“Saklanmak bir zevktir. Bulunmamak ise felaket”
Sözcükler, Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Parşömen gibi dergilerde yayımlanan öyküleriyle edebiyat okurlarının dikkatini çeken Duran Emre Kanacı ile ilk kitabı Yapı ve Yasa üzerine Aynur Kulak söyleşti. “Psikolojik durum temelli hallerin hayatımızın en küçük anlarını bile nasıl etkileyebileceği üzerine düşünüp yazmak istedim.”
Aynur Kulak
Duran Emre Kanacı ile ilk öykü kitabı Yapı ve Yasa odağında yapmış olduğum söyleşi kavramlardan ziyade, insanın hiçbir zaman tam olarak emin olamayacağımız, şüpheler içeren gölgeli psikolojisi, bir biçim vereyim derken biçimsizleşen ruhu, benliği, bilinci çerçevesinde gerçekleşti. İnsana dair Yapı’lar bir şekilde kurabiliyor elbet, peki ya Yasa’lar? Yasa’lar Yapı’lar gibi mi kuruluyor yoksa şüphelerimizin bitmez tükenmez değişkenliğiyle mi biçimini alıyor? Bu iki soruya zihnimizin vereceği cevaplar yapıları ve yasaları oluşturuyor hiç şüphesiz ve polisiye türünün artık bambaşka yapılarla ve yasalarla, bilimsel alanda, sinirbilimi de gözetir şekilde okuyucunun karşısına sağlam şekilde çıktığını da gösteriyor. Bütün bunlar düşünüldüğünde söyleşinin kapsamını düşünebiliyor musunuz?
İlk öykü kitabı Yapı ve Yasa odağında Duran Emre Kanacı ile çok kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdim. Hiç şüpheniz olmasın efendim.
Buyurun lütfen.
“Hem bilimde hem edebiyatta okuyor, yazıyor.” Bilimin edebiyatla bağını, bu bağın senin için ne ifade ettiğini, bu bağı nasıl bir yapı ile bir araya getirmek istediğini ilkin konuşmak isterim seninle. Mesela bizler aramızda Proust’u çok iyi bir edebiyatçı olarak konuşuruz fakat Kayıp Zamanın İzinde eserinin sadece çok iyi bir edebiyatçı tarafından değil, aynı zamanda çok iyi bir sinirbilimci tarafından yazıldığını hiç konuşmayız. Edebiyat ve bilim, -sinirbilim- bağlantısı üzerinden Jonah Lehrer’’in Proust Bir Sinirbilimciydi kitabı örneğini de verebilir miyiz; bağlayıcı unsur olarak.
Çok güzel bir soru bu. Bilimin edebiyatla bağı benim için öncelikle bilimsel yazının ve edebi yazının temel ögelerinin birbirine çok benziyor oluşundan doğuyor. Ben edebiyatta yazmayı öğrenmeden önce bilimde yazmayı öğrendim. Yani eğer bir formasyon varsa bu ilkin oradan geliyor diyeyim. Bu işin daha teknik olan kısmı. Araştırmacı yazını edebiyatta kullanmak, bana -birçok takıntıyla beraber tabii-, çok şey kattı. Yapıyı öncelikle bir mantık çerçevesinde kuruyorsunuz, bunun içini doldurmak için araştırmalar yapıyorsunuz. Bir önermeniz var, bunu karakterlere test ettiriyorsunuz mesela. Hepsinin bu önermenin doğruluğuna ya da yanlışlığına dair beklentileri var. Zihinde bu şekilde kurulmuş taslakların üzerinden gittikçe güzel bir uğraş alanına dönüşüyor yazı benim için.
