Suskuya ve arayışa büyüyen bir bakışın dramatik şiiri
Serpil Canalan, Murat Çelik’in Eve Dönmeyen Hayvan adlı öykü kitabı üzerine yazdı: "Metnin bütününde epizotlar halinde kurulu on öykünün yer aldığı kitapta; her bir öykü, birden fazla parçadan oluşuyor."
Serpil Canalan
Şair ve yazar Murat Çelik’in Eve Dönmeyen Hayvan adlı öykü kitabı, çoğunluğu dramatik yapısı yoğun şiirlerden oluşuyor. Biçimsel bakımdan şiir ve öyküyü birbirine yaklaştıran, türlerin sınırlarını zorlayan seçimi, yazım imla kurallarını ihlal eden cesareti ve fotoğraf aracılığıyla görselliği yazıya dahil eden disiplinlerarası yaklaşımıyla bu metin, deneysel ve performatif bir form. Öykü ve şiir türü, özgün bir rehberlik ve mahir bir söz sanatı işçiliğiyle birbiri içine sızdırılmış denilebilse de daha çok şiir ve ironisinin, düzyazı ve klasik dramatik yapının alanında bilinçli bir kendini deneyimleme, dahil olduğu dokunun sınırlarını zorlama, kışkırtma ve zenginleştirme güdüsüyle sürdürdüğü bir edebi macera ile karşılaşıyoruz. Çelik’in bu deneysel biçim tercihinin, şiirin ifadesini başka bir sahnede yeniden arama ve kurma yolculuğunu çoksesli, birden fazla anlam katmanı yaratan bir estetik nesneye tamamlıyor olması ve içeriğin de biçimdeki niyete mayalanan yapısı; eseri, – genelde- deneyselliğin karşılaştığı çözülme ve okuma güçlüğüne dair önyargılı yaklaşımdan kurtarmayı başarıyor. Kendi habitatını terk eden şiirin, varoluşunda bir öyküsel anlam özü olan genetiği ile dramatik yazınsal bir türün çerçevesi içerisinde, ortak bir anlatı paydası bulması, öykünün bir değer olarak şiirsel estetikle beslenen olanaklarını ve tesirini esnetip, güçlendiriyor. Ancak yine de ne öykü ne de şiirsel olanın, kendi içkinliğinden ödün vermediği, anlamın bağımsız birer iletkeni olarak çalıştığı ve böylece sözcük, tümse, dil dizgesinin yapılanmasını, duygu ve anlamın aktarılmasını, tutarlı bir ezgide ve akışkanlıkta sürdürülmesini sağlayan organik bir iş birliği hissediliyor.
Şiir ve öykü arasındaki kadim kan bağına inanan poetik işlevsel bir dil; sıkışmış, kapalı, küskün ama konuşkan hallerin imgelerle dolu görüntüsüne yaslanıyor. İçindeki yumrunun sesini arayan mütevazi bir hüznün, şaşırmayı unutmuş vakur öznelerin, durgudan kemiklenen minör trajedilerin, boşluğa ve arayışa büyüyen bakışın şiirsel öyküleri... Bu metinde çok şaşırtıcı olan şey, deneysel yönüne rağmen daha ilk öyküyle okuru, kendi sesine, kabullerine ve yerleşik edebi algıyı ters yüz eden iklimine çarçabuk alıştırması. Kurallarını kendi belirlediği bir oyunu sürdüren metin, dışında kalan olasılık ve beklentilere samimiyetle kayıtsız ve kendi hakikatini koruyan, kendinden emin bir üsluba sahip.
Metnin bütününde epizotlar halinde kurulu on öykünün yer aldığı kitapta; her bir öykü, birden fazla parçadan oluşuyor. Ana öykülerin her biri, kendi yapısı içinde dallanan parçaların bütününden meydana gelir. Örneğin: Yumru öyküsü; “Ben Sanmak”, “Karşı Pencere”, “Hava Durumu”, “Ali Bakkal”, “Ölümü Gömdüm Geliyorum”, “Önce Tuz”, “Kimse Bilmez”,” Monologçu, Yazıya Geçirilmemiş”, “Kadınlar Söylerse”, “Siren Sesi”, “Gece Sonuçlarına Göre” adlı on bir öykü parçasından oluşuyor. Bu parçalı yapı, çoğu zaman düzyazıya dahil olan şiirin, fotoğrafla montajı gibi bütünlenen biçimsel görüntünün bir devamı niteliğindedir. Yazar, bu parçalı kurulumla da görsel olana özgü bir resmi, görüntüyü örtük bir şekilde inşa eder. Her bir öykünün epizotlar şeklinde başka öykülerden oluşması, fotoğraf ve şiirin iç içe kullanılması, yazım imla kurallarının ihlali, paragraflar arasındaki kasıtlı sayfa boşlukları gibi düzyazıda karşılaşılmayacak nüanslar, okura tamamen görsel imgelerle tasarlayacağı anlamlara bellek hazırlayacak bir zaman kapsülü armağan ediyor. Bu özelliğiyle metin, biçimselliğiyle şaşırtan, sürprizlerle dolu bir oyunun peşinde gibidir.
Biçimdeki görüntü; öykülerdeki savruk, sıçramalı, tekinsiz, sıklıkla bağlam değiştiren, kırgın, melankolik sesin de karakterini betimler. Dilin betimlemekte zorlandığı dahası açıkça yetmediği haller, ifadesini bu dili bozarak, eğip bükerek ya da fotoğraftan destek alarak yeniden yaratır. Bazen de Kimse Beklenmez adlı parçada olduğu gibi düpedüz şiirin kendisi olur:
“İNSANIN. Benzediği taş vardır. Nesnelerin suretlere dönüşmesine inanırım. Taşların. Bu dünyanın bir yerinde. Başka bir yerinde. Suretin aynadan intikam alacağına inanırım. İNSANIN. Gözü ne büyük engel.” (s.25)
Metnin geneline koygun bir can sıkıntısı ve sıkışmışlığın yarattığı eylemsizlik, durma hali hakimdir. Diğer taraftan da usanmaz bir bakma, bakışlı olma hali vardır ki; bu hal, tuhaf bir şekilde öykülerin derin yüzeyine devinim katarak, çatışmayı kurar. Dışsal eylemsizliğin ve yavaşlığın aksine öykü kişilerinin içsel evreni umutsuzluk ve çatışmalarla dolu bir aksiyon alanıdır.
Her epizot ya da ana öykü ve öykü parçasıyla değişen mekanlar, sesler, sessizlikler, oluşlar, yaşantıdaki itirazlar, görüntüler, tanıklıklar, roller, itiraflar, değişen sorular, karşılaşmalar, bakışlar; parçalar halinde yaşayan ana hikâyenin/karakterin varoluş evrimine ait fragmanları olarak sergilenir.
Öykülerin her birinde belirsizliği, suskuyu, hüznü, çelişki ve çatışmayı belirleyen dilsel bir unsur söz konusudur. Tümce dizgesinde sözcükler, birbiri ile gerilimli bağları ve birbirini itmeye dayanan bir anlaşma içindedir. Adeta birbirini tuşa getirmeye dizilen sözcükler arası uyumsuzluktan anlam kazanan tümceler ve neredeyse sözcüklerin tekil güçlerinin doğurduğu; bütünlükten bağımsız, tek cümlelik mikro öykülere rastlanır. Ölü Kelebekler Evi parçasında yer alan aşağıdaki minik paragraf, bütünün içinde adeta bağımsız mikro bir öykü gibidir.
“Dönüşlerin karar almanın değil de kaybetmenin itiraf edilemeyeni olduğuna inanmıştım. Kararsızdım buraya gelmek için, karar almadım, döndüm.” (s.115)
Bazen kurguyu ve anlamı yapılandıran şey; sözcükler ve sözcüklerin birbiriyle kurduğu oyun bozan bir ilişkidir. Belli bir yöne akmakta olan bir suyun beklenmedik bir anda başka bir yatağa meyletmesi gibi aşağı yukarı belli bir ahenkte ilerlemekte olan anlatım, sözcüklerin uyumsuz birlikteliği ile aniden bir yabancılaştırma efektine dönüşüp, uyumsuzluktan bir uyum yakalıyor.
“4.
O saat kurdum kafamda. Duvarlar böyle sıvasız kalacaktı, büyük büyük camlar satın alıp onları kıracak, duvara muntazam yapıştıracaktım. Ölü kelebeklerin tuğlayla temasını engellemiş olacaktım böylelikle. Pencere için bırakılmış boşluğun etrafına kayın ağacından bir pervaz çıkacaktım. Ağacı zımpara ile pürüzsüz hale getirip”
Bu paragraf Ölü Kelebekler Evi adlı öyküye ait bir bölümden. Bu cümlelerin hemen arkasından gelen ve bir yabancılaştırma aracı olarak anlaşılan uzun sayfa boşluğu sonrasında, yukarıdaki içerikten farklı şu paragraf başlar:
“Ölümce kurmaca nihayet bulacak. Kurmacayı sen mi taşırsın yazgıya mı bırakırsın eğer bir yazgı varsa… Gerçek parçaları toplayabiliyor musun? O halde düşmelerine izin ver.” (s.118-119)
Yazınsal olandan ve yazım imla kurallarının ihlali ile elde edilen bu özgül yabancılaştırmanın açtığı yeni anlam dünyasının sınırları da başka bir bölümün başladığı yerde biter.
Ölü Kelebekler Evi, günlük sayfasına özgü bir iç dökümü. Öykülerin çoğunda görülen itiraflarla dolu bir kanıt ve kayıt. Kendiyle konuşan, ölüm, kelebekler ve ölü kelebekler metaforu aracılığıyla ayrılıkları, kayıpları ve aşklarıyla yüzleşen, geçmişini birbiriyle ilişkisi olmayan anlarla yeniden kurgulayan bir rüya hali.
Düşsellik ve gerçeklik arasındaki ilişki, gerçekçi öykülerin dahi düşsel bir atmosfere sahip olması oldukça dikkat çekici. Düşsel evrendeki özne ile gerçekliğin muhatabı olan özne, kimi zaman birbirlerinin sınırlarına sızar. Bu sızma hali, şiir(düşsellik) ve öykünün (kurmacanın) ilişkisini ve kuşatılamaz anlamı yaratmak için birbirlerine duydukları organik ihtiyacı açıklıyor gibidir. O Koku adlı öyküde şiir ve düzyazı, kimliklerini gizlemeden, anlaşmalı bir diyaloğa girer; biri donarken diğeri eyler.
“Saçları süpürgenin ucuyla itti faraşa, saçlar sürülmedi de top top birikti
Çırak Kemalettin,
düş kurmamaya hadım ediyor kendini
Berber Münir öteli olunca, makamların ilkinden makamların ikincisine geçince burası boş kaldı bir süre. Sonra uzak akrabalardan Tufan tuttu, kurulu tezgâha geçti, Münir Efendi’ nin ailesine de üç beş kuruş sıkıştırdı…” (s.37)
Çelik’ in öykülerinde başat tek bir anlatıcı/ karakterin/sesin de temsili söz konusudur. Bu ses; can sıkıntısının, içe dönük, takıntılı varoluşun ve uyumsuzluğun ölümün sınırlarında sürdürdüğü gelgitli yaşamına aittir. Sessizlik ve monologlar, metnin aksiyonu ve düğümünü oluşturan birer enstrümandır.
Her türlü zorunlu ya da doğal kurumsal yaşam ve bağların baskısını imleyen “ev” olgusu, öykü kişilerinin iç dünyasında da bir otoritedir. Bu otorite, öykü kişilerini yorgunluğa ve sıkışmışlığa sürüklemiştir. Yalnızlık ve bu yalnızlığın acı veren öğretileri kurcalanırken; kendini aramaya çıkan göz (evini terk eden özne), başkasına çevirdiği takıntılı bakışında (dışarıda-öteki) kendine, evine rastlar. Böylece kendini aramaya çıkan, başkasını bularak geri gelir. Metinde dikkati çeken “ev” imgesi; kendini aramaya çıkan insanın büyük bir can sıkıntısı ile terk ettiği yere, sisteme, bağa, öğretilmiş aidiyetliğe geri dönmesi olarak okunuyor. “Evden çıkmamla başlayan kabiliyet beni yeni cesur evrende karşılamadı. Olsun. Eve dönünce insan, vücuduna dönüyor.” (s.33) Ev; yalnızlığın, sessizliğin, yenilginin, sisteme dahil olamayan öznenin kendini kucaklayan teslimiyetiyle sığındığı ancak ilk fırsatta kaçmaya yelteneceği yerdir. Ne ki şöyle der; Küçük Şehrin Kusuru öyküsünde dışarının zulmünden içine sığınmak isteyen öğretmen: “Otobüs gelse çarçabuk iyi olur, alsa götürse eve, eve gidip dönene dönene uyusa, telefonu kapatıp çıkmasa günlerce hiçbir yere, iyi olur. Ona yaşadığını hatırlatmazsanız mutludur, mutlu değilse de mutluluğun ne olduğunu bilmediği için mutlu sayar kendini, olur da farkına varırsa yaşadığının, ölür. İnsanın içinden ölmesi.” (S.93)
Çoğunlukla yazgısına razı gibi gözüken öykü kişileri, itiraz biçimi olarak görmekten, karşılaşmaktan kaçmayan, acıyı mizaha malzeme yapabilen, direngen ve detayları kurcalayan kurdeşen bir isteği de yaşatır. Yalnızlığın, tutunamamanın boşluğu, içsel ve dışsal ikilikler, metnin iç yapısından özneleşmiş metafor ve imgelerle kaplanmıştır. Karanlık ve umutsuzluk, özneden kopup başkasının acısına, hezeyanına sıçramış en nihayetinde toplumsal olana sirayet eden durdurulamaz bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Melankoli, hüzün, anlamsızlık, hiçlik, ayrılık, yakınlık, uzaklık, bağlılık ve bütün bu temaları humorla özümseyen, alaycılıkla hesaplaşabilen diyalektik bir özden söz etmek mümkün.
