top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıOylum Yılmaz

Elçin Poyrazlar: Yazarak direnmeyi sürdüreceğim

"Kara roman, polisiye, suç romanı, ya da günceli anlatmayı isteyen her metinde artık bir başkaldırı var. Gerçekten yazmak süslü cümleler kurarak şıkır şıkır bir üslupla okurları etkilemek değil bana kalırsa. Gerçekten yazmak var olan tüm edebi şablonları, beklentileri, yerleşik konfor alanlarını yıkmak demek."

Oylum Yılmaz, Elçin Poyrazlar ile son romanı Ecel Çiçekleri'nden yola çıkarak, polisiye roman yazmanın inceliklerini, kadın mücadelesinin tekrar tekrar geçtiği zorlu yolları, kadın yazar olmayı, iyilik ve kötülük arasındaki o gergin çizgiyi ve adil bir toplum olma hayalini konuştu.



Oylum Yılmaz

Aslına bakılırsa Ecel Çiçekleri'ni okuyalı çok oldu. Henüz bir adı yoktu ben onu okuduğumda, kısacası bir roman taslağıydı. Okur okumaz çok heyecanlandığımı, bir sürü notlar alarak yazarı Elçin Poyrazlar'ı bunalttığımı hatırlıyorum! Kimliğini, adaleti, cinsiyetini sorgulayan bir kadın dedektif ve sorgulamayı bırakıp direkt ceza kesmeye girişmiş iki belalı kadın arasındaki gerilim ve bu gerilime ek olarak iyilik ve kötülük, hak ve adalet, toplumsal cinsiyetler ve roller arasındaki tüm o gerginliği bir cinayetler dizisi hikayesine çevirip telleri koparmadan titretmek büyüleyici gelmişti bana. Kaleminin ucunu feminizmden, LGBTİQ'dan yana doğru açıp sivrilten bir yazar, bunu da üstelik edebiyatımızın en delikanlı bölgesi olan polisiyede yapıyordu. Kısacası romanın son halini ve yayımlanmasını merakla bekledim. Nihayetinde Elçin Poyrazlar tam bir polisiye yazarı deneyimiyle bu işin altından kalkmış, okurun kalbini ve dikkatini kazanmayı diğer kitaplarında olduğu gibi bir kez daha başarmıştı.

Sevgili Elçin'le kadın mücadelesinin tekrar tekrar geçtiği zorlu yollardan, kadın yazar olmaktan, iyilikten ve kötülükten, adalet hayalinden ve en önemlisi de bir düşünceyi alıp önce suça sonra da cezaya çevirmenin yollarını konuştuk.