Bence örnek çok yerinde. Jonah Lehrer yeni bir kültür alanı mümkün, diyordu. Bu alan edebiyatın, psikolojinin, sosyal bilimlerin yöntem ve çıktılarıyla pozitif bilimlerin çıktılarını aynı potada eritebilir. Pozitif bilimlerin sosyal bilimlerle iletişim kuramadığı toplumlarda her türlü teknolojinin, bilimsel ilerlemenin sindirilmesinin de imkânsız olduğunu düşünüyorum ben. Daha dar bir pencereden bakıldığında yine evet, ben de böyle bir bağ kurulmasında aracı olmak isterim yazdığım sürece. Araştırma alanlarımda bunu gözettim hep, çevremde gerçek anlamda fikir alışverişinde bulunduğum, bu iki cepheden de insanlar hep oldu. Özgeçmişteki sinirbilim genel çatısı altında, akademide ilerledikçe daha da spesifik kollara ayrıldı benim için işin boyutu. Farklı canlıların sinir sistemleri, çevrelerini algılama biçimleri, bunlardaki biyolojik determinantlar, şimdi davranış sinirbilimi üzerine çalışıyorum mesela, beynin biyolojimiz/psikolojimiz üzerinde mutlak bir yasa koyucu olmadığını göstermiş bir alan bu. Şimdi durum böyleyken bütün bunların edebiyata sinmemesi mümkün değil. Zaten geçmişte de bu böyle olmuş, psikolojik haller üzerine düşünmekten bizzat eğitimini almaya kadar, örneğin hemen aklıma gelen örnekler, Tanpınar’dan, Peyami Safa’dan, Murat Gülsoy’a uzanan çizgi. Bir yandan bilincin, bilinçdışının inanılmaz büyük dünyası, bir yandan gelişim aşamalarında çevrenin yükledikleri, çevremizi algılayışımız, ilişkilerimiz, davranışlarımız... Sonsuz bağlar.
Yapı ve Yasa. İçinde yirmi öykü bulunan ilk öykü kitabının oluşum başlangıcına gitmek istiyorum. Nasıl oluşturmaya başladın öykülerini, nasıl bir araya getirdin? Son öykü okunup bittiğinde bütüne ulaşan bir yapısı var öykülerin. Hatta bir yapı-bozum da var tüm öykülerin paralelinde oluşup, ilerleyen. Üzerine düşünülmüş, kafa yorulmuş bir yapı, üzerine düşünülüp kafa yorulmuş bir yapı-bozum diyebilir miyiz bunun için?
Öykülerimden bir dosya oluşturma fikri aslında Yapı ve Yasa’dan daha eskiye gidiyor. Daha önceki öykülerimle de bir dosya oluşturmuştum ama bu dosyadaki öyküler kendi aralarında bir bütün oluşturamıyorlardı. Birkaç yayınevi denemesinden sonra o dosyaya veda edip öyküleri tek tek dergilerde değerlendirdim. Böylece aslında edebiyata daha ciddi yaklaştığım dönem de başlamış oldu. Kitaptaki öykülerin bazısı yine atölyelerde yazdığım öykülerden, bazısı da yayımlama amacı gütmeden yazdığım öyküler. Bir araya geldiklerinde bir bütün olarak hem kendilerini, hem de benim yazıya bakışımı ve uğraştığım konuların, tekniklerin detaylarını desteklediler. Eski öykülerimi farklı mecralarda değerlendirdiğim için ya da aslında bazısını beğenmeyip hiçbir yerde kullanmadığım için kitaptaki bu öykülere –birkaç tanesi hariç- yeni diyebiliriz ve çoğunluğu pandemi döneminde yazıldı. Bir dip akıntısı olarak, denmişti, öyküler benzer temalar ve yapılar etrafında dönüyorlar. Son öyküden sonra bütüne ulaşan bir düzenden bahsettin, onun da öykülerin sıralaması ile alakası var diye düşünüyorum. Dosyaya koyacağım öykülerde karar kıldıktan sonra sıralamayı ben yaptım ve yayınevi de karşı çıkmadı, böylece hem öykülerde hem de daha şekilci bir bakışla içindekiler listesinde beni tatmin eden bir düzene, ahenge ulaştım. Bu okura da size geçtiği gibi geçer mi bilemiyorum ama içindekiler listesine şöyle bir bakan ne demek istediğimi anlayacaktır diye düşünüyorum. Farklı yollardan geçip bir öykünün alternatifine, onun aynasına ulaştığınızda zihninizde neler canlanacaktı? Yirmi öykü olmayabilirdi içinde, daha da kısa tutabilirdim belki ama ilk çıkışımı olabildiğince fazla malzemeyle yapmak istedim nedense.