Edip Cansever, Deborah Levy, Ümit Yaşar Oğuzcan gibi şair ve yazarlardan alıntılarla kurulan metinler arası temas, Çelik’in metaforları ve meseleleriyle kucaklaşıyor. Edip Cansever’ in “Düşlüyor Ölümünü Ruhi Bey” şiirinden alıntılanan “Ölümü Gömdüm Geliyorum” dizesiyle ölüm kavramına; Deborah Levy’ nin ise “Eve Yüzerken” adlı romanındaki ev imgesine imayla kurulu yepyeni bir anlamla karşılaşılır.
“EVE. Yüzerken. Trafiğin ters istikamette akması, üzerime yüzenlerin çılgınlıkları karşısında takındığım sükûnet. Kolay olması bu yaşa varmam. İnsanın öfkesiz kalması insanın muhatapsız kalması da oluyor aynı zamanda. Kolay olmadı bana öğretilenler.
Eve.Yüzerken
görüldüğüm.Sırtımın hiç ayrılmaması. Durup baktığım renkler birbirine koşuyor. Kavuşmanın telafisi yok. Yek zamanda, aynı düzlem üzerinde, ben ve aklım, ayrı ayrı izleyip kaydediyor. Birinci olmayan ve ikinci olmayan.
Eksik bırakılmış tarafların,
eve, yüzerken,
ölümün gözetlemesi.”
Yumru adlı öykünün bir bölümü olan “Ölümü Gömdüm Geliyorum”, düzyazı ile başlayıp, şiire özgü dizge ile bütünden ayrılan sözcük ve cümleler, noktalama işaretlerinin gerekli olmayan yerde kullanılması gibi biçimsel müdahaleler; öykü evreninde alternatif bir anlam estetiğini somutlaştırmış, yazının olanakları ile görsellik kazanmış gibidir. “Eve.” gibi isim sözcüğün yöneliş belirten halini nokta ile eylem bildiren bir fiil sözcüğüne dönüştürülmesi de sözü edilen görsel imaya katkı sağlayan bir etkendir. Nitekim metnin görsellikle temas etme ihtiyacı; Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında adlı bölümde iyiden iyiye belirginleşir. Amatör ve netliği zayıf fotoğrafların kullanıldığı bu bölümde, her bir fotoğraf, yazınsal içeriğin görsel imgesi olmuştur. Bakışın ve bakma halinin yorgun yüzü, pek de net seçilemeyen, gelişigüzel çekilmiş fotoğrafların iddiasız kendi halindeki olağan görüntüsüdür.
Çelik, şiirinin poetikasını, öyküye olan ihtiyacını ve belki de Eve Dönmeyen Hayvan kitabının biçimselliğine dair olası merakı ise şu paragrafta açıklıyor gibidir:
“Şiiri terk etmen gerekir. Şiir yazma alışkanlığı edinmişsen sözcük birimli, imge kafalı olmuşsan şiiri terk etme vaktin gelmiştir. Belki aylarca, belki günlerce yazmamalısın. Alışkanlığını unutana kadar, alışkanlık olmadığını anlayana kadar. (…) Kamerayı gözüne taktın ve duran şeylerin etrafında gezinmeye, onlara ışık katan, onlara cismanilik katan şeye eşlik ettin. Montaj bittiğinde, şiir bitmiştir. Onu gövdesinden eksik etmeyen hayvan, arzula şimdi.” (s.120)
EVE DÖNMEYEN HAYVAN
Murat Çelik
Everest Yayınları, 2019
127 s.
Commentaires