İsimsiz çocuklar, isimsiz tablolar: Emma Reyes'in yirmi üç mektubu üzerine
Nilay Kaya bu hafta bizi, “resimlerimi boyamıyorum, yazıyorum” diyen ressam Emma Reyes’in olağanüstü yaşamına ve kaleme aldığı tek kitap olan Dünyaya Açılan Kapı’nın derinliklerine davet ediyor.


Emma Reyes (1919-2003), Kolombiya başkenti Bogotá'nın yoksul mahallelerinden birinde doğar. Babası yoktur. Altı yedi yaşlarındayken annesi onları terk edince ablasıyla beraber manastıra gönderilir. Reyes on dokuz yaşına geldiğinde manastırdan kaçar ve dünyaya açılır. Yürüyerek, otostop çekerek, trenlere kaçak binerek, günü kurtarmak için seyyar satıcılık yaparak Arjantin'e gider. Buenos Aires'e vardığında yıl 1943'tür. Resim yapmaya doğal bir yeteneği vardır ve çizmeye başlar. Uruguay'da ilk evliliğini yapar, kocasıyla Paraguay'da yaşamlarını sürdürürler. Maalesef bir gün küçük bir kasaba olan Asunción'daki evleri yerel bir çetenin üyeleri tarafından basılır, Reyes'in yeni doğan bebeği gözleri önünde öldürülür. Reyes, aynı yıl Paris'ten bir resim bursu kazanır. Kocası onunla gelmek istemeyince bir kez daha kendi yoluna gider. Avrupa'ya yapacağı gemi yolculuğunun bilet parasını resim yaparak çıkarır ve kendini Atlantik'i aşacak gemiye atar. Gemide Fransız bir doktorla tanışır, birbirlerine âşık olur, nihayetinde evlenirler. Reyes'in önce Paris'te sonrasında Bordeaux'da kurduğu yaşam ona Latin Amerika sanatçılarının "mama grandé"si (vaftiz anne ya da büyükanne) ünvanını getirir zira rüştünü ziyadesiyle ispatlayan bir ressam olur, Latin Amerikalı sanatçıları destekler, dünyanın pek çok yerinde solo sergiler açar. Diego Rivera, André Lhote gibi sanatçılarla ortak işlere imza atar. Frida Kahlo, Alberto Moravia, Jean‐Paul Sartre, Pier Paolo Pasolini, Enrico Prampolini, Elsa Morante içinde bulunduğu sanat ortamının önde gelen isimleri ve arkadaşlarıdır. 12 Temmuz 2003'te 84 yaşında Bordeaux'da yaşama veda ettiğinde geride pikaresk bir romandan farksız bir yaşam bırakmıştır.

Tablolarının çoğu bugün Essex Latin Amerika koleksiyonunda, Périgord Sanat ve Arkeoloji Müzesinde daimî koleksiyonlarda görülebildiği gibi dünyanın her yerinde yeni sergilerde sanatseverlerle buluşmaya devam ediyor. Reyes'in birçoğu isimsiz olan resimleri, özellikle erken dönem tabloları, kendi hayatından ve yoksulluk içinde yaşarken karşılaştığı engellerden ilham almışa benziyor. Çocukluğunda içinde yaşadığı çetin koşullara rağmen, eserlerinde özellikle hayvanlar, bitkiler ve çocuklara dair renkli imgeler kullanması hayata gülümseyen tavrını gösteriyor. Naif ve özgün yorumları ile canlı renkleri, Meksika sanat tarihine bağlı iki akım olan yerlilik (indigenism) ve duvar resmi sanatından (muralism) aldığı ilham, köylülerin, yerli halkların ve Latin Amerika’daki en dışlanmış toplumsal kesimlerden insanların portrelerine yansıyor. Yarı insan yarı canavar hibrit “yaratıklar”, özellikle "Keçi" olarak bilinen tablosu başta olmak üzere hayvan figürleri, post-Kübist ve dışavurumcu öğeler, karakterlerinin doğasında yer alan ırk, gelenekler, din ve aile gibi unsurlarla bütünleşiyor. Soyutlama, geometrik kompozisyonlar, psikedelik çiçekler, "maskeler" ve canavarlar üzerine çeşitli deneyler yapsa da figürasyona geri dönmekten vazgeçmemiş. Öte yandan, en çarpıcı eserlerinden bazıları, keskin ve huzursuz edici portreler. Daima spontane çalıştığını söyleyen Reyes, bunu şu sözlerle ifade ediyor:
“Resimlerim çığlıklardır. Canavarlar elimden kurtulup serbest kalıyor... Resimlerimi boyamıyorum; onları yazıyorum.”
Reyes'in 'yazdığı' pek çok tablosu var ama bu yazının asıl konusu, onun yazdığı biricik kitap: Türkçeye Dünyaya Açılan Kapı başlığıyla çevrilen, Memoria por correspondencia. Reyes, çocukluğunu ve kendi yaşamından hikâyeleri dost sohbetlerinde bir Şehrazat maharetiyle anlatmayı çok severmiş. 1940'ların sonlarına doğru, Kolombiyalı tarihçi ve eleştirmen Germán Arciniegas ile tanışır. Arciniegas, dostlarının da pek çok kez ona salık verdiği gibi, ısrarla bu sözlü anlatı cevherlerini yazmasını ister. Reyes, düşüncelerini organize etmenin zor olduğunu belirterek itiraz edince, Arciniegas ona bir çözüm önerir: "O zaman mektuplarla anlat," der. "Bunları bana yaz." Böylelikle Reyes, "Sevgili Germán" diye başlayan mektuplarını yazmaya başlar. Mektuplar sürerken 1970'lerin başlarında Arciniegas, Bogotá'da bir akşam Gabriel García Márquez'i akşam yemeğine davet eder. Mektuplar yemekte karşılıklı heyecanla konuşulan bir sohbet konusu olur. Birkaç hafta sonra Márquez, Paris'teki Emma Reyes'i arayarak mektupları ne kadar beğendiğini söyleyince Reyes öfkeyle yanıt verir. Ona göre, Arciniegas, aralarındaki gizlilik anlaşmasına ihanet etmiştir. Yirmi yıldan fazla bir süre boyunca bir daha mektup yazmaz. Bu yüzden mektuplar arasında uzun bir kesinti vardır. 2003'te öldüğünde, Emma Reyes geride on dört sandık dolusu belge bırakmıştır. Bu belgelerin arasından yirmi üç mektup derlenerek yıllardır Reyes'in çalışmalarını destekleyen bir vakfın ve Germán Arciniegas'in girişimiyle 2012 yılında küçük ve bağımsız bir yayınevi olan Laguna Libros tarafından basılır. Kısa sürede altıncı baskı yapılmıştır bile.
Emma Reyes manastırda aldığı sınırlı eğitim haricinde formal bir eğitim almamış, büyük ölçüde kendi kendini eğitmiştir. 1969'dan 1997'ye kadar yazdığı mektuplar dilbilgisi ve imla hatalarıyla doludur. Reyes'in mektupların yayımlanması konusundaki ilk şartı bu hataların hiçbir şekilde düzeltilmemesi olur. Bütün o hatalar, tüm doğallığıyla onun çocukluğunda deneyimlediği zorlukların, hayatta kalma mücadelesi verdiği dönemlerin bir temsilidir aslında. İspanyolca ilk edisyondan itibaren Reyes'in bu isteğine sadık kalınır, kitabın İngilizce çevirisinde de bu mevzu dikkate alınır. Maalesef Türkçe çevirisinde tam tersi bir durum söz konusu: metin düzeltilmiş, dilbilgisi ve imla hatalarından arındırılmış. Çevirmenin tutumu bir yana, neden böyle bir editoryal uygulamaya gidildiğini anlamak güç. Bu 'katl-i üslûp felaketine' rağmen, bir solukta okunan, naif anlatıcısı aracılığıyla yoğun bir empati ve sempati uyandıran, Reyes'in 'kelimelerle' çizdiği tablolara hayran bıraktıran bir anlatı var karşımızda. Oto-kurmaca, ya da farklı bir tür adlandırmasıyla, mektup roman diyebileceğimiz bu metinle Reyes'in tabloları arasındaki noktaları birleştirmek çok kolay oluyor. Aynı keskin ve detaycı, kendine acımayan ve acındırmayan, aksine dünyaya merak ve hayranlıkla bakan, zarafet yüklü ton belki de kitabın en büyük başarısı. Horatius'un "ut pictura poesis" kavramı akla geliyor: "şiir gibi resim, resim gibi şiir". Yazı ve imgenin tatlı bir rekabete tutuşarak kardeşlik ettiği mektuplar kaleme almış Reyes. Anlattığı her sahne kelimelerinin imgesel gücü sayesinde birer tabloya dönüşüyor.