Yapının üzerine geçmişte çok düşündüğüm doğru. Ben bu kitaptaki öykülerin çoğunu dört aydan kısa bir süre içerisinde yazıp bir araya getirdim ancak benim naçizane o aşamaya gelmem yıllarımı aldı. Yapının ögelerinden olan dil konusunun genel hatlarıyla devamlı bir değişiklik halinde olmasını istedim öykülerde. Sonuçta o bir araç ve kurguya, anlatıcıya, karşıda uyandırmak istediğiniz duygu durumlarına göre şekil değiştirebiliyor. Ama dil konusuna, onu bir amaç olarak da görüp yine daha gelenekçi yaklaştığımı düşünüyorum. Yine yapı konusunda sorulduğunda söylediğim şeylerden biri öykünün getirdiği özgürlük alanı. Yani yapıyı şekillendirmemi sağladı bu özgürlük. Tamamen sizin kontrolünüzde, ister klasikten ister modern anlatıdan beslenen bir alan. Okuduklarımı eritip yeniden şekillendirmeye çalışmak gibi. Bunun yöntemleri üzerine de düşünüyorum, mesela polisiye dediğin öykülerde olayın neresinden tutacağımı, bir masalı tam olarak nereden başlayıp nasıl yeni! hallerde anlatabileceğimi düşündüm. Sonra gerisi geldi. Yukarıda bahsettiğim araştırmacı yöntemlerinden ve akademik anlatıdan çokça faydalanıyorum bunları kurarken. En çok ilgimi çeken de zaten bundan doğan işçilik ve uğraş. Yani evet, bence var sanki.
Tüm öykülerin yapısı ve yasası boyunca bizlere baştan sona eşlik eden şüphe; “Zapt edilmişken iyi bir iz sürücüdür o, serbest kaldığında ise en doğal bağları bile parçalar.” Oyuk’un Ya Da Onların Masalı öyküsünde bu cümle ile niteleniyor ve kitabın ana cümlesi olarak beliriyor. Fakat daha en başta Gece öyküsü ile karşımıza çıkan Biçimsiz ile ilgili konuşmak, Yapı ve Yasa kitabına neden bir çocuk anlatıcı ile, O’nun kafasındaki Biçimsiz silüetiyle başlamak istediğini sormak istiyorum. Kitabın yekpare bir şekilde şüpheler, gizemler barındıran, ara sıra polisiye unsurların da devreye girdiği, alacakaranlık yapısını düşünürsek şüphe tohumlarını ilk olarak bir çocuğun atıyor oluşunu, onun kafasının içini bize gösterirken yaratılan tüm belirsizlikleri “biçimsizlikleri” neden bir çocuk üzerinden kurgulamak istediğini konuşmak isterim.
Bu söylediğin tabii bir yere kadar üzerine düşünülmüş, yazarken çok da kurgulanmış bir şey değil aslında. İlk ve en basit cevabım, benim de endişeli bir çocuk olarak büyümüş olmam olabilir. Üç kardeşin en büyüğü ve farkındalığı doğal olarak diğerlerinden daha evvel gelişmiş olmak daha kaygılı bir çocuk haline getiriyor sizi sevdiklerinize karşı. Bu iyi bildiğim bir his ve birçok öyküye de yansıyor. Genel olarak bir çocuğun kaygısını ve şüphesini daha doğal buluyorum. Yetişkin hayatın getirdiği kısıtlamalardan uzak ve sosyal düzendeki kurallara uyma gereği duymadan, alabildiğine şüphe etmek ve bunu açıkça ifade edebilmek bir çocuğun yapacağı bir şey. Yukarıdaki sözün sahibi de yine benzer özellikler taşıyor bir yetişkin olarak, sanki daha az diplomatik ve hayatını daha açık, net yaşayabiliyor.
Bir yapının parçası olarak çocuk kendinden gayet emin çıkabiliyor mesela karşıma öykülerimi yazarken ya da biraz daha arkada ancak olay örgüsünde büyük bir paya sahip olarak. Bunun kurgulanmış, teknik sebebi aslında bir dönem çocuk dilinden öyküler anlatmayı denemek istememdi. Mesela bir kız çocuğunun dilinden. Öykülerde çocuklar benim farklı pencerelerim ama onlar benim için de çok yeni pencerelerdi. Saf, temiz çerçeveli bir pencere değil bu illa, iyi mantık yürütebilen hatta çoğu zaman yetişkinlerin farkındalığını da aşan pencereler. Kitaba girişi böyle bir pencereden Gece ile açmak istedim, sonra Gündüz ile kapattım. Ancak o çocuk gerçekten de büyüyüp çocukluktan çıktı mı onu en son satırda dahi bilemiyorum. Şimdi düşününce dikkat çektiğin yer çok doğru, beni çok etkiledi söylediğin. Öykülerdeki çocukların hep bir bağı var, bu öykülerde verdiğim bir bağ değildi. Biçimsizlikler hep çocuklukta kuruluyor ve orada daha anlamlı, hayat adına daha belirleyici sanki. Ve çocuğun bunlara tepkisi de gayet net. Çocukken bizler de belirsizliklere şüpheyle yaklaştık, aynı zamanda onlara rahatça bir kalıp uydurup karşı atağa geçtik sanki. Ataklarımız yetişkinlerin zihninde hep anlamının dışında karşılık buldu, bilemiyorum. Tekinsizlik ve benzeri duygular benim yazarken hoşlandığım duygular evet, gözümde sisler arasında koşuşturan çocuklar canlanıyor düşündükçe. Ama bu arada bu sis bulutunu da yer yer dağıtmak istiyorum. Bence bu tarz öyküler yazarken dilin muğlaklığıyla kurgunun muğlaklığı arasında fark var. İkincisini öyle bırakmak mümkün ama ilkinden taviz vermek hiç istemiyorum biraz örtük bir öykü yazmak istiyorum diye.
