Epik fantastik sofralarda yemek…
Fantastik edebiyatta yeme-içme ritüelleri, yemenin toplumsal ve mitolojik sembolleri... Berrin Yılmaz fantastik edebiyata damgasını vuran eserlerdeki yemek ve şölen sofralarına, epik fantastik dünyaların epik sofralarına davet ediyor bizi.
Berrin Yılmaz
Edebiyat kuramcısı Tzvetan Todorov Fantastik'te önce sorar: “Bir yapıttaki fantastik öğeler o yapıta ne kazandırır?” Ve cevaplar: “Birincisi, fantastik okurda başka edebi tür ya da biçimlerin uyandıramayacağı özel bir etki uyandırır – korku ya da dehşet, ya da yalnızca merak. İkincisi, öykülemenin emrindedir, gerilimi canlı tutar. Son olarak fantastik, bir evreni betimlemeye yarar ve bu evrenin dil dışında bir gerçekleşimi yoktur; betimleme ve betimlenenin birbirinden farklı bir yapısı yoktur.”[i]
Todorov’un ilk iki tespitini zayıf bulmakla birlikte, özellikle sonuncu tespitin, fantastik edebiyatın içinde, bir okur ve eleştirmen olarak beni özellikle heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Dille yaratılan, dile hapsedilen ve dille özgürleştirilen bir dünya… Elbette sadece tür olarak fantastiğe atfedemeyiz bunu; edebiyatın kendisi için de rahatlıkla kurulabilir bu cümle. Lakin özellikle fantastik edebiyatta, fantastik anlatıda tüm görkemini bulmuştur diyebiliriz, gönül rahatlığıyla. Dilin kelimenin tam anlamıyla, olağanüstü dünyasında, evet her şey olasılık dahilindedir. İnsan düşüncesinin dille birleştiğinde gidebildiği yere kadar gidebilir fantezi, yani çok uzaklara, ya da çok ama çok içerilere, derinlere... İnsana asıl çekici gelen yönüdür bu kuşkusuz; olağanüstünün olağan olduğu bir dünya, sembollerin, mitlerin, göndermelerin, rüyaların gerçekten yaşanması, yaşanabilirliğinin hissedilmesi.
Fantastiğin bu dünyadan ve gerçeklik algımızdan kopuk bir düşler âlemi olarak nitelenmesi bugün artık bize nasıl sığ geliyorsa, edebi düzlemde bu dünyadan olağanüstü dünyaya taşınan, sızan gerçek öğeleri yok saymak da körlük olacaktır şüphesiz. Bu açıdan baktığımızda fanteziye sızan o gerçeklerden birinin de yemek olduğunu görürüz. Fantastik edebiyat yeme-içme ritüellerini, yemenin toplumsal, mitolojik sembollerini sıkça kullanır. Dev şölenler, ziyafetler nasıl hikâyeye hizmet ediyorsa yalnız yenen bir kuru ekmeğin de pek çok anlamı olduğunu rahatlıkla görebiliriz fantastik kurgularda, tıpkı gerçek hayatta da olduğu gibi. Kimin ne yediği önemlidir, yerken ne giydiği, ne dediği, ne düşündüğü, kendini nasıl hissettiği ve hatta nasıl yediği... Bugün fantastik dünyaya damgasını vuran önemli eserlerin bir yemek ya da şölen sofrasında başladığını ya da hikâyenin gidişatının bu tür sofralarda değişip biçimlendiğini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. O zaman buyurunuz epik fantastik dünyaların epik sofralarına…
1- Dört gözle beklenen davet
