“Edebiyatçının derdi olmalı ama edebiyat dertli olmak zorunda değil”
Özlem Karahan, Fuat Sevimay ile Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’ndan ödül alan ve ilk kez 2017 yılında okurla buluştuğunda büyük ses getiren romanı Kapalıçarşı üzerine söyleşti.
Özlem Karahan
Türk edebiyatının günümüzdeki en başarılı çevirmen ve yazarlarından biri Fuat Sevimay. Çevrilemez denen James Joyce eserlerinin yanı sıra birbirinden önemli birçok eseri Türkçeye o çevirdi. Öte yandan, kaleme aldığı romanlarla, çocuk ve yetişkin hikâyeleriyle de edebiyatın güçlü kalemlerinden biri olarak dikkatleri her daim üzerinde topluyor.
Yazarın 2015 yılında, henüz yayımlanmadan önce Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’ndan ödül alan ve ilk kez 2017 yılında okurla buluştuğunda büyük ses getiren romanı Kapalıçarşı, bu kez İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan, İstanbul’un göbeğinde rengârenk bir kültür yaratıp yüzyıllardır bu kültürü sürdüren Kapalıçarşı’yı merkezine alan, bu mekân çevresinde geçen oldukça hareketli bir kurgusal hikâyeyi anlatan romanı Fuat Sevimay’la konuştuk.
“Çarşının hikâyesini, belki de masalını yazmak istedim”
İstanbul’un göbeğinde yüzyıllardır yer alan ve her zaman rengârenk olmayı başaran Kapalıçarşı’nın merkezde olduğu bir hikâye anlatıyorsunuz. Bu romanın temelleri nasıl filizlendi ve yazmaya nasıl başladınız?
Mekânı merkeze alan bir roman yazmak istiyordum çünkü hem edebiyatta hem de hayatın içinde “mekân” konusuyla özel bir derdim var. Muktedir zihniyet, toplumu mekândan uzak tutmak istiyor. Çünkü mekân, insanların buluşup konuşmalarını, tartışmalarını, fikir alışverişinde bulunmalarını sağlıyor. Otoriter zihniyetler ise insanların kör üreticiler ve kör tüketiciler olmasından yana. Öte yanda mevzuya salt edebiyat açısından baktığımızda da mekân, karakter, dil, olay gibi diğer edebi unsurların gölgesinde kalıyor. Oysa yazara da okura da büyük imkân sağlayan bir edebi öge. Kapalıçarşı, cazibesiyle, romanda da olduğu gibi farklılıklarımıza rağmen bizi bir araya getirmesiyle, hayata ve edebiyata dair bu iki derdi işlemeye çok uygundu. Bir de üstelik ilk gençlik yıllarımın orada geçmesi nedeniyle özüne, ruhuna hâkim olduğunu düşündüğüm mekândı. Öylece Baba İlyas’tan Frederico nam Kolombus’a, Nazar Usta’dan Latife’ye varana dek muhtelif karakterin hikâyesini toparlayan bir masal romana dönüştü.
Bu, içinde bol bol tarih ve tarihi gerçeğin yer aldığı ama gerçeküstünün, kurgunun, postmodern ögelerin daha yoğun biçimde boy gösterdiği bir hikâye. Özgünlüğü ve tadı da bir anlamda buradan geliyor. Gerçek ve kurguyu bu denli iç içe kullanma tercihinizi biraz açar mısınız?
Söyleşilerde çokça dile getiririm; Kapalıçarşı gibi muhteşem bir mekânın benim veya bir başka yazarın anlatısına ihtiyacı yoktur diye. Öte yanda Kapalıçarşı, benim için işlenmesi çok keyifli, harika bir malzemeydi. Ve bu benim Kapalıçarşı’m. Tutup bilindik tarihi Kapalıçarşı’yı anlatsam, ortaya kuru bir şey çıkardı. Oysaki nasıl hepimiz için farklı bir şey ifade ediyor, hepimize farklı şeyler çağrıştırıyorsa, bana ve bize özel bir çarşı ortaya çıkarmak istedim. Şu kadar sokağı var, şu zaman kuruldu bilmem ne gibi şeyler resmi tarihin işi ki ben resmi tarihle de oynamayı, uğraşmayı seven biriyim. Osmanlı’nın duraklama devrinin, Danyal’in hamamda kadınlar tarafına girmesiyle başladığı tezimin sonuna kadar arkasındayım. Bu tatlı ve insani bir tarih. Bir de buradan düşünelim. Ben çarşının hikâyesini, belki de masalını yazmak istedim ve hayatta hikâyeler nasıl ki bizim algımıza göre akar, edebi anlamda Kapalıçarşı’yı da gerçeğin ve hayalin, rengin ve ahengin, geçmişin ve bugünün aktığı bir düzlemde aktarmak istedim. Ve tüm bu niyetlere, postmodern bir anlatı imkân veriyordu. Romanın büsbütün postmodern olduğunu söyleyemem ama yer yer bu olanağı, gerçeküstünü kullanmak hoşuma gidiyor. Hayatla ve gerçekle eğlenmek, biraz da makaraya almak gibi.