Geceöyküsü ile başlıyoruz ve Bukağı, Filler, Yumurtalar, Kayıp Aranıyor, Denizci, Limanda, Gemide… Arka arkaya akan öykülerde aile ve çocuk olma meselesi, bukağı ile (demir bileklik) bileklerinden tüm yaşamınla aileye bağlı olma, çerçeveler ile, fotoğraflar ile (birçok öyküde var) nesneler üzerinden biçime bürünerek bizi takipteler. Bu durum varlığını kaybetmeden kimsenin göremeyeceği bir yere girme, saklanma duygusu, saklandığın yerden herkesi görebilme, görmeye devam etme ve bu izleyen gözlerin yarattığı şüphe duygusunun zihnimize yerleşmesin beraberinde getiriyor. Winnicott’un şu sözü; “Saklanmak bir zevktir. Bulunmamak ise felaket.” aklıma geliyor. Daha ilk öykü ile zihnimize giren Biçimsiz ilk önce çocuk, sonra büyümüş ilk gençliğindeki çocuk, sonra evli, çocuk sahibi mutsuz çocuk, dedektif çocuk, yılanı görmüş çocuk, hatta yılan öldürmüş çocuk olarak karşımız da arz-ı endam ederken aile meselesini anne veya baba ayrımında bulunmaksızın önümüze koyuyor kitap boyunca. Aile meselesi başlı başına bir tekinsizlik meselesidir ve aslında tüm saklanma ve bulunma ve arada oluşan şüphe rüzgârları, cereyanlar böyle oluşuyor desem, ne dersin?
Böyle iyi kurulmuş bir soruya nasıl cevap veririm bilemiyorum gerçekten. Sanırım şu konuda bilim dünyası da hemfikir artık, kişinin karakterinin ve psikolojisinin temel taşları aileyle geçirilen o ilk beş on yılda kuruluyor. Dolayısıyla bu kişinin hayata bakışını, gelecekte en ufak olaylara bile vereceği tepkileri şekillendiriyor. Nelerden haz alacağını, travmalarını nelere yansıtacağını hep belirliyor. Burada bahsettiğim kötü bir çocukluk dönemi geçirmek değil illa, yukarıda da konuştuk ya çocuk doğası gereği daha şüpheci, daha doğumdan itibaren kaygılı bir varlık ve üzerine okulda, toplumda henüz şekillendirilip ket vurulmamış hayal gücü de eklenince patlamaya hazır bir bomba gibi bir varlık. İşte bomba bazen iş hayatında patlıyor, bazen evlilikte bazen daha ergenlikte. Ben bu konular üzerinde düşünüyor ve yazıyorum çünkü biliyorum ki hepimiz bu işte ortağız, hepimiz aynı gelişim süreçlerinden geçtik ve ailenin, toplumun bir ürünü olarak hayata salındık. Yani yalnızca kendi problemlerimden ötürü, anlatıp da rahatlayacağım şeyler olduğu için yazmıyorum. Elbette benden bir şeyler de sızıyor öykülere ama bunu asgari seviyede tutmaya çalışıyorum. Yine konuştuğumuz gibi psikoloji biliminin katkısıyla biraz öz farkındalık, öykülerde didaktikliği ve yalnız kendini anlatmayı engelleyecektir bence. Bana benzemeyen karakterler yazmak istedim hep. Bu konuya yaklaşımımda anne veya baba ayrımını gözetmediğim için sevindim. Çünkü yalnız kötü bir anne ya da kötü bir baba hikâyesi anlatmak korkunç bir şey olurdu, yeterinde kötü ebeveyn yazıldı galiba. Yine de dediğim gibi hepimiz ailelerimizin bir uzantısıyız ve yaşamımızı, dolayısıyla anlatılacak öyküleri de aile yapısından bağımsız kurmak zor. Bir yandan da aile biliyoruz ki birçoğu için maalesef bir canavar ve bazı kişiler gibi bazı karakterler de bu canavara karşı savaş açmış durumda. Bu yüzden okurun bir ortaklık kurabilmesi benim için kâr ama aynı zamanda üzücü de bir şey.