Fantastik edebiyatın bugün artık temel eseridir dediğimiz Yüzüklerin Efendisi’nin başlangıcı büyük bir şölen yemeğini anlatır… Bilbo Baggins 111. yaşına girecektir. Ve bu şölenin, günler ne demek, aylar öncesinde hazırlıklarına girişilir. Önce Bilbo Baggins’in Çıkın Çıkmazı’ndaki o muhteşem kovuk-evinin kapısının güneyinde kalan büyük çayırda çadırlar yükselir, direkler çakılır, fenerler asılır, masalar dizilir. Çayırın kuzeyine muazzam bir açıkhava mutfağı kurulur. Civardaki bütün hanlardan ve aşevlerinden akın akın aşçılar gelmiştir. Zira çok iyi bilinen bir gerçektir ki, hobbitler midelerine fazlasıyla düşkün yaratıklardır ve onların dikkatini çekebilmek sadece ve sadece yemekten geçer. Shire ve etrafındaki hemen tüm kasabalarda yiyecek içecek ne varsa, stokları tükenecek derecede Çıkın Çıkmazı'ndaki davete gönderilir. Şölendeki büyük çadırın içinde ise daha da özel, “küçük” bir yemek sofrası kuruludur. Bilirsiniz; Gandalf gelir, havai fişeklerini atar, Frodo da tabii ki oradadır, bu 144 kişilik küçük yemek sofrasının başında hobbitler keyifle ve delice yemeklerini yerler, derken Bilbo o meşhur konuşmasını yapıp aniden ortadan kaybolur, şölen sofrasında tabaklar hâlâ yemek doludur ve destansı fantastik hikayemiz işte böyle başlar![ii]
Birinci kahvaltı, ikinci kahvaltı, öğle yemeği, beş çayı, birinci akşam yemeği, ikinci akşam yemeği, ikinci akşam yemeği üzeri tatlısı… İşte bir hobbitin günlük hayatı! Boğazına ve konforuna delicesine düşkün bu kendi halinde ve keyfinde yaratıkların Orta Dünya’nın en büyük macerası içinde oynadıkları başrol nereden gelir peki? J.R.R. Tolkien, neden kendi yarattığı fantastik dünyasının kıyısında kalmış bu ufak tefek yaratıkları devleştirmiştir? “Kahramanın yolculuğu” adını verdiğimiz temel izlek üzerine kurulu fantastik kurgunun yapısında saklıdır cevap. Her yolculuk kuşkusuz bir dönüşüm hikâyesidir. Lakin işin sırrı kendinden, “kendi oluş”tan tamamen vazgeçmeden, “kendi”ni kaybetmeden dönüşmekte yatar. Ve bu sorulara verilecek ikinci kati cevap ise kuşkusuz şu olacaktır: Hayatın kıyısında yaşadığı düşünülen, çok ama çok önemsiz dediğimiz ruhlar da bütün dünyayı dönüştürecek güce pekâlâ sahip olabilirler. Yeter ki kendilerini dönüştürecek güce ve iradeye sahip olabilsinler.
İyilik de kötülük de boğazdan geçer!
Yüzüklerin Efendisi’nde Frodo’nun ve Hobbit’te[iii] Bilgo Baggins’in bu dönüşümünü okuruz. Tam anlamıyla orta sınıf burjuva konformizmine batmış iki karakter, tüm alışkanlıklarına sırt çevirerek rahat evlerinden dışarı çıkar ve maceraya atılırlar. Yemeğin bu anlamda elbette sembolik bir rolü vardır. Dönüşüm hikâyelerininin en harika örneği olan Gollum gelir hemen aklımıza. Yüzüğün ve aslında gücün kölesi olan eski hobbit Gollum, Dumanlı Dağlar’ın diplerindeki mağaralarda yaşar, toplumdan kopar ve elleriyle tuttuğu balıkları canlı canlı, çiğ çiğ yiyerek hobbitlikten çıkıp bir tür paçavra-canavara dönüşür. Orta Dünya’daki en üstün ırk diyebileceğimiz elfler ise azıcık ama sonsuz bir doygunluk hissi veren latif, büyülü yiyeceklerle beslenirler. Öyle ki Frodo ve Sam’in Mordor’a doğru yaptıkları ölümcül yolculukta yanlarında bulunan, elflerin lembas peksimetleridir hayatlarını kurtaran. Hobbitlerde insani bir yeme-içme tarzı yaratan Tolkien, elfler aracılığıyla da insanın kültürel evriminin yeme-içme üzerinden geleceği ileri noktaya işaret etmiştir sanki: Yemeğin hayatiliğini, lezzetini ve vereceği yeme hazzını göz ardı etmeden, en sağlıklı ve az porsiyonlarla beslenmek. Hem nefis terbiyesi ve kendiliğinden gelişmiş irade hem de yemenin keyfi büyülü elf ırkının alamet-i farikalarındandır.
Tolkien’in hikâye içinde kötülüğü de yine pek çok şeyin yanı sıra yemek üzerinden sembolik olarak işlediğini görürüz. Orta Dünya’yı cehenneme çevirmeye niyetli Sauron’un hizmetkârları olan Nazguller, yüzük tayfları; yemeyen, içmeyen, uyumayan, ne ölü ne de yaşayan gölgelerdir. Orklar ise çürük etle, kurtlu ekmekle beslenen bir başka paçavra-canavar türüdür Orta Dünya’nın. Tüm bu sembolik anlamlar bir yana son derece gerçekçi ve iç yakıcı bir yemek sahnesiyle çıkabiliriz yemek özelinde Yüzüklerin Efendisi’nden ama bu defa kitapta değil kitabın uyarlaması olan filme ait bir sahneden: Oğlunu, kaybedeceğini bildiği bir savaşa gönderen Denethor, tek başına kurdurduğu ziyafet sofrasının başındadır. İktidar hırsına kapılmış, güçle büyülenmiş büyük bir muktedir, kral statüsünde vekilharç, yönetici, baba… Oğlu ve emrindeki genç insanlar göz göre göre ölür, iktidarı için neredeyse kurban edilirken o yer yer yer. Yanında gözyaşları içinde şarkı söyleyen Peregrin Took’a aldırış etmez. Ne şarkıyı duymaktadır ne gözyaşlarını fark etmektedir. O yapayalnız şölen sofrasını donatmak için hem fantastik dünya da hem de gerçek hayatta kana ihtiyaç olduğunu biliriz. Baba, oğullarının ve kızlarının kanlarıyla beslenir, kendisi de ölüdür ama iktidarı yaşar.
2- Zaman çarkı döner, bu bahar şölenine bahar gelmez!
Robert Jordan’ın, gelmiş geçmiş en uzun fantastik seri olarak edebiyat tarihe geçen, Zaman Çarkı[iv] da bir büyük şölenin, yaz festivalinin bir gün öncesinde başlar. Yeniden Doğan Ejder olarak tarihe geçecek kahramanımız Rand ve babası Tam, bahar şenliğine yetişmek üzere fıçılar dolusu brendileri köy yolunda taşırken çıkarlar karşımıza ilk. Bahar şenliği gelip çatmıştır lakin İki Nehir’e bahar gelmemiştir bir türlü tuhaf bir şekilde. Kış stokları tükenmiş, yakacak odunlar azalmış, hayvanların yemleri bitti bitecektir. En mühimi de insan ruhunun ihtiyaç duyduğu bahar sevinci ve tazeliği yoktur ortada. Şölen hazırlıkları aracılığıyla kahramanımızın içinde yaşadığı dünyayı anlatır bize Jordan; alışkanlıklarını, dostlarını, yeme-içme ritüelleri üzerinden nasıl bir topluma ait olduğunu aktarır. Şölenin her zamanki gibi olamaması ise hikâyenin başlamasına işarettir, değişim gelip çatmıştır ve kahramanın o andan itibaren geri dönüşü olamayacaktır. Nitekim dönüşüme en çok ayak direyen fantastik kahramanlardan biridir Rand Al’Thor ve onun dönüşüm yolculuğuna çıkması, yürekten bağlı olduğu babasına ve kendini ait hissettiği topraklara veda etmesi için, içinde yaşadığı toplumun en önemli ritüelinin gerçekleşmemesi ve neredeyse kana bulanması gerekir. Rand’ı yola çıkaran şey kendine dair bir arayıştan çok, onun yüzünden bozulduğuna inandığı düzeni yeniden geri getirebilmek ve adına ev dediği şeye ve hayata yeniden geri dönebilme arzusu olacaktır.
Yemek demek, biraz da ev demektir Rand için. Bayan Almeera’nın ballı çörekleri, babasının elleriyle yaptığı yahni ve özel brendiler. Kahramana, bir tür mesihe dönüşme sürecinde hiçbir an, yediği hiçbir yiyecek bu özlemi doyuramayacaktır Rand’ın içinde. O bahar şölenine geri dönüş yoktur, bunu macerasının bir yerinde iyiden iyiye anlayacaktır. Lakin o şölenin onun çabalarıyla, onsuz da gerçekleşebilmesi içindir her şey. Anlar, kabul eder, değişir ve Yeniden Doğan Ejder olarak Rand’ı sonsuza kadar geride bırakır. Robert Jordan’ın Tolkien’den bu anlamda daha karamsar ve neredeyse daha zalim olduğunu görürüz kahramanına karşı. Rand da evinden çıkarken en az hobbitler kadar saf ve naiftir belki ama onun sınavı yola çıktığı andan ölene kadar canavar olmakla kahraman olmak arasındaki o bıçak sırtı noktada yürümekten geçer. Yeniden Doğan Ejder’in geri dönüşü yoktur. Kendini tamamen bırakıp yepyeni bir ben yaratmakla yükümlüdür ve yine hobbitlerden farklı olarak dünyanın bütün yükünün sırtında olduğunu aldığı her nefeste, yediği her lokmada hissedecektir.