Litera'nın kadın yazını dosyası için kaleme aldığın yazında, beni hem bir kadın hem yazan bir kadın hem de bir editör olarak çok düşündüren iki cümlen var: "Bugün milyonlarca kız çocuğu ve kadın, kara kurgudan çok daha kara hayatlarda ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ve o kadınlar edebiyatta ve hayatta harcanabilir bir vahşet nesnesi değil, hayatını eline alan ana kahraman olmak için tutuşuyor." Eğer bana sorsalardı Elçin Poyrazlar, Ecel Çiçekleri'nde de işte tam bunu anlatıyor derdim. O zaman ben de ‘saf ve düşünceli bir romancı olarak gördüğüm sevgili Oylum benim bu metinle yapmayı istediğim şeyi çok iyi kavramış’ derdim :) Suç edebiyatı geleneğinde kadın, erkeklerin taciz, tecavüz ettiği, öldürdüğü, parçalara ayırarak yok ettiği, kurban, mağdur, zavallı, yine gerekirse erkeklerin kendi erkekliklerini kanıtlamak için kurtardıkları, edilgen, ikincil, zayıf, kafası karışık, isterik, duygusal, içten pazarlıklı, baştan çıkarıcı, fettan, başa bela, erkekleri yoldan çıkaran, manipüle eden, sonra da aldatan karakterlerdir çoğunlukla. Ama suç edebiyatı kadınlara bu bakışı bir fanteziden almaz, tam da hayatın kendisidir kurguya yansıyan. Erkeklerin hem hayata hem de metne bakışlarındaki kadınlığı görürüz çoğunlukla. Oysa kara roman, polisiye, suç romanı, ya da günceli anlatmayı isteyen her metinde artık bir başkaldırı var. Gerçekten yazmak süslü cümleler kurarak şıkır şıkır bir üslupla okurları etkilemek değil bana kalırsa. Gerçekten yazmak var olan tüm edebi şablonları, beklentileri, yerleşik konfor alanlarını yıkmak demek. Bu uyanış kadın yazarların taptaze diliyle geliyor ve aynı gerçek hayattaki kadınlar gibi, kadın karakterler de kendi uyanışını yaşıyor. Bir uçta Suat Komiser, bir uçta Ebru ve Burcu var. Kahraman kim olacak peki!? Ecel Çiçekleri’nde ana kahraman tüm kadınlar aslında. Sen, ben, tecavüze uğrayan, öldürülen, ölmemek için ayak direyen, direnen, üreten, varlığını ısrarla bir erkek üzerinden tanımlama baskısına isyan eden kadınlar. Suat Komiser, kadınlığını sorgulayan, hayatında hiçbir kadının ona rol model olmadığı yalnız bir kadın. Karşısında muazzam bir erkek yapı var. O erkek yapının içinde saygınlık kazanmak için kadınlığından kısıyor. Öfke duyduğunda ona ‘adet mi görüyorsun’ sorusu geliyor örneğin. Bazen aşırı tepkiler verebiliyor, hem erkekler dünyasında kabul edilmek istiyor hem de bunun kendinden götürdüğünü görüyor. Ebru ve Burcu’nun tarafı ise çok daha net. Ne istediklerini ve bunu elde etmek için erkeklerin kurduğu sistemin zaaflarından yararlanmayı iyi biliyorlar. Erkeklerin kendilerinde yarattığı travmaları bir silah gibi onlara karşı kullanmaya karar veriyorlar. Kitabın sonlarında şu paragraf aslında Ebru ve Burcu’nun isyanını iyi açıklıyor: “Hayat sizin için erkekti. Erkekler ise hayatınız oldu. Ne kadar acı çekerseniz çekin dönüp dolaşıp yine erkeklere sığındınız. Kadınlığınızdan utandınız, onu boynunuza asılmış bir ceza gibi taşıdınız. Küçüklükten başlayarak erkeklerden korkan diğer kadınları örnek aldınız. Korku kanınıza aşılandı. Yemeğinize kondu. Salgın gibi suyunuza bulaştı. Korkuyla büyüdünüz.”

Polisiye roman yazmanın hem katil ve maktul hem de kahraman/dedektif ve yine katil arasında bir mesafe bırakmakla ilgisi var sanırım. Bu, biliyorsun ki bizim toplumsal kültürümüzde pek olmayan bir şey. Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor bizim için. Öldürülen, şiddet gören bir insan mutlaka başını belaya sokacak bir şey yapmıştır, diye düşünülüyor. Beni bir okur olarak büyüleyen şey de gerçek hayatta kuramadığımız bu dengenin polisiye edebiyat aracılığıyla kuruluşunu izlemek, nasıl yapılabileceğinin şahidi olmak. Ecel Çiçekleri bu anlamda bir empati romanı mı sence? Okuyan, "aynı ben!" mi diyecek yoksa "ben olsaydım..." mı diyecek? Bunu okurlardan sıklıkla duyuyorum. ‘Okurken içim biraz soğudu’ diyen, ‘öfkem daha da arttı’ diyen, ‘Keşke daha sert, daha vahşi yazsaymışsınız’ diyen oldu. Okurların nasıl hissetmesi, romanı nasıl değerlendirmesi gerektiğini bir yazar dikte edemez. O roman değil, kişisel gelişim kitabı olur. Ya da kendini çok beğenmiş bir yazarın böbürlenmesinden öteye gidemez metin. Ben, bir erkek Emine Bulut’un boğazını güpegündüz, herkesin içinde keserken onu izleyen ve ‘Anne lütfen ölme’ diye çığlık atan kız çocuğunun dehşetini kavramaya çalıştım. O ‘lütfen’ sözcüğünün içindeki masumiyet, çaresizlik ve yalnızlık her satırda beni isyana sürükledi. O cinayet pek çok kişiyi bir daha dönüşü olmayacak biçimde değiştirdi. Denge meselesine gelince, duygular olmadan roman yazılamaz. Sizi masaya oturmanız için dürtmeyen, itmeyen, rahatsız etmeyen şeylerden söz etmeden hangi metni hakkıyla kurabilirsiniz ki? Öte yandan o polisiye dünyayı kurarken hem katilin hem de kurbanın içinde gezmeyi göze almak gerekiyor. Cinai kurguda her karakterin karanlık köşelerinde dolaşmak ve pek de yargılamamaya çalışmak lazım. Ama emin ol, bu hiç kolay değil.

Adalet siyah beyaz keskin çizgileri olan, mutlak bir kavram değil. Bundan elli yıl önce suç olan bir şey artık suç sayılmayabilir. Ben polisiye yazarı olarak o gri bölgede okurun vicdanını yoklamaktan hoşlanıyorum. İyilerin mutlak iyi, kötülerin mutlak kötü olduğu bir roman müthiş sıkıcı olurdu. Daha doğrusu bu polisiye bir masal olabilirdi ancak.

Fakat burada, iyilik ve kötülük, doğruluk ve adalet, gerçek ve kurmaca arasında incelikle yürütülen bir denge meselesi de var sanırım. Polisiye yazarı bu dengeyi nasıl kurar sence? Gerçek hayatta iyi-kötü, adalet-haksızlık dengesini nasıl kuruyoruz? Vicdani terazimize koyduğumuz meseleler bizi ele veriyor. Kimsenin kendisini ‘kötü’ olarak tanımladığını sanmıyorum. Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, eylemlerimizin ‘iyi’ olduğuna inanırız genelde. Dostoyevski’nin ölümsüz kahramanı Raskolnikov öyle değil midir örneğin? Yaşlı kadını öldürürken bir fayda sağladığına inanır. Eğer kötülük eleştirisiyle karşılaşırsak bizi buna iten koşulları, içinde bulunduğumuz ruh halini, geçmiş travmalarımızı bahane ederiz. Adaleti ise önce kendimiz için sağlamak isteriz. Sonra başkaları gelir. Bir polisiye yazarı insanın zaaflarından, kıskançlık ve intikam duygusundan, geçmiş acılarından, suç eğilimlerinden mutlaka faydalanır. Bir suçun takibi ve sonunda hak ettiğini düşündüğümüz adalet de polisiyenin ana konusudur. Ama suçlu-kurban ikilemi de yazarın yakasını bırakmaz. Her kurban masum mudur ya da suçlu görülen aynı zamanda kurban olamaz mı? Adalet siyah beyaz keskin çizgileri olan, mutlak bir kavram değil. Bundan elli yıl önce suç olan bir şey artık suç sayılmayabilir. Ben polisiye yazarı olarak o gri bölgede okurun vicdanını yoklamaktan hoşlanıyorum. İyilerin mutlak iyi, kötülerin mutlak kötü olduğu bir roman müthiş sıkıcı olurdu. Daha doğrusu bu polisiye bir masal olabilirdi ancak. Hep merak ettiğim bir şey var. Bizler genel olarak adaleti devletten bekler fakat adaleti yine de içimizde bir yerlerde devletten ummayız. Yani bir polis dedektifinin adaleti sağlayacağı düşüncesi hayalden öteye gidemez gibi gelir. Bir kadın polis dedektif olarak karşımıza çıkan Suat Komiser'de de sanki aynı beklenti ama umutsuzluk var gibi. Ya da daha doğrusu bir kahraman olarak bunu kafasına takıyor gibi geliyor biz okurlara. Ataerkil bir polis devletinde yaşayan ve onun tam kalbinde duran Suat'ın tüm çelişkileri hikayenin gidişatını nasıl etkiliyor sence? Suat Komiser bende şu soruyu uyandırıyor; ben tek başıma ne yapabilirim? ‘Evet kuşkularım var, adalet için çalışıyorum ama bir yanda feci bir haksızlık dalgası var ve ben bana verilen yetkiler benim elimi kolumu bağlıyor’..Bu hepimizin zaman zaman kapıldığı bir duygu değil mi? Bizi öğrenilmiş çaresizliğe sürükleyen?

O yüzden birileri adaleti eline almaya kalkıp bir cinayet serisine giriştiğinde içimizde hafif bir soğuma oluşuyor. Ama diğer yandan o soğumanın da doğruyu temsil etmediğini hissediyoruz. Doğru nedir? Biz nerede eksik kalıyoruz? Ne yapabiliriz? Bu romanla okurda bir ahlak karmaşası yaratabildiysem bu beni memnun eder. Öykünün ana raylarını da Suat Zamir’in o çelişkisi üstüne yerleştirmek istedim. Çünkü Suat’ın çelişkisi hepimizin çelişkisi. O hem kadın hem de bir polis olarak gücünün farkında değil, aynı bizim de kendi gücümüzün farkında olmadığımız gibi. Ve her şey ilk soruyu sormakla başlıyor; ben ne yapabilirim?

Biz seninle bu söyleşiyi yaptığımız sırada, ne yazık ki kara bir tesadüf gerçekleşti ve Türkiye İstanbul Sözleşmesi'ni uygulamama kararı aldı. Kadının varoluş mücadelesi elbette devletlerin gücü karşısında son bulmayacak ama büyük çabalarla atılmış adımlardan geri dönmek, döndürülmeye çalışılmak da kuşkusuz ki büyük bir öfke yaratıyor. Şiddet sarmalının içine zorla çekilmek istenen kadınlara, şiddetin tam kalbinden yazan biri olarak ne demek istersin? Kadınlar için çok daha kara ve zorlu bir dönem başlıyor. Ama ümitsizliğe kapılma lüksümüz yok. Mücadelenin kolay olmadığını hep biliyorduk. Öte yandan bu karar yapısal şiddetin hukukla pekiştirilmiş halini temsil ediyor benim gözümde. Kadınlara, kız çocuklarına, LGBTİ+’lara duyulan nefretin ve korkunun vücut bulmuş hali. Ve bir nevi kadın katillerine öldürme yetkisi vermek demek. Kadınlar üstündeki abluka daha da sıkıştırılmış oldu ve kadınların haklı öfkesi büyüyor. Şiddetle iktidar kurma siyasetini bozmak için bu öfkeyi kullanmak gerekli. Ses çıkarmak ve direnmekten vazgeçmemek. Ben kendi adıma yazarak direnmeyi sürdüreceğim. Suat Zamir'in bir kadın ve bir polis olarak hikaye içinde cinayetleri çözmeye çalışırken "anıt sayaç"ı keşfetme sahnesi var. Bu o kadar gerçekçi olmuş ki! Şiddetten ölen kadınlar için durmaksızın işleyen bu anıt sayacı hangi işi yaparsak yapalım, toplumun hangi kesiminden olursak olalım bilmeyebiliriz elbette. Suat'ın macerası da Ecel Çiçekleri'nin hikayesi de sanki bu keşiften sonra değişiyor gibi geldi bana, ne dersin? Hayatta da böyle olabilir mi? Tesadüfen değil, kıskançlıktan, varlıktan, yokluktan, geçim derdinden falan değil de sadece ve sadece kadın olduğumuz için öldürülebileceğimizi ve şiddete uğrayabileceğimizi gerçekten kavradığımız o an, gerçek hayatta da son derece hayati değil mi?

Ecel Çiçekleri’nde karakterler açısından iki önemli eşik var. Biri Suat Zamir’in her gün büyük bir vahşet içinde öldürülen kadınların sayısını bir sayaçta toplu olarak görmesi, diğeri de Ebru ve Burcu’nun Emine Bulut cinayetini televizyonda izlemeleri. İki tarafın hikayeleri de bu keşiflerden sonra tetikleniyor. Ve evet, biz de kendi hayatımızda ilk kez şiddetle karşılaştığımızda o bildiğimiz ve umduğumuz hayatın aslında ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu fark ediyoruz. Bize dokunmaz sandığımız şeyin çok yakın olduğunu, zarar vermeyeceğini düşündüklerimizin tam da bizi hedeflediğini görüyoruz. Küçükken bize işlenen korkularımız yüzeye çıkıyor. Kız çocukken bize diğer kadınlar tarafından öğretilen ‘erkeklerden kork’ komutu bir anda canlanıyor. Şiddet, sosyal sınıf, şöhret, para, meslek, eğitim ve aile ayırmıyor. Kadınların hemen hepsi bu tehditle yaşamak durumunda. Ve aslında bizi en çok yaralayanlar bize en yakın olanlar. Çocukların çoğunun şiddetle ilk tanıştığı yer aile. Ve asıl mesele de şu; biz o şiddet tehdidini nasıl yönetmeyi seçiyoruz? Buna boyun mu eğiyoruz, yoksa güç ve dayanışma bulmaya mı çalışıyoruz?

Ecel Çiçekleri bir yandan hayattan ve ataerkil düzenden intikamını almaya çalışan iki kadınla, diğer taraftan düzen içindeki adalete inanmaya çalışan bir başka kadın arasındaki gerilimin hikayesi. Gerilimin tellerini ise elbette eril bakış açıları ve erkekler titretiyor. Hikayedeki bütün erkek karakterlerin bana bir ortak özelliği var gibi geldi, kim olurlarsa olsunlar hayatlarındaki ve etraflarındaki kadınları aslında hiç mi hiç görmüyorlar. Yani "gerçekten" görmüyorlar. Ne dersin? Bu soru bana geçenlerde okuduğum bir şeyi anımsattı. Erkeklerin çoğu için ‘görünür kadın demek genç ve güzel kadın demektir’ şeklinde bir cümleydi. Romandaki Selim Komiser de Suat Zamir’i fazla ‘erkeksi’ buluyor ve daha ‘kadınsı kadınlardan’ hoşlanıyor. Hanım hanımcık, narin, ince sesli eski nişanlısını hatırlıyor bir bölümde. Onun kafasındaki ‘kadın’ tanımına uymuyor çünkü Suat. Ya da yuvarlak hatlara sahip Burcu’ya erkekler dönüp dönüp bakarken, ‘sıska ve erkeksi’ görülen Ebru kentin sokaklarında bir hayalet gibi gezebiliyor. Bu, erkeklerin gözündeki ‘kadının’ belli kalıplara girmesiyle örtüşen bir durum. Belli bir yaşta, belli bir kiloda, belli mesleklerde ve belli siyasette olan kadınlar erkekler için kadın bile değil. Yani ne yaşadıkları, ne düşündükleri, ne hissettikleri önemli değil. Erkeğin kendi varoluşu üstünden o kadını tanımlama refleksi çok yaygın. Annesi, kızkardeşi, kızı, eski karısı, yeni sevgilisi vb. Erkek romancılar da bunu yüzyıllarca yapmadılar mı? Kadın karakter ancak ana kahraman erkeğe hissettirdikleri üstünden var olabildi metinlerde. Kadınların cinsel arzuları, hayalleri, hedefleri, öfkeleri olduğunu keşfetmek için çok uzun zaman geçmesi gerekti. Ancak kadınlar hem gerçek hayatta hem de edebiyatta kendi görünürlüklerini sağlama peşinde, bu bana cesaret veriyor.

Lafı hiç dolandırmadan direkt soracağım, Ebru ve Burcu birbirine aşık iki kadın mı? Yoksa onları bir araya getiren şey dermansız dertlerin icabına birlikte bakmak ve intikam almak arzusu mu? Sanki hepsi birdenmiş gibi geliyor bana ama... Ebru ve Burcu arasındaki bağı açık ederek okurun zevkini elinden almak istemiyorum. Bu ilişki üstüne en önce okur yorum yapsın isterim. Ama şunu söyleyebilirim; onlar kendi hayatlarının ortak davasını bulmuş, birbirine hayran iki kadın. Ebru Burcu’nun yenilgiyi asla kabul etmemesine, Burcu da Ebru’nun zekası ve soğukkanlılığına hayran. İkisi birbirine dayanarak ayakta kalabiliyorlar. Neredeyse tek vücut gibi. Şunu hissediyorum ben; her dostluk biraz sevgililik gibidir. Hayranlık, saygı ve özen olmayan hiçbir bağ yaşamıyor. İktidar hiyerarşisi bulunan hiçbir ilişkide sevgi bulunmuyor. Birini koşulsuz, çıkarsız, kendini düşünmeden sevmek uzak bir hayal. Ama ben o hayali ve onun metindeki aksini çok seviyorum.

Kötülüğün cezası iyilikle verilir mi? Bu zor bir soru. Kafama bir dizi soru üşüşüyor. Kötülük nedir? Nerede başlar? Kötü doğulur mu, kötü olunur mu? Çevrenin bunda payı var mı? Her kötülük topluma mı mal edilmeli? Aşırı iyiliğin de kötülük kadar zararlı olduğunu düşünüyorum ben. Her kabul başka bir suça yol açar. Ufak tefek kötülükler de daha büyük kötülüklerin önünü açar. Kötülüğün cezası ise ancak suça dönüştüğünde verilmeli bence. Ve bunu sadece iyilikle değil, caydırıcılıkla da yapmalı. Bireysel suçların cezalandırıldığı ancak toplumsal ya da devlet suçlarının bir kahramanlık olarak gösterildiği politik sistemlerde gerçek bir adaletten söz etmek ise imkansızdır.

Comments


bottom of page