Gece-Gündüz, Filler-Yumurtalar, Denizci-Limanda-Gemide, Yemliha’nın ya da Bizlerin Masalı – Oyuk’un ve Onların Masalı. Örnek verdiğim bu öykülerin türlerinin -yani masalsı türde unsurları barındıran öykü, gotik türü barındıran öykü veya polisiye türü barındıran öykü bazında- ayrı ayrı konuşmamız gerekiyor elbet fakat öncelik olarak Yemliha’nın ya da Bizlerin Masalı – Oyuk’un ve Onların Masalı çiftinin kesinlikle konuşulması gerektiğini düşünerek ilk olarak bu iki öyküden başlamak istiyorum. Bu iki öykü, anlatı bağlamında öykü formatının nasıl efektif kullanıldığına da çok iyi iki örnek aslında. Öykü türlerinin içi içe girmesinin neredeyse hiç sırıtmamasını ve birbirinden türler anlamında rol çalmıyor oluşunu (masal türünün polisiyeye -veya tam tersi- baskın gelmiyor oluşu) ikinci öyküyü birkaç öykü sonra okusak bile hemen birbirlerini bütünlüyor olmaları kitabın özerkliğini ortaya koyması acısından da önemli; ne dersin?
Teşekkür ederim, bunlar beni çok mutlu ediyor tabii. Burada artık işin teknik kısmına geçmekte fayda var çünkü sorulduğunda hep anlattığım şey bugüne kadar bu. Öykünün türünden bağımsız olarak orada hep bahsettiğimiz yapıyı kurmak istiyorum ve bunun için çalışıyorum. Bir masalın ve polisiyenin birbirini karşılayıp bir bütün oluşturması benim için zor bir görevdi. Önce masalı yazdım, Yemliha zaten masal kahramanlarından biri üzerine yazılacak bir öyküydü. Kendisi memleketimde anlatılagelmiş bir kadındır, bunun avantajını çok yaşadım yazarken çünkü coğrafyaya ve masala hâkimdim. Yine de masala bir yenilik! getirme uğraşım oldu, ülkemizde kadınların maalesef çoktan tarihin karanlık odalarından birine atılmış olması gereken problemleri üzerinden. Umarım başarılı olabilmişimdir. Bunun karşılığında fantastik unsurlarla bir polisiye kurmak da Yemliha’nın dünyasını çok sevdiğimden kaynaklanıyor. Yemliha ve onun çevresinde oluşturduğum dünyayı muhakkak yeniden ziyaret edeceğim. Bu sözleri senden duymamın sebebi de aslında öykü formatı üzerine düşünüyor olmam bence. Polisiye de olsa fantastik ögeler de barındırsa bir öyküde temel yapıtaşlarını oturtup onun üzerinden işçilik yapmaya uğraştığımda bir yapı ortaya çıkıyor. Bu içerisinde dediğin gibi kendi yasasını da barındırıyor, söyleşinin bütününe dağıldığı haliyle.
Bazen aynı öykü içinde bazen ayrı ayrı öykülerde durumun, olayın, kişinin farklı iki yüzünü görüyoruz. Eşli öyküler veya iki yüzü olan öyküler söz konusu. Mesela, Bir Büyük Aşk; mesela Rüzgar, mesela Yumurtalar öyküleri. Baştan beri var olan o biçimsiz gölgemiz hem gerçek hem gölge tarafını bize göstererek, arada tekrarların da olduğu farklı duygu ikircikleri de yaratarak zihnimizde dolaşıyor. İnsanlar, nesneler, olaylar, yaratılan atmosferler, doğa, duygularımız hepsi birbirine bağlantılıdır, bağlantılı olduğu için de değişkendir ve hiçbir şey tek bir şey olamaz, eşi ve farklı yüzleri vardır diyebilir miyiz? Genelde metinlerde -iyi kullanılmazsa eğer- tekrarlar risklidir ama Yapı ve Yasa’da tam tersi bir bütünlük ve sağlamlık duygusunu beraberinde getiriyor.