Romanda Ahilik, Hurufilik, külhanbeyliği, mermer ustalığından bahsediyor, daha birçok konu ve kavrama değiniyorsunuz. Romanı yazmaya başlamadan önce, nasıl bir araştırma ve hazırlık süreci geçirdiniz?
Tarihe meraklıyımdır. O nedenle romanın başına oturmadan önce de bu konuların bir kısmına hâkimdim ve kimi bilgiler cepteydi. Bu sorunuz bana, geçenlerde bir dostla konuşmamızı hatırlattı. Arkadaşım, bir başka romanımı ne zaman yazmaya başladığımı sorduğunda, o romanı aslında, roman yazmak hatta yazar olmak bile aklımda yokken, ta ne zaman, hiç farkında olmadan hazneme koymaya başladığım bilgilerle yazmaya koyulduğumu fark ettim. Mesela Kapalıçarşı’da da mermerlere dair çokça bilgi vardır ve ben bunların hemen hepsini, üniversite yıllarında stajyer olarak çalıştığım bir işe borçluyum. Öte yandan, hele hele bir ayağı tarihe bağlı böyle bir romanda, sırf hazır bildiklerinize yaslanırsanız da yanılabilir veya eksik kalabilirsiniz. O nedenle İhvanüs Sefa, Fütüvvet Teşkilatı, Kamus-i Bahri ve Hurufilik hakkında bazı kitaplardan da çok yararlandığımı söylemeliyim.
“Edebiyat dertli olmak zorunda değil”
Gelelim romanın kurgusal özelliklerine. Postmodern ögelerin ağır bastığı bir roman Kapalıçarşı. Postmodern romanın nasıl bir gücü, parıltısı var size göre? Neden böyle bir anlatımı tercih ediyorsunuz?
Postmodern, edebi akımlar içinde talihsiz bir yere sahip. Aslına bakarsak sadece bir anlatı tekniği ve kendi içinde birtakım özellikleri var. Oysa hafif karmaşık olduğu için, bir dolu sözde yorumcunun da hoşlarına gitmeyen ama daha ziyade anlamadıkları her ne olursa “bu da postmodern” diye içine tıktıkları bir iğneli fıçı adeta. Ben hem Kapalıçarşı’da hem de diğer metinlerimde postmodernin üst kurmaca, yazarın metne dâhil olması, gerçek ile hayalin birbirine karışması, metinler arası ve sair özelliğini kullanmayı seviyorum çünkü özellikle de birtakım kalıp düşünceleri sarsmak derdindeyseniz, bu geçişken yapı büyük bir olanak. Okurun tam gerçeğe ikna olduğu anda bambaşka bir kurguyla karşılaşması, edebiyatın ve sanatın temel işlevi olan sorgulamayı sağlıyor. Her üslubun kimi artıları vardır ve anlattığınız hikâyeye göre uygun bir teknik seçersiniz. Postmodern de onlardan biri ve yer yer Kapalıçarşı’ya yakıştığını ve tarihle bugünün iç içe geçmesini sağladığını düşünüyorum.
Öte yandan mizahı da oldukça yoğun ve incelikli biçimde kullanıyorsunuz. Özellikle aslında çok da dramatik olabilecek durumlar ve anlarda kullandığınız bu mizahi üslup sizin edebiyatınızın özgün yanlarından biri olarak öne çıkıyor. Mizahın nasıl bir etkisi, gücü var size göre?