3- Boğazkesen sofraların şarkısı!
İlk bakışta kahramanın yolculuğu gibi görünse de, temelde kahramanın yolculuğu izleğini kırmak üzerine kurulu bir başka destansı anlatı Buz ve Ateşin Şarkısı'nda da sofralar başroldedir. Bilenler bilir, taht oyunları savaş alanlarından ve toplantı salonlarından önce sofralarda oynanır!
George R. R. Martin’in günümüze damgasını vuran fantastik serisinin ilk kitabı olan Taht Oyunları, diğer iki hikâyede olduğu gibi bir şölenle başlamaz evet, ama henüz her şeyin başlangıcında, Kışyarı’nda kurulan görece mütevazı bir kral sofrası uzun ve büyük bir hikâyenin ipuçlarıyla doludur.[v] Martin, bu sofrayı bize hem içeriden hem de dışarıdan bir göz olan John Snow karakteri aracılığıyla anlatır. Stark ailesinin piç oğlu, kraliyet sofrasında temayüller gereği ailesiyle birlikte oturamaz. Hanedanın varislerinden biri sayılmadığı için, kraliyet askerleriyle birlikte başka bir masadadır Snow. Bu durum ona ritüellere boğulmadan yemek yeme zevki ve aynı zamanda etrafında olan bitenleri rahatlıkla gözleme imkânı veriyordur. John zaman içinde birbirini katledecek iki aile arasında durur. Bu sofra, hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı Westeros’un, kuralların, geleneklerin ölesiye katı olduğu bu dünyanın ve epik hikâyenin gidişatına dair çok önemli izlenimler verir. John bu yemek sırasında gece nöbetçilerinin adamı olmaya karar verir, yani o adı üstünde Buz’un şarkısını söyleyen adam olacaktır. Starkların değişen ve bir tür kâbusa dönüşecek olan kaderi bu sofrada yazılır. Lannister ailesinin cüce iblisinin gölgesi bir kral gibi görünür John Snow’a o gece, tedirgin edici biçimde hiç de haksız değildir! Ve John da, Kuzey’in kendisi de kaderlerini tamamen değiştirecek ejderhalardan hâlâ habersizdirler ki, uzun süre de öyle kalacaklardır…
Westeros sofralarının baş tacıdır şarap. Yazların ve kışların yıllar boyu sürdüğü, iktidar ve güç uğruna kanın su gibi aktığı bu dünyada et ve şarap tüketiminin yoğunluğu oldukça manidardır. Kahramanlarımız, anti-kahramanlarımız et yer, şarap içer ve kendi güçleri için harcayacakları yaşamların hesabını yapar durmaksızın. Tüm o kurallara, ritüellere boğulmuş haline rağmen Martin’in dünyasının temelde vahşi doğadan pek farkı yoktur. Yaşamak için öldür, kazanmak için harca… Öyle ki zaman zaman Westeros’ta yaşamadığımıza şükreder hale geliriz, işte o hal kuşkusuz hikâyenin yaratıcısının bize kurduğu fantastik tuzaktan başka bir şey değildir ve zaten yemeğin kendisi de başlı başına fantastiktir!
[i] Tzvetan Todorov, Fantastik, çev: Nedret Öztokat, Metis Yayınları, 1999, sayfa 94. [ii] J.R.R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi, çev:Çiğdem Erkal İpek, Metis Yayınları, 2001, sayfa 35-54. [iii] J.R.R. Tolkien, Hobbit, çev: Gamze Sarı, İthaki Yayınları,2012. [iv] Robert Jordan, Zaman Çarkı Serisi, çev: Niran Elçi, İthaki Yayınları, 2003. [v] George R.R. Martin, Taht Oyunları, çev: Sibel Alaş, Epsilon Yayınları, 2011, sayfa 56-65.
Comments