Buna benzer geri dönüşler aldığımda söylediğim şey aslında ikilik durumlarını seviyor olmam. Bir şeyin ötekiyle var olabilmesi çok karşılaştığımız bir figür kültür dünyamızda. Tekrar estetiği olarak uzun zaman evvel tanıştığım teknikle hep içli dışlı oldum, her zaman olaylara diğerinin gözüyle de bakmaya çalıştım. Bu pratikler de öyküde kendisine böyle, kitapta okuduğun gibi yer buldu. Bunu seviyorum ve halen yapmaya devam ediyorum. İkinci bir göz illa olayın zıttı, karakterin zıttı olmak durumunda değil. Aynı ya da farklı bakış açılarından, aynı ya da farklı zamanlarda zamanlardan hep aynı yere bakmak mümkün. Öykü zaten bunu daha büyük bir emekle mümkün kıldığı için benim favorim. Bir de amacım aslında karşı zihinde de bir yapı kurabilmek oldu. Mesela birbirini aynalayan öykülerden ikincisiyle karşılaşınca, sonra kitap bitince doğacak duygu durumları. Yalnız olaylar akışı değil, artık terimleri çok kullandığımız için rahatça kullanıyorum, kurmak istediğim yapının ikiliği, eşi nasıl kurulacak zihinlerde, yoksa yıkılacak mı, yasası bir şekilde geçecek mi? Kitabımı edinmiş insanlara hep “Fikrinizi merak ederim,” derken aslında bu tarz bir arayış içerisinde oluyorum.
“Akademide olmanın en zor kısmı bu. İnsan, başka bir insanın haletiruhiyesini okuyup ona göre tavır almanın, kendi çalışmalarının selameti için kritik olduğunu öğrenmek durumunda.” Pendname’yi ayrıca konuşsak, ne söylemek istersin? Çünkü, “… insanın haletiruhiyesini okuyup ona göre tavır almak…” bu öykü kitabının yapısını anlatmak açısından da okunması gereken, dikkat çekilmesi gereken bir cümle. Ama; ya Yasa’sını? Öykülerin birbirleriyle ve kendi içlerinde yapısını konuştuk şimdiye kadar. “Yasa” bu kurulmak istenen yapının neresinde duruyor tam olarak. Kitaba da ismini veren Yapı ve Yasa öyküsüne de dikkat çekmek gerekiyor elbet burada. Toplumu, ailesini, aile yapısını ret eden bir adam söz konusu ve haletiruhiyeyi iyi okuyabilmenin yasalar karşısında özellikle pek de geçer akçe olmadığını gösteriyor bizlere, ne dersin?
Pendname benim için çok özel bir öykü. Orada da yine mesele aslında çocuk yetiştirmenin türlü yolları üzerine kurulu ama Türk edebiyatından büyüklerimize de selam vermek için güzel bir duraktı. Bir de alışık olduğum üniversite çevrelerinde dolaştığım için. Orada bir sinirbilimciyi değil de bir Türk edebiyatçısını anlattım ama olsun, akademi alanlardan bağımsız özünde aynı. Onun da yasaları var yani. “insanın haletiruhiyesini okuyup ona göre tavır almak “ cümlesindeki tespitin gerçekten çok yerinde. Çünkü dedim ya aslında ben yazarken dil de kurgu da karakterin etrafında yeniden şekilleniyor. Yasanın öykülerimde nerede durduğu sorusu çok güzel bir soru. Çünkü öykü yapısı üzerine dediğim gibi çok düşündüm ama bunları düşünürken o işin kendi çapımda kurduğum yasası hep daha perde arkasında, zihnimde bir yerlerde işledi, kuruldu. Biliyoruz ki bilinçdışında hep çalışan bir şeyler var. Benim için de öyle oldu, oradan süzüp aldıklarımı yasa belledim yazarken. Bu bilinçdışından süzülüverme meselesini çok kullanıyoruz ama insan anlıyor yani, nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Bu söyleşide söylediğim her şey de zaten birtakım eriyik malzemenin ortada şekillenmiş hâli dediğim gibi. Bu hepimiz için öyle sanki. Yapı ve Yasa’daki karakter evet bu durumda çok kârlı çıkamıyor işin içinden ama en azından meramını iletebiliyor. Diğer öykülerde de onun arkadaşları bir şeylere karşı bayrak açıyorlar, dediğin gibi haletiruhiyeyi iyi okuyarak, toplumca karşımıza dikilen canavarlar çok büyükler, olsun, uğraşmaya devam.
