Yüzleştiğimiz Duygularımızı Görünür Kılan Öyküler
Aynur Kulak, Eda İşler ile ikinci öykü kitabı Görünür Bir Yerde odağında söyleşti: “Okuyucunun kitap bittiğinde yarattığım atmosferi duyularıyla hatırlamasını istiyorum. Çünkü ben de okuduklarımı böyle hatırlıyorum.”
Eda İşler ile ikinci öykü kitabı Görünür Bir Yerde odağında yapmış olduğum söyleşi aslında son derece görünür gibi gözüken duygularımızın karanlık taraflarıyla yüzleşmemizi öyküler aracılığıyla sağlaması çerçevesinde gerçekleşti. Ne yaşarsak yaşayalım geriye dönüp baktığımızda yetişkin hislerimizin önce ebeveynlerimizle sonrasında kendimizle yüzleşmesi görünür olması gerekenlere öyküler boyunca ışığını tutuyor. Uzakta aradıklarımız çok yakınımızda kendini gösteriyor olabilir mi bizlere?
“Realitenin çirkin değil de olduğu hâliyle varlığını sürdüren bir şey olduğunu düşünüyor ve öyle yazıyorum.”
Edebiyatla olan bağının nasıl şekillendiğini sorarak başlamak istiyorum. Yüksek öğrenimini İngiliz dili üzerine yapman, çevirmenliğin ve öykülerin… Nasıl gelişti; nasıl buralara kadar geldi edebiyat ile olan ilişkin?
Edebiyatla aramızda bir bağ varsa bunun temelini günlük yazarak attığımı söyleyebilirim. Bana düşüncelerimin zamanla nasıl renk değiştirdiğini gözleme olanağı sunar. Onun sayesinde kafamın içindeki dost ve düşman tanrıları tanırım. Zihnimin hiç girmediğim bölgelerine girer, sınırlarımın ötesine geçerim. Orada yazan işaretlere, sembollere, uyarılara kulak verir, olayların gidişatını izler, tek taraflı sözel iletişimimi sonunda başka bir yerde başkalarının ağzıyla kurarım. Ben çocukken güneş görmeyen bir evimiz vardı. Canım bu yüzden çok sıkılırdı ve ben günlüğe hep sabah güneşini tasvir ederek başlardım. Öykülerim de belki bu yüzden genellikle gündoğumuyla açılır. Eve dair mutlu hatıraları günün ışıltısının yüzlere vurduğu kısacık anlarla ilişkilendiririm. İkindi parlaklığını, gece göğündeki yıldızların yansımasını da severim. Sanırım hikâyeleri böyle anlatarak çocukluğumun o kısmını tamir ediyorum. Aslında öykü yazmaya günlükten önce başlamak isterdim ama uzun süre içimden düşünmeyi ve okuyarak susmayı tercih ettim. Ufak bir şehirde büyümenin, yapacak kısıtlı şeyle dar bir yaşantıyı kovalamanın çok okumakla ilgisi büyük. Dili mücadele ederek ulaşmam gereken bir zirve gibi gördüğümden ona karşı merak ve heyecanla karışık duygular beslerdim. Hikâyeler anlatma arzum başka bir var yaratma ve mevcut sıkıcı durumdan kurtulma gereksinimimden kaynaklanıyordu. Aslında hâlâ öyle. Kendime alan açmak için yazıyorum. Başlarda hukuk okumak istememe, yeterli puanı almama rağmen sonradan yabancı dil öğretmenliğinde karar kılmam da yine bu dil merakıyla veya anlatma gereksinimiyle ilgili olmalı. Üniversitedeki derslerde incelediğimiz kısa öyküler, romanlar, beni bu işte ilerleme konusunda teşvik etti. Aynı bölümden bir arkadaşımın çıkardığı matbu dergide yayımlanan öykümle yazın kariyerimin resmi olarak başladığını söyleyebilirim. O da benim gibi dil ve edebiyatla ilgileniyordu.
