top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıTöre Sivrioğlu

Düşlerin Efendisi

Töre Sivrioğlu Litera için kaleme aldığı edebiyat-sinema yazılarında bu ay edebiyat tarihinin olağanüstü ismi Marquis de Sade’ın “bir kahraman olarak” izini sürüyor.


Daniel Auteuil Sade rolünde (2000)
Daniel Auteuil Sade rolünde (2000)

Çocukluğumuzda dergilerde ‘iki resim arasındaki yedi farkı bulunuz’ tarzı bulmacalar olurdu. Geçen yazımda aynı konunun farklı zamanlarda nasıl işlendiğini incelemiştim. Bu yazıda bu sefer aynı konunun aynı sene farklı sinema ekollerinde nasıl işlendiğine bir örnek vereceğim. (Yazımız bol miktarda ‘spoiler’ içermektedir. O nedenle filmleri izlemeyenler bence bu yazıyı sonraya bıraksınlar).


Düşlerin Efendisi (2000) Michael Caine, Geoffrey Rush, Kate Winslet, Joaquin Phoenix gibi tanınmış oyuncuların rol aldığı zamanında oldukça ses getirmiş bir Hollywood filmi. Konu erotik yazıları nedeniyle tenkite uğramış olan Marquis de Sade’ın (1740-1814) tımarhanedeki son yıllarında geçmekte. Gerçek yaşamla bir bağ kurma gereği görmeyen film Sade’ın metinleri okunduğunda öfke krizi geçiren Napoléon’un abartılı tepkisiyle başlıyor. Bu da bize olayların 1801’de Sade’ın kitaplarının Napoléon tarafından yasaklandığı zamanda olduğumuzu düşündürmekte; aynı zamanda bu hazırlık sahneleri seyirciye, Napoléon bu kadar kızdığına göre gerçekten çok önemli bir insanla karşı karşıyayız dedirtmekte... Bu açılış kısmında Sade’ın müstehcen hikayelerinin elden ele dolaştığı ve Fransız halkının işi gücü bırakıp kendini bu yazıları okumaya adadığı sahnelerle Napoléon’a hak verir gibi oluyoruz. Anladığımız kadarıyla Sade 1800’lerin başında Fransa’da en çok okunan en tehlikeli yazar... Gerçi bu dönemde Fransa bütün Avrupa’ya karşı savaş vermekteydi; insanların Sade ile ilgilenecek ne kadar zamanı vardı o da ayrı mesele.



Neyse bu girişin ardından Sade’ı (Geoffrey Rush) tanıyoruz. Kendisi tımarhanede de olsa yazmaya ve çevresini etkilemeye devam ediyor. Yeni evli soylu kadınları baştan çıkarıyor, dokunduğu herkesi aurasıyla yakıp kül ediyor. Tek bir öyküsüyle zihinleri özgürleştirip ‘iffetli’ kadınları sihirli bir dokunuşla ‘şehvet düşkünü utanmazlara’ dönüştürüyor. Yani bir tür yarı tanrıyla karşı karşıyayız. Finale doğru tımarhanede sahneye koyduğu erotik oyun bir tür Bakkhos çılgınlığına dönüşüyor ve kural tanımazlık büyük felaketlere yol açıyor. Filmin çılgınlık dozu adım adım artıyor, tempo giderek hızlanıyor. Sade kağıt ve mürekkep verilmeyince dışkısıyla duvarlara yazıyor, konuşmasın diye dili kesiliyor vb.. Buna karşın ahlak normlarına, kiliseye, dine, tanrıya başkaldıran Sade, rahiplerin tüm baskısına rağmen kimliğinden ödün vermiyor; hatta kendisini ‘doğru yola’ çekmeye çalışan peder Abbe Dou Coulmier’yi (Joaquin Phoenix) tanrıtanımaz bir çılgın haline getiriyor. Af dilemesi için kendisine uzatılan haçı yutarak intihar ediyor. Ama bıraktığı miras artık ikinci bir Sade olan pederle devam ediyor. Benzeri yazılar yine gizli gizli tımarhaneden çıkarılıp okuyuculara ulaştırılıyor...