“Yeni, önemli olayların arifesinde, nereye varacağı bilinmez zamanlarda Biçimsiz’le beraberdik. Doğru, bana hep böyle savunmasız anlarımda yaklaştı. Bir arkadaş diğerine bunu yapar mı?” Gündüz öyküsü kitabın son öyküsü ve Gece öyküsündeki Biçimsiz yeniden karşımızda. İkircik yaratan olaylar, biçimsiz gölgemiz, alacakaranlığın belirsizliği, şüphelerimiz, nereye yerleştireceğimizi bilemediğimiz tekinsiz duygular, kafamızın içindeki o dehlizler, kıvrımlar, sinirlerimiz… Şizoit bir insan ruhu profilinden bahsedebilir miyiz tam da bu noktada, ne dersin? En basit öykülerin bile şüphe bağlantılarıyla ortaya çıktığını, oluştuğunu, yapısını var ettiğini düşünürsek, iki öykü bağlamında şizoit durumlar hikâyeleri besleyebilir ve ona hizmet edebilir diyebilir miyiz?
Çok doğru, bu öykü ikilisi bana ulaşan birçok okurda farklı şeyler uyandırdı, özellikle Gece’deki çocuk dünyasından dolayı. Benim orada ilkin yazmak istediğim gerçekten de senin yakaladığın gibi bir psikolojik sorun üzerineydi. Bir kere şunu fark etmenin bana çok yararı oldu, günlük hayatımızda karşılaştığımız sorunların ya da iyi köyü birçok hikâyeciğin temelinde aslında karşıdaki insanın psikolojik durumu yatıyor. Gördüğüm kadarıyla psikoloji biliminin nimetlerinden faydalanmaktan uzak insanlarla yaşıyoruz. Onlara göre terapi artık insanı elden ayaktan düşüren büyük travmaların çözümünde kullanılabilecek bir tedavi yöntemi. O da son aşama tedavi. İnan beyin üzerine çalışmaları olan ancak psikolojik problemlerin varlığına inanmayan araştırmacılar da mevcut. Şimdi bu kişilerden kendilerini anlamalarını, yarattıkları sorunlara bir öz farkındalıkla yaklaşabilmelerini nasıl beklersin? Dediğin gibi hepimizde hem evrimin hem çevrenin geliştirdiği, yonttuğu bir iç dünya var. Şizoit profiller de bu dünyanın dışavurumu daha kolay olan kısmı gibi. Ben burada psikolojik durum temelli hallerin hayatımızın en küçük anlarını bile nasıl etkileyebileceği üzerine düşünüp yazmak istedim. Bu fantastik bir öykü de olabilirdi ama hayır, bütün bunlar gerçek. Mesela psikopatlık ve psikopatik özellikler ayrımı da vardır, bir dönem üzerine çalışmıştık. Kişi tanımlanmış manasıyla tam bir psikopat olmadan da birçok psikopatik özelliği zaman zaman taşıyıp bunu hayatın her alanında karşıya gösterebiliyor. İşte hikâyelerin de bunlardan beslenmesi kaçınılmaz. Hayatımızdaki küçük hikayeler edebiyata hizmet ettiği, edebiyatın da bunu işleyip tekrar hayata dönüştürdüğü bir ilişkiler ağı bence bu.
Polisiye söz konusu olunca anlatım biçimi de otomatik olarak oluşuyor. Bu otomatik olarak oluşan anlatımın atmosfer yaratımını ve dile etkisini nasıl tanımlarsın, genç bir yazar olarak. Atmosfer-kurgu-dil bağlamında polisiye adına artık daha yeni oluşumlar mevzu bahis ve bu noktalardan yeni hikâye anlatımları ve kurgular oluşuyor denilebilir mi? Gizemin, şüphenin, tekinsiz anlatının yapısı yeni çağ ile değişti ve yeni anlatı içerikleri kazandı denilebilir mi? Konunun hızlı değişim etkisini polisiye içerikli yabancı TV dizilerinde daha belirgin bir biçimde görüyoruz.