Çokça dile getirdiğim ve başka yazarları da etkilediğini gördüğüm (ki bundan dolayı çok mutluyum) bir görüşüm var: Edebiyatçının derdi olmalı ama edebiyat dertli olmak zorunda değil. Son yılların romanlarına öykülerine baktığımızda, kıyamet gibi ağlak metinlerle karşılaşıyoruz. Öte yanda metinlerin de ötesinde yazarlara dair, özellikle de sosyal medyadaki algıya baktığımızda, hepsi bunalımlı, birçoğu ertesi gün intihar edecek, en iyi ihtimalle alkolik tipler. Ne alaka! Benim tanıdığım yazar dostların birçoğu oldukça neşeli ve keyifli insanlar. O halde biz neden bu kadar arabesk romana maruz kalıyoruz? Çünkü acıların kanırtılması kolay satıyor. Peki sonrası? Hiç. Hayatın içinde elbette acılar var ve edebiyatçı bunları işler. Ama coşku da var. Ümitsiz anlar kadar umut da var. Keder kadar komik anlar da var. Ben bir romanda hem okur hem yazar olarak, bu duyguların hepsinin, olayların akışına göre dalgalanmasını arzu ederim. Hayat da öyle değil midir? Cenazede durduk yere gülmeye başlarız. Herkesin güldüğü bir anda aklımıza umulmadık bir anı düşer ve gözlerimiz yaşarır. Sonra dalıp gitmişken şarkılar söylemeye başlarız. Edebiyat fena halde hayata benzer ve ben bunu böyle yansıtmayı hem seviyor hem de doğru buluyorum. Ve bir de mizah, baskılar karşısındaki en güçlü direnç noktalarından biridir. O nedenle, bu daha başlangıç, gülümsemeye devam.
Uzun yıllardır James Joyce başta olmak üzere, çevirilerini yaptığınız eserlerle dildeki ustalığınızı hep gösterdiniz ve hep üstüne fazlasını koydunuz. Çevrilemez denen eserleri çeviren bir “dil işçisi” olarak, Kapalıçarşı’da da Osmanlıca, eski Türkçe, Türkçe ve hatta sizin ortaya koyduğunuz yeni kelimelerden de oluşan bir karma dil kullanıyorsunuz. Kapalıçarşı’nın dilini nasıl oluşturdunuz? Romandaki dil kullanımınızı sizden dinleyelim.
Öncelikle sözleriniz için çok teşekkür ederim. Bir roman ya da öyküyle bir hikâye anlatmaya karar verdiğinizde, o hikâyenin ve hikâye içindeki karakterlerin, mekânların, olayların da diline karar vermeniz gerekiyor. Bu işin ustası dünya edebiyatında Joyce, Türk edebiyatında ise İhsan Oktay Anar’dır. Bu yazarlar kendi dillerini yaratır ve o artık ne çağdaş Türkçedir ne Osmanlıca ne İngilizcedir ne Anglo-Irish ne de başka şey. Bambaşka bir jargon ortaya çıkar. Ben de bu iki büyük ustadan, çeviriler ve okurlukla el alabildiysem ne mutlu bana. Kapalıçarşı’ya gelince; mekânın kendisi gibi bugün ile dünün iç içe geçtiği bir dil yaratmak istedim. Ve o dilin de karakterlerin ağzına oturması, olaylarla çelişmemesi gerekiyordu. Yoksa sentetik bir hisse kapılırız. Buna belki; “Büyüklere eğlenceli masallar dili” diyebiliriz. Yukarıda andığım gibi özellikle mizahi olmasını istedim ama yeri geldiğinde, Pir’in dilinde hafif felsefeye kaydı. Latife devreye girdiğinde biraz aşk meşk duygular ama Baba İlyas devreye girdiğinde meşrebince argo. Örneğin saray erkânı Mimarbaşının olabildiğince korku dolu ve endişeli dilini yansıtırken bile isteye biraz da matrak unsurlar kattım çünkü asıl niyetim otorite karşısındaki o korkuyla eğlenmekti. Yine Fatih’in devreye girdiği nadir satırlarda tumturaklı bir dil var ama o dil aslında bize komik geliyor. Çünkü dil edebiyatçı için en güçlü malzeme. Neyi nasıl aktaracağımızı sezdiğimiz anda elimiz güçleniyor.
Romanda kurgusal karakterlerle birlikte aslında geçmişte de olan, bugün de görebileceğimiz farklı farklı kesimlerin temsilini buldum okur olarak. Onların yaşadıkları üzerinden iyilik, dostluk, güç, iktidar, inanç gibi birçok kavramı sorguladığınız bir anlatı olarak da bakabilir miyiz Kapalıçarşı’ya?