Görünür Bir Yerde ikinci öykü kitabın. İlk öykü kitabın Kaza Süsü’nden Görünür Bir Yerde’deki öykülere doğru yolculuğu nasıl anlatırsın? Nasıl bir süreçti, ne türde değişimleri ve dönüşümleri beraberinde getirdi?
Kaza Süsü, üsluptan ziyade biçime kafa yorduğum bir ilk kitap. Baştan sona anlamlı bir sırayla ilerleyen, okuyana finalde tatmin edici bir veda vaat eden öyküler toplamı. Üzerine çok çalıştık ve kısa sürede iyi dönüşler aldık. Fakat onda eksik olan, hikâyenin okuyana ne anlattığıydı. Güzel öyküler yazıyor ama onları neden anlattığımı bilmiyordum. Anlatıcının işinin sadece gördüğünü biçimlendirmekle bitmediğini ikinci kitapla öğrendim. Zaman değiştikten, ben biraz daha yaşlandıktan, belki biraz daha şiir okumaya alıştıktan sonra anlatacaklarımda ağırlık hissetmeden, hiçbir çekince yüklenmeden yazmaya karar verdim. Kitabı yazdığım dönem babamı kaybetmemin de etkisi var bunda. Yas sürecinde deneyimlediklerim kitapta yaratmayı istediğim boşluk temasıyla birebir örtüştü, sonra öyküler benden habersiz birbirine seslenir oldu.
Öyküler bir tür arama hali ile -asla belirsiz bir şeyi değil ama- belirli olanı arama hali ile bambaşka yönlere evrilerek dönüşüyorlar. Aslında son derece “görünür” gibi gözüken ve öyle de anlatılan öykülerin karanlık taraflarıyla yüzleşerek hikayelerin lezzetine tam da buralarda varıyoruz desem; ne söylemek istersin?
İç sıkıcı durumları sıradanlaştırmayı iyi bilirim. Eskiden trajediyi kabullenmeyen, onunla arasına mesafe koyan, bu sebeple de realiteyi şekillendirebilen bir yanım vardı. Hastalıkları, kavgaları, ölümleri içselleştirmez, üzerinde durmaz, mümkünse onlar hakkındaki hislerimi kendimden başka kimselere anlatmazdım. Ara sıra da bu hâlime öfkelenir, iletişimsizlik meselesi yüzünden içimdeki sesle kavga ederdim. Ama artık bunu yapmıyorum. Realitenin çirkin değil de olduğu hâliyle varlığını sürdüren bir şey olduğunu düşünüyor ve öyle yazıyorum. Edebiyatın işlevi de gerçekliği olduğundan güzel veya tersine, trajik göstermek değil bana kalırsa.
Kitabın son öyküsü Eski Günler Geride Kalmadı’dan başlamak isteyerek; tökezlediğimiz, ilerler gibi gözüksek de ilerleyemediğimiz şeyleri gemlenemez bir arzunun gölgeleriyle yazdıran sebepler nelerdir soruları eşliğinde bu öyküde asıl mesele kimseye görünmeden var olma meselesinin dipten akan asıl hikayesini mi vermekti yoksa kimin hikayesi gerçekten kime ait; kim kimin hikayesinin içinden çıkıyor/var oluyor bunu yazmak mıydı?
İkisi de. Çünkü bu iki çıkarım arasında bir fark görmüyorum. Fikret Mualla’nın tablolarında olduğu gibi bazen birbirimizin rengârenk hayatlarının arkasında kaldığımızı, zaman zaman birilerinin önüne geçmek için koştuğumuzu, bazen morların daha az mor olduğunu, pembelerin git gide silikleştiğini, arada bir gökyüzünün koyulaştığını, zaman zaman parladığını, yani kısaca hayatı bir öyle bir böyle ama asla adil olmayan bir sırayla yaşadığımızı düşünüyorum. Bu adaletsiz düzen veya diş diş sıralanmış birbirine zıt koşullar, gezegenin herkes için değişen genişliği, Tanrı’nın neye benzediği sıklıkla üzerine kafa yorduğum meseleler. Bunları bazen silikleşenlerin ara sıra da parlayanların gözünden anlatıyorum. Gözlemleme fırsatı bulduğum birçok olayı kah bir köşeden kah ötekinden bakarak yorumlamayı tercih ediyorum. Bazen de hepsini birbiriyle karşılaştırıyorum.
Kitabın ilk üç öyküsüne 'Yas Koltuğu' öyküsünü de ekleyerek; çocuklar ve ebeveynleri, çocukken gördüğümüz ebeveynlerimizle, çocukken göremediğimiz fakat büyüyünce farkına vardığımız o karanlık taraflarıyla bizlere bıraktıkları mirasları, yüzleşmelerimizi konuşmak isterim. Ölümün, yaşamın, kusurlu olmanın, suçun, suçluluk duygusunun travmaları imgesel anlamda bir gazete haberiyle, bir yelekle, bir defterle karşımıza çıkıveriyor öykülerde.
Çocukluğum son derece renksiz, problemsiz, neşesiz geçtiği için onu hatırlayabilmek maksadıyla geriye döndüğümde üzerine konuşacak pek bir şey bulamıyor, arada bir anımsadığım ufak tefek görüntüler hakkında da düşünme ihtiyacı duymuyorum. Bazen aklımda şimşek gibi çakan görseller, kokular, sesler, bir anıyı işaret eden parça bölük şekiller oluyor. Sözgelimi, 'Süreyya Boşluğu' öyküsündeki bez bebek, çocukluğumdaki bebeği ve siyah örgülerinden yayılan lavantalı deterjan kokusunu aklıma getiriyor. Örgülerden birinin ilmeği kaçtığında hepsi çözülüyor. Macerayı kitap ve filmlerde aradığımı, sıklıkla dedektif hikayeleri okuduğumu hatırlayıveriyorum. Hatıra hatırayı açıyor. Bazen bana yaşanmamış olayları kolaylıkla yaşanmış gibi düşünme ve onların iç yüzünü görebilme olanağı sunuyor bu. Kendimi sık sık var olmamış veya gerçeküstü bir deneyimin hatırasıymış gibi hayal ederim bu arada. Aile içi iletişimsizlik, üzerinde durulmayan, konuşulmayanlar, yorgun suskunluğuma tesir eden eski meseleler.
“Çocukluğu iyi geçirmenin hep refah, onun gerekliliklerine uymamanın ise tehlike getireceğine inanmıyorum.”
Yetişkinliğin anlatıldığı 'Görünür Bir Yerde', 'Bir Arzuyla Ürkek Ürkek', 'Bir İp Mesafesi', 'Süreyya Boşluğu' öyküleri. Çocuklukta oluşan boşlukların yetişkinlikte neye dönüştüğü; nasıl bir yaşama edimine ya da yas sürecine ve aslında çoğu zaman önlenemez bir arzu iştahına dönüşümü bu öykülerde çok bariz. Sadece ebeveynlerimiz görünür olmuyorlar, aynı zamanda bizim karanlık taraflarımız da yetişip, büyüyorlar bir yandan; ne dersin?
İngilizce’de arzulu ve hevesli sözcükleri eş sesli: Willing. Türkçe düşününce bu iki kelime birbirine pek de yakın gibi gelmiyor bana. Bir şeye heves etmek son derece edilgen bir duruşu ima ederken, arzulamayı güçlü ve tekinsiz buluyorum. Bahsi geçen öykülerin ortak noktası bir arzuyu öne çıkarırken onu tersten anlatmak bence. Hepsinde öne çıkan duygusal durum, memnuniyetsizlik ve hevessizlik. Bunların çocukluktan kalan boşluk duygusuyla ilgisi var mı bilmiyorum ama çocukluğu onarmanın her yarayı sarıp sarmalayan insancıl bir şefkat, bir iyilik olduğunu da düşünmüyorum. Çocukluğu iyi geçirmenin hep refah, onun gerekliliklerine uymamanın ise tehlike getireceğine inanmıyorum. İnsan ruhunun toplumun iyi diye adlandırdığı normlara itaat ederse zenginleşeceği, aksi hâlde yoldan sapacağı, yok olacağı fikri bana biraz basit geliyor.
Karakterler üzerinden hikayenin nasıl dönüştüğünü okurken zamansal olarak da ciddi sürprizlerle karşılaşıyoruz. Bazı öykülerde çok, bazılarında da uzaktan olmak üzere öyküler içerisinde zaman algısı çok belirgin derecede hep var ve öyküler zamanın gerçekten de izafi bir şey olduğu gerçeği ile yüzleştiriyor bizleri, ne dersin?
Öykülerde zamanla oynamayı seviyorum. Hiç yaşanmamış olayları anlatmanın en kolay yolu zamanı değiştirmektir çünkü. Yaşadığımız ânı söze dökmeyi, geçmişteki deneyimleri değiştirmeyi, gelecekle alakalı hayaller kurmayı deniyor, fakat neyi denersem deneyeyim hiçbirinin gerçek olmadığını biliyorum. Bu nedenle onu istediğim gibi şekillendirerek onun içinden geçen hikayeler yaratıyorum. Bazen geçmişteki ikizimizle aynı hayatları yaşadığımıza inanıyorum. Arada bir de hiç deneyimlemediğimiz bir yaşamı seyrediyoruz gibi geliyor bana.
“Okuyucunun kitap bittiğinde yarattığım atmosferi duyularıyla hatırlamasını istiyorum. Çünkü ben de okuduklarımı böyle hatırlıyorum.”
“Şimdi düşününce, ne fazla şekerliydi ne acıydı; sadece biraz ağırdı tadı. Dilimde erimedi hala. Bunu konuşalım mı biraz?” Kendini affedememenin, yas duygusunun, ölüm gerçeğinin yaşam karşısında nasıl da “Hayat devam ediyor.” meselesine dönüşebildiğinin fazlasıyla çarpıcı gerçeğinin öyküler boyunca yiyecekler, yemekler üzerinden verilmesini konuşmadan geçmek istemem.
Dürüst olmak gerekirse bunu yapmamın sebebi çok basit. Okuyucunun kitap bittiğinde yarattığım atmosferi duyularıyla hatırlamasını istiyorum. Çünkü ben de okuduklarımı böyle hatırlıyorum. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanı fena halde demirhindi şerbetini anımsatıyor bana. Masumiyet Müzesi’nde nane likörü tadı alıyorum. Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi soğuk bir apartman dairesini ve insan eti kokan bir battaniyeyi anımsatıyor. Gamze Arslan’ın bazı öykülerinin tadı küflü ekmeğe, bazıları menekşe kokulu yemenilere benziyor. Acaba benimkiler neye benziyor? Ben de bunun cevabını bilmeyi arzuluyorum.
Öykülerin içindeki hikayeler anlatılırken ortaya çıkan diğer hikayeler, alttan akan o dip akıntının kurgu ile ortaya çıkmasıyla görüyoruz ki; hepimiz birbirimiz için görünür olmak istiyoruz ama bunun şartları gerçekten oluştuğunda da kaçmak istiyoruz bundan. Edebi metinlerde kurgu ortaya çıkarıyor ve öykülerinde de görüyoruz ki; kurguya çok çalışılmış. Ne dersin?
Hepimiz bir başkasının hikayesinde yaşıyoruz. Bazılarımızın rolü büyük, bazılarımızınki ufak. Bize biçilen rollerde ölene dek oyuncu değişikliği yapılmasa da yaşamlarımızın birbirini etkileme dengesi ara sıra farklılık gösterebiliyor. Adamın teki yanından geçerken başını çevirip ona bakmadı diye bir kadının üzüntüden kahrolma ihtimali arada bir azalıyor, hevesle sipariş edip bitiremediğimiz yemekler bazen arkamızdan ağlamıyor, bir kez bile aramadığımız yaşlı akrabalar bir seferlik kederden ölmüyor, her şeyin farkına vardığımızda doğru zamanın çoktan geçmişte kalması ve bir şeylerden bahsedecek olduğumuzda kimsenin bizi dinlememesi nedendir bilmem ama kırılgan benliğimizi nadiren acıtmıyor. Böyle şeyler hep beraber veya ayrı belki, kurgu içinde yer alabiliyor. Bunlar bazen açık seçik, bazen de müphem biçimde yazılabiliyor. Kurgu üzerine düşünüyor, bu konuda iyi metinler okumaya çaba harcıyorum. Her öyküde deneyecek yeni bir şeyler arıyorum. Arkadaşlarımla tartışıyorum. Aklıma gelen yaratıcı bir fikri gecenin bir yarısı arayıp heyecanla anlattığım dostlarım az değil. Not alıyorum. Duvarlara yazıyorum. Her gün neyi anlatacağımı kendime hatırlatıyorum. Eğer bunlar birer yöntemse, evet bunları yapıyorum.
Her ne kadar üzerinde konuşulmasa da çevirinin/çeviri kitapların öneminden/değerinden de bahsetmek isterim. Yayın dünyasında çok önemli olmasına rağmen biraz gölgede kalıyor sanki çeviri işi ne dersin? Özellikle genç nesilde çeviri edebiyata katkı sağlayan çevirmenlerden biri olarak aslında değişiyor bu durum artık diyebilir misin? Ve -eğer bahsetmek istersen- şu sıralar çevirisini yaptığın kitaplar hangileri?
Çeviri eserlerin son yıllarda epey ilgi gördüğünü düşünüyorum. Bunda butik yayınevlerinin telifini aldığı iyi eserlerin ve onlarla çalışan iyi çevirmenlerin etkisi oldukça büyük. Fakat çevirmenlerin şartlarının hâli de bildiğiniz gibi ortada. Son derece zahmetli ve özen isteyen bir iş çevirmenlik. Umarım yayınevlerinin çevirmenlerin hakkını çok daha iyi sakladığı günlere kavuşuruz bir gün. Şu sıralar Ann Quin’den The Unmapped Country isimli kolektik öyküleri çeviriyorum Everest için. Aynı yayınevi için çevirdiğim Deborah Levy- Her Şeyi Gören Adam (The Man Who Saw Everything) yayın sürecinde. Geçen hafta teslim ettiğim Amerika Kuşları (Birds Of America) var Lorrie Moore’dan. Konu Kitap’tan çıkacak. Önümüzdeki sene çevirmenlikteki tempoyu biraz düşürüp romanımı tamamlamayı planlıyorum. Evet, roman yazıyorum.
Son olarak pandeminin etkileri ağırlaşarak devam ediyor. Yazmaya devam edecek misin; daha doğrusu edebilecek misin; tüm bu ağır yaşam şartları düşünüldüğünde ve edebi metinler bazında ne türde hikayeler okumaya başlarız sence?
Bu soruya cevap verirken şahsi vicdanımla kamusal buhran arasında kaldığımı itiraf etmeliyim. Son zamanlarda yazma motivasyonum epey düşük fakat bunun sebebi yalnızca pandemi etkileri veya hepimizin içinde olduğu zorlayıcı yaşam koşulları değil aslında. Yoğunluk. Basitçe yoğunluk. Sözü verilmiş, sözleşmesi yapılmış çeviriler, benden bir şeyler öğrenmeyi bekleyen öğrenciler, okunması gereken yığınla metin, izlenmeyi hak eden oyunlar, filmler, dinlenecek müzikler, podcastler, davetkâr, cazibeli konserler, ucundan bir parçacık tadılacak, yaşanacak zalim hayat eteklerimden çekiyor. Yine de bir süredir yoğun bir tempoyla okuyor, ufak ufak yazıyorum. Ancak biliyorsunuz, genel olarak tadımız yok. Kamusal buhran var. Yalnız kaldığımızda yoksulluğu, haksızlığı, huzursuzluğu, kaybolmayı, kaybettiklerimizi düşünüyoruz. Birçoğumuzun bu ağır duygu durumuyla mücadele ettiğine ve gelecekte sıklıkla kaygıyı, öfkeyi, kafa karışıklığını merkeze alan eserler yaratacağına inanıyorum.
GÖRÜNÜR BİR YERDE
Eda İşler
Everest Yayınları, 2021
112 s.
Tür: Öykü
コメント