Polisiye hem yerli hem yabancı olarak okuduğum bir tür, çok sık olmasa da. Ben şahsen İskandinav polisiyelerinden çok keyif alıyorum. Orada da bizdeki iyi örneklerde olduğu gibi toplum çok iyi siniyor metne ve de şehir. Daha yalın bir anlatımla. Bunun için de çok kafa yordum, kitaptaki bu öykülere polisiye denir mi bilmiyorum ama ilkini yazmamı aslında eşime borçluyum. O benim kendime ödevler verip çeşitli denemeler yaptığımı iyi biliyordu ve bir gün “Bir de polisiye öykü yaz bakalım,” dedi. Yüksek bir gerçekçilik oranı, kurgunun iyi tamamlanması ve hani boşluk bırakmamak gibi bilindik özelliklerinden dolayı polisiye türün kalemime uygun olduğunu biliyorum. Bunlar, yapının her zaman gözettiğim yasaları zaten. Ki iyi bir yarışmada iyi bir derecem de olmuştu polisiye öykü üzerine. Yine de yazarken karakterin duygu durumlarına daha çok odaklandığımı söylemeliyim. Anlatım biçiminin mecburen bu türe özgü bir oluşuma girmesi de dediğin gibi dil ve atmosferi değiştiriyor. Ben bu tarz öykülerde daha kısa cümleler kurduğumu fark ettim mesela ilkin, daha açık ve temiz bir anlatım gözetiyorum. Muhakkak burada da bir dönüşüm söz konusudur, polisiye literatürü çok dikkatle takip ettiğim söylenemez ama doğası gereği polisiye anlatılar kaygı ve şüpheleriyle, teknikteki farklılıklarıyla yakın olduğum anlatılar. Benim ilişkim bu yönde polisiye ile.
Yapı ve Yasa pandemi dönemini de içine alan bir süreçte tamamlandı diye düşünüyorum. Neden pandemi gibi bir süreç patlak verdi yerine, bundan sonrası için nasıl bir yeni dünya tahayyülü içerisindesin bunu sormak istiyorum. Normale mi dönmeliyiz mesela, yoksa şimdi itibariyle her şey değişmeli mi? Edebiyat yeni dünya tahayyülünde nasıl yerini alacak, nasıl kitaplar, hikâyeler okumaya başlayacağız sence; yapılar, kurgular, yeni türler oluşur mu mesela, ne dersin?
Bu da çok büyük bir soru ama sondan başlayacak olursam eğer ben edebiyat ve yazı adına umutluyum. Pandemi döneminde doğan öykü derlemeleri de gördük, pandeminin bir karabasan gibi üzerimize çökmesinin getirdiği yıkımları anlatan kurgu dışı metinler de. Bence en önemlisi insanın biraz olsun kendisine dönebilmiş olması. Ben zaten yazıyordum ve pandeminin belki evde daha fazla kalabilme faydasından ziyade büyük bir etkisi olmadı yazınıma ama birçok insanın bu yönelimi yaşadığını düşünüyorum, hayatlarında, ilişkilerinde, belki sanatlarında. Edebiyatımız da keşke böyle büyük bir durum vesilesiyle değil de işin doğal akışıyla birçok farklı tür doğurmuş olsa. Ben iyi bir dergi takipçisi olduğumu düşünüyorum, hem öyküleri hem de düşünce yazılarını takip etmeye çalışıyorum. Mesela en basitinden biz yıllardır hâlâ bin yıllık edebiyatımızın adında uzlaşamadık. Bir şekilde su bulandırılıp duruyor ve aynı yerde dönüyoruz gibi geliyor dört beş senelik periyotlarla. Ama geçen yaz yani pandemi sürecinde bir İngiliz dergisinin sayısı özel olarak “yaz kurgusu” üzerineydi. Çok da büyük konuşmak istemem ama umarım anlatabilmişimdir demek istediğimi. Yine de dediğim gibi umutluyum çünkü edebiyatı ciddiye alıp üzerine eğilen, ders çalışır gibi çalışan çok genç olduğunu biliyorum ki bazısıyla arkadaşız da. Burada Onur Çalı’nın derlediği ve benim de içinde olduğum Yaz Öyküleri seçkisine de selam edeyim, yaz kurgusu örneği vermişken aklıma geldi. Polisiyesi, bilimkurgusu, şiiri ve daha birçok türüyle çok insan yazıyor, çiziyor, uğraşıyor yani. Bir şeylerin bu süreçte hayatımızda değiştiği kesin ama bence yine de dikkatli olmakta fayda var. Her şeyin değişeceği gibi boş bir umuda da sahip değilim çünkü canavarlarımız dediğim gibi çok kollu.
Comments