Kesinlikle öyle. Tarihi roman, bilindik tarihi kişilikleri alıp, çoğu zaman övgüyle bize aktarır. Bu benim uzak durmak istediğim bir şeydi. Kapalıçarşı tarihte geçmekle birlikte tarihi olmayan bir roman ve dediğiniz gibi dünün, bugünün karakterleri ve olayları birbirine karışıyor. Çünkü tarih tekerrürden ibaret. Civan’ın bir ara şeyh olduğu Fatih’teki yapının bugünden pek farkı yok. Frederico’nun kendine o günün en şaşaalı kenti İstanbul’da gelecek kurmak istemesiyle bugün gençliğin gözünü Avrupa’ya dikmesi birbirine benzer. Güç, iktidar, inanç konuları birbirini tekrar ediyor. Ve benim de derdim 1460’ları anlatmak değil, o günün ilişkileri üzerinden bugüne ayna tutmaktı. Bunlar yine devam edecek ama özellikle romanın sonlarına doğru Pir’in dile getirdiklerine kulak verirsek, belki iyiliğe, toplumsal dayanışmaya biraz daha fazla alan açabiliriz. Asıl niyet o cümlelerde saklı olabilir.
Romanda sadece kurgusal karakterler yok. Sanat tarihinde iz bırakmış birbirinden usta birçok sanatçı, bu kurgusal karakterlerin yanı başında yerini alıyor. Sanatçıların gerçeklerini romanın kurgusuna yedirmenizin altında ne yatıyor?
Bir edebi eserde metinlerarası dolaşmak da belki postmodernizme dâhil. Ama burada kimi zaman yanlış anlaşılan bir şey var. Şöyle ki; Aaa bak, romanda bilmem kimin adı anılmış, ne güzel. Yazara saygı duruşu, selam, falan. Hayır! Bu kadar basit değil. Kaldı ki o dev isimlerin saygıya selama da ayrıca ihtiyacı yok zaten. O isimlerin anılıyor olmasının, romandaki bir olayla, karakterin zihninden geçen bir durumla, gidişatla bir ilgisi olması gerekir. Ahmet Hamdi’den Mübarek’i gördük çünkü Mübarek imgesi tam da o anda yaşananları tanımlıyor. Kapalıçarşı’da birden Leonardo da Vinci belirdi çünkü onun sanatta ifade ettikleri Pir’in anlattıklarıyla örtüşüyor. Arka plan, öze karışma ve bunun gibi. Veya Hristo’nun mermerlerini yüklediği mavna Amat’lık taslıyor çünkü İhsan Oktay dili. Bu tür göndermeler metinde bir yere varmalı. Kurguya, o yazar, o roman karakteri, o olay karışmışsa bir amacı olmalı.
“Bir şekilde Kapalıçarşı’ya tutuldum”
Bir zamanlar Kapalıçarşı’da çalıştığınızı söylemiştiniz bir röportajınızda. Ne yapıyordunuz ve roman dışında Kapalıçarşı’nın hayatınıza nasıl bir izi, yeri var?
Orta biri bitirdiğim yaz, sanırım on iki yaşımda falanım, babam beni Kapalıçarşı’ya götürdü. Orada dükkânı olan uzak akraba bir ayakkabıcıda tezgâhtarlık yapacakmışım. Önceleri sudan çıkmış balık gibi hissetmiştim kendimi. Ama sonradan sonraya çarşıda olmak çok hoşuma gitti. Hem harçlığımı çıkarıyor hem türlü çeşit insan tanıyor ve hem de bir dolu yabancı dilin kenarında kıyısında dolanıyordum. Ve sanırım bir şekilde Kapalıçarşı’ya tutuldum. O hikâye lise sona kadar her yaz sürdü. Ve yıllar sonra bir romanın özüne karıştı. Pir’in çarşının özüne karışması gibi. Bugün halen gidip çarşının caddelerinde, en çok da arka sokaklarında, kuytularında dolaşmayı çok severim. O kendine özgü ahenk, rengârenk dünya çok iyi gelir.
Henüz yayımlanmadan Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’ndan ödül almıştı Kapalıçarşı. Bir yazar olarak ödüllerin sizin için anlamı nedir?
Ödül kurumu hep tartışılacak. Bu çok doğal. Çünkü ne pirüpak görmeye gerek var ne de tu kaka etmeye. