"Acelenin edebiyata faydası yok"
Ela Kiçik, Emre Nazım Mert ile Hikâye Taciri adlı romanı odağında söyleşti: "Her şeyden önce okura kurmaca hazzı yaşatmak isterim ben. Oyunları, dehşetli ve büyülü işleri, başka hayatları ve zamanları anlatmayı severim."

Emre Nazım Mert’i 2020 yılında, Notabene Yayınları tarafından yayımlanan Bitmesi Gerektiği Gibi adlı öykü kitabıyla tanıdım. Öykülerindeki anlatımın sakinliği, nereye varacağını bilen, varmak için acelesi olmayan bir yazarın dünyasında olduğumu hissettirdi. Daha ilk sayfalarda bunu hissetmenin okura verdiği güvenle bitirdim öykülerini. Geveze anlatıcı ve sadelik kaygısı arasındaki ince çizginin farkında olan bir yazardan uzun soluklu bir metin okuyacak olmanın heyecanıyla yeni kitabını bekliyordum. Bu defa, Hikâye Taciri adında bir romanla 2024’ün aralık ayında Vacilando Kitap etiketiyle okurlarıyla buluştu.
Sevgili Nazım, bir yazarın yolunu güzel karşılaşmaların belirlediğini düşünmüşümdür hep. Senin yolculuğun nasıl başladı? Bu karşılaşmaların izlerini anlattığın hikayelerde görebilir miyiz?
Pembe kapaklı bir Ömer Seyfettin kitabı hatırlıyorum. Halamın evinde olsa gerek. Küçüktüm. Zevkle, şaşırarak, yer yer dehşete düşerek okumuştum o kitabı. Kurmaca okumanın hazzına dair ilk hatıram bu. Son yıllarda, çocukların Ömer Seyfettin okumaması gerektiği görüşü yüksek sesle dile getiriliyor. Doğrudur. Ama iyi ki o zaman karşılaşmışız o kitapla derim ben hep. Yoksa okumanın en az oyun oynamak kadar keyifli bir şey olduğunu, insana başka hayatları ve zamanları tecrübe ettirebileceğini erken yaşta keşfedemeyebilirdim. Ortaokulda, Türkçe öğretmenim sayesinde Steinbeck ile tanışmış, Yukarı Mahalle’yi bir çırpıda okumuştum. Üstat aşağı yukarı yüz sayfada karakterlerine can vermiş, finalde her şeyi, hiç araya girmeden, mevzuyu dramatize etmeden anlatmıştı. Bense çarpılmıştım. Bir başka karşılaşma ve çarpılma vakam ise lise yıllarıma denk düşüyor. Kuzenim bir gün okuldan kaçmış, sahafa gitmiş, oradaki kadın da, “Al bunu oku,” diyerek Yüzyıllık Yalnızlık’ı vermiş. Bizimki de okudu ve bana verdi. Okudum, afalladım. “Bu nasıl yazmaktır?” dedim. O cilt hâlâ bende duruyor. Geri vermeyi düşünmüyorum. Bunlar benim yolda aranırken bulduğum değil, önüme çıkıveren kitaplar. En azından hatırladığım kadarıyla. Yazdıklarımda bu karşılaşmaların izini görebiliriz miyiz, bir şey diyemem. Ama bence niyetimde görebiliriz. Her şeyden önce okura kurmaca hazzı yaşatmak isterim ben. Oyunları, dehşetli ve büyülü işleri, başka hayatları ve zamanları anlatmayı severim. Dramatik bir durumun, olayın yapay bir şiirsellikle hepten dramatize edilmesinden hiç hoşlanmam.
Biz seni öykülerinle tanıdık. Bu defa yazım sürecine tanık olduğum, üzerine sıkça konuştuğumuz bir romanla geldin. İki kitap arasında geçen zamanı nasıl anlatırsın? Neler değişti? Yazıyla olan ilişkin, anlatımda önemli bulduğun temel şeyler üzerine konuşalım istersen?
İlk kitabım yayımlandığında, sıradaki dosya üzerinde çalışmaya başlamıştım çoktan. Politik bir roman sayılmazdı ama büyük kısmı 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında geçiyor, yaşananların gölgesi karakterlerin üzerine düşüyordu. Onu sonuna kadar götürdüm. Belki ortalarda bir yerde on sayfası eksikti. Bitti bitecekti ama bir türlü ikna olmuyordum. Eli yüzü düzgün olsa da bence yeterince iyi değildi. Sonunda, doktora gitsem kuvvetle muhtemel klinik depresyon tanısı alacağım bir zaman aralığında vazgeçtim o dosyadan. Zaten bir süredir, içinde hikâyeler anlatılan bir roman için hazırlık yapıyordum. Vakit kaybetmeden çalışmaya başladım. Böylece Hikâye Taciri ortaya çıktı. Bu süreçte galiba biraz daha sabırlı biri oldum. Öteki romandan vazgeçerken ve yenisini yazarken hep şöyle düşündüm: Acelenin edebiyata faydası yok. Anlatımda önemli bulduğum pek çok mesele var. Bilindik şeyler. Yazının ritmini, anlatıcının dilini bulmak, bir hava, atmosfer yakalamak, çok acayip bir hikâye olsa da gerçekçi detaylar kullanmak, okuyanı öncelikle yüzeydeki hikâyeyle tavlamak vs.