Tozun toprağın birbirine karıştığı, doğal felaketleri açık yara gibi bekleyen çetin bir coğrafyadayız. Emma Reyes'in Bogotá'da penceresi bile olmayan bir tek odada, ablası, Maria denen bir kadın ve Piojo adlı bir çocukla başlayan yaşamına dayanan mektuplar, yoksulluğun ve zulmün bin bir tonunun yanı sıra kırsal hayattaki günlük yaşamı ve coğrafyayı titizlikle aktarıyor. Bu yaşamda yerli kültüründen gelen Hıristiyanlık ve sömürgecilik öncesi inanışlar, kutlamalar Hıristiyan pratiklerine karışıyor. Çöplerden ya da çamurdan yapılan oyuncak bebekler, eşek sırtlarında köylerden kasabalara seyahatler, anne ya da baba kavramından habersiz, dünyada yol bulmaya çalışma ve sevgi arayışı, belediyelerdeki en varlıklı ailelerin halk sınıflarıyla olan adaletten uzak ilişkileri, tahakküm mekanizması bir kurum olarak Katolik Kilise'nin kendi içindeki hiyerarşik düzeni, küçük Emma'nın içinde yaşadığı dünyanın dinamiklerini oluşturuyor. Etnik ve kültürel olarak "beyazlaştırılmaya", asimilasyon başarısızlığa uğradığında ise marjinalleştirilmeye çalışılan yerliler, kısa sürede kahraman ilan edilip aynı hızla toprağa gömülen general yöneticiler, birbirini yansılayan ama hiçbiri Emma'ya Kutsal Meryem Ana gibi anne olamayan Maria karakterleri bu anlatının kahramanları. Üstünkörü bir modernleşmeyle, ilk kez deneyimlendiğinde korku ve büyülenmeyi bir arada yaşatan teknolojik aygıtlar belli başlı propları.

1940'ların Kolombiyası'nda kimsesiz çocuklar için en 'ayrıcalıklı' sığınak pek tabii Kilise, lakin aynı Kilise onları muazzam bir iş gücü olarak görüp çeşitli atölyelerde on beş saatin üzerinde çalıştırıyor. Dış dünyanın kapılarını yüzlerine kapatıp zihinlerini ve ruhlarını mutlak bir günah duygusu ve korkuyla şekillendirmeyi başlıca görev biliyor. Tıpkı dış dünyada olduğu gibi manastırda da rahiplerin ve rahibelerin iyisi de var kötüsü de. Zulüm ve merhamet, ayrımcılık ve koşulsuz sevgi, her ikisi de eşi benzeri olmayan bir şekilde hissedilen korku ve neşe Emma'nın manastırda deneyimlediği duygular. Rahibelerin verdiği dehşet dolu cehennem vaazları ve cezaların yol açtığı tahribatlar, kızların bazen birbirlerine yaslanmaları sayesinde bazen de kendi içlerinden doğan cesaretle hafifliyor. Her yıl İsa Bebek'e gönderilecek olan hediyeleri hazırlama merasimleri onlar için tarifsiz bir coşku ve eğlenceye, yılda taş çatlasa iki kez içilebilen sıcak çikolata en büyük ziyafete dönüşüyor. Birbirlerine hikâyeler anlatmaktan da geri kalmıyorlar, özellikle de aralarına oyuncak bebeği Tarrarrura ile sonradan katılan Maria gibi dış dünyaya dair hikâyeler anlatanlar el üstünde tutuluyor. Kendi hikâyelerini yaratma, yaşama ve anlatma isteğiyle dolup taşan Emma dünyanın kapısını cesaretle araladığında, ona buraya kadarki yolculuğunda eşlik eden okuyucuyu da heyecanına ortak ediyor, zira mektuplar sona erdiğinde dış dünyanın ve bir ömrün hikâyesi eşiğin önünde serili duruyor. Yaşamı ve sanatıyla ilham verme gücü olan bu güzeller güzeli kadının en azından bize kalan yirmi üç mektubu teselli oluyor. Emma Reyes'in mektupların yayımlanması konusunda belirlediği ikinci şarta gelince, kitap satışlarından elde edilen gelir bugün hâlâ Kolombiyalı kimsesiz çocuklara veriliyor.
Comments