Hollywood’un Sade’ı bu... Bir de Fransızların aynı yıl (2000) çektiği bir Sade var. Bu film 1794’te Robespierre’in devrilmesinden hemen sonraki Thermidor döneminde geçiyor. Sade (Daniel Auteuil) biraz daha genç yani. Ama yine bir tür hapishanede. Bu sefer baskı gördüğü falan yok. Kimsenin onunla ilgilenmediği sıradan biri görünümünde. Hollywood filminde çevresini tek bir söz ve dokunuşla tutuşturan Sade burada sıradan bir adam. Dine karşı olan ilgisizliğini anlayabildiğimiz tek sahne odasındaki duvarda asılı haçı boş bakışla seyredip sarkaç gibi salladığı bir iki saniyelik bir an.


Önceki filmde yazdıklarıyla gurur duyan ödün vermez bir Sade vardı. Fransız versiyonunda ise yazdıklarını inkar eden bir Sade var. Elinde Sade’ın yazdığı iddia edilen isimsiz erotik hikayeler tutan genç ve rolünü harika oynayan sert bir devrim memuru ‘bu şeyleri siz mi yazıyorsunuz’ diye sorduğunda Sade hemen kekeliyor ve ‘ne münasebet efendim, benim ne işim olur böyle saçmalıklarla’ diye geveliyor. Amerikan filminde Sade’ın yazı ve konuşmalarıyla din adamlarını yoldan çıkardığını görmüştük. Fransız versiyonundaki rahipler ise Sade’a biraz da babacan bir tavırla ‘kaybolmuş bi ruh’ gözüyle bakıyorlar ve fazla üstüne de gitmiyorlar. Pederin tavrı 'Mösyö Sade, tanınmış, saygın bir aileden geliyorsunuz ne diye böyle saçma sapan işlerle uğraşıyorsunuz' şeklinde...


Şu herkesi yoldan çıkaran tiyatro sahnesini acaba Fransızlar nasıl işlemiş diye merak ediyorsunuz. Ama senarist ve yönetmen bu konuda da taviz vermemişler. Tam tiyatro başlayacakken Thermidor hükümetinin ikinci bir emre kadar her türlü gösteri ve tiyatroyu yasakladığını duyuran bir müfreze oyunun sahnelenmesini engelliyor. Ardından filmin en güçlü metaforik sahnelerinden biri olarak oyunun sahneleneceği platforma bir giyotin yerleştirildiğini görüyoruz. Devrimci hükümetin Sade ve ‘saçmalıklarına’ ayıracak zamanı yok...


Amerikan versiyonun çılgınlığı ile Fransız versiyonun durgunluğu, ciddiyeti ve realizmi arasındaki tezat, herhalde iki farklı sinema ve anlatım ekolünün en bariz örneklerinden birini yansıtmakta. Benim sinema bilgim bu kadar, kim bilir daha ne farklı ölçütleri vardır. Bu iki filmi karşılaştırmak herhalde sinema bölümlerinde tez bile olur.


Bu arada yaşları 20-25 arası olan 30 kadar üniversite öğrencisine her iki filmi de seyrettirip düşüncelerini sorduk. Saha çalışması yaptık yani... Ezici çoğunluk Amerikan versiyonunu beğendi. Nedenini sorduğumuzda verilen cevaplardan biri ‘Amerikalı Sade’ın düşüncelerinin arkasında duran epik tavrına karşılık ‘Fransız Sade’ın zora düştüğünde yazdıklarını hemen inkar edip sistemle uzlaşma çabasına girmesiymiş. Amerikan Sade’ı büyüleyici bir kişilikken Fransız Sade’dan hiç etkilenemediklerini söylediler. Ben de ‘ama gerçekçi olan Fransız Sade’ı’... Yaşadığı dönemde Sade bu denli etkili, tanınmış biri değildi, zaten insanları böyle bir sözle iki öyküyle yoldan çıkaramazsınız’ gibi bir iki klişe laf ettiysem de bakışlarından Fransız Sade’ı asla beğenmedikleri hemen belli oluyordu. Gençler de haklı, Amerikalı Sade tipik bir Hollywood kahramanı olarak dokunduğu her şeyi değiştiren bir yarıtanrıyken diğeri pasif bir olay izleyicisiydi. Hayaller, bu deneyimimizin de gösterdiği üzere bir kez daha gerçekleri ezip geçtiler. ‘Sinema büyüsü’ de böyle bir şey herhalde.


Comments


bottom of page