Romana, ilerideki maceranın ayak seslerini duyuran, mutsuz sonla biten bir aşk hikâyesiyle giriş yapıyoruz. Devamındaysa anlatıcının bir grup avcıyla ormanda yaşadığı aksilikleri konu alan, gerçek ve gerçek üstü ögelerin, çağdaş ve tarihi öykülerin iç içe geçtiği bir gerilim anlatısı okuyoruz. Ben bu anlatının ruhunda genel olarak bir “bekleme” haline vurgu yaptığını hissettim. Bununla ilgili ne söylemek istersin?
Bilerek böyle bir vurgu yapmadım. Romanın içinde anlatılan, bence biri hariç hepsi müstakil olarak okunabilecek hikâyeleri ayrı tutuyorum. Çerçeve anlatıda değişip dönüşmek, yaşamaya devam etmek ve hikâye anlatmak gibi belli başlı izlekleri takip etmeye çalıştım. Fakat okuyanlara, “Siz de yazdıklarımı niyetlendiğim gibi yorumlamalısınız,” diyemem. Yazdıklarım, insanlara niyetimin dışında bir şeyler hissettiriyorsa, kendi paylarını çıkarmalarını sağlıyorsa mutlu olurum hatta. Tabii aşırı yoruma ve niyet okumaya girilmiyorsa.
Kitapta yakın tarihten bahsettiğin kısımlara dönelim. Bir acının, yıkımın veya şiddetin edebiyat sahnesine çıkabilmesi için zaman aşımına ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bazı olaylar hafızada yerini korurken, üzerimizdeki etkisi ilk günkü gibi kendini hissettirirken, kurguda buna değinmeyi tercih etmek, bizi edebiyatın yaratıcı doğasından uzaklaştırıp tekrar handikabına hapsediyor gibi geliyor bana. Bununla ilgili zamanla düşüncelerim değişebilir tabii. Sen ne düşünürsün?
Çetrefilli bir mevzu bu. Şahsen, bir toplumsal olaya değinecek yahut tümden konu edineceksem duygularım durulana kadar beklemeyi, gerçek hikâyelerin, dedikoduların, yeni bakış açılarının, komplo teorilerinin hepten ortaya çıkmasını, mağdurların, tarafların hayatlarına nasıl devam ettiklerini görmeyi tercih ederim. Ama bir vaka, halihazırda üzerinde çalıştığımız yahut zihnimizde demlendirdiğimiz kurmacaya amiyane tabirle cuk oturuyorsa, duygularımız değil hikâyenin kendisi o olayı çağırıyorsa ne olacak? Hikâye Taciri’nin bahsettiğin kısmını 2016 yazında yazsaydım, malum olay vuku bulduğunda kullanmaktan çekinmezdim herhalde. Çünkü karakterin geçmişi ve kurgunun gelişimi buna uygundu.
Romandaki karakterlerin okur karşısında çıplak. Zaaflarını, korkularını bazen komik bulduğumuz, belki de bir hikâyenin karakteri olabileceğini aklından bile geçirmeyen sıradan insanlar. Buradan hareketle şunu sormak isterim. Edebiyat hayata ayna mı tutmalı, bir kaçış yolu mu sunmalı?
Romandaki fantazya unsurlarını bir kenara bırakırsak, karakterler için sıradan kişiler denebilir sanırım. Gerçi en uçuk kaçık metinler de şu yaşadığımız dünyanın deneyimiyle yazılıyor. Doğal olarak edebiyatın hayata ayna tutmaması mümkün değil, fakat aynadaki yansıma gerçeklikten çok farklı görünebilir. Edebiyat kaçış yolu sunmalı mı bilemiyorum ama insanı biraz eğlese fena mı olur?
Sosyal medyanın, yazdıklarımızın daha geniş bir okur kitlesine ulaşmasına olanak yarattığı ortada. Fakat yazarın sosyal medya kişiliğinin, yazdıklarının önüne geçebilme riskini de barındırdığını söyleyebiliriz. Bununla ilgili ne düşündüğünü merak ettim.
Devir böyle. Poe günümüzde yaşasa mutlaka Twitter kullanır, sağa sola sataşır, gözüne kestirdiğine verip veriştirir, gururla poetik görüşlerini ilan ederdi. Bazılarında tiksinti uyandırırdı belki ama taraftar da toplardı. Neticede güzel kitaplar okuyacaksam şahsen şikâyet etmem. Ne kadar ilgi gördüğünden bağımsız, beğenmediğim kitaplar sosyal medyadan önce de vardı.
Bu günlerde neler yapıyorsun? Neler yazıyorsun, kimleri okuyorsun? Seni heyecanlandıran fikirler, metinler var mı?
Yeni romanım beni epey heyecanlandırıyor. 10. yüzyılda geçtiğini söyleyeyim şimdilik. Hakkıyla yazabilmek için çok fazla tarih okuması yapmam gerekiyor. Bunun dışında günceli de elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Son zamanlarda Hüseyin Safa Ak ve Üzeyir Karahasanoğlu’nun yeni kitaplarını okudum. Bir süredir Shogun’u okuyordum ama geçenlerde Hikmet Hükümenoğlu’nun son romanı girdi araya.
Şunu merak ediyorum bir de. Keşke ben yazsaydım dediğin bir kitap var mı?
Komple bir kitap için değil de bazı konular, fikirler için keşke dediğim oluyor. Bu konuda bir numaram Allah’ın Kızları.
Neden?
Müslümanlar Mekke’yi fethetmeden önce Kabe’de bulunan putları konuşturmak çok iyi fikir. Keşke hiç yazılmamış olsaydı ve benim aklıma gelseydi. Zevkle çalışırdım.
Comments