri olan Eleanor Rigby, Vildan’ın sil baştan dinlediği, yalnız kadınları, Vildan’ın yalnızlığını ifade eden parça olarak çıkıyor karşımıza.

“Şu dünyada insan yapısı hiçbir şey sonsuza dek ayakta kalamazken tabiat eliyle oluşan her şey ne kadar direngen. Fıstık çamı meselâ. Fıstık çamı mucizedir mucize. Domuz yaralansa gelip sırtını bu ağaca sürtünür, sakızını çıkarıp yarasına merhem eder de o dakika iyileşir. Sahilden içeri giren yollar denizden yükseldikçe hava soğur, iklim sertleşir, bu yüzden zeytin ağacı üşür. Zeytin bitince yerine çam gelir. Çarpık çurpuk zeytinden, hele insafsızca budanan o yamru yumru gövdesinden sonra fıstık çamı Afrodit kadar güzel, Adonis kadar yakışıklıdır.”


Dünyanın Bütün Fıstıkları üzerimizde olsun!


DÜNYANIN BÜTÜN FISTIKLARI

Başar Başarır

Can Yayınları, 2023

408 s.

Comments


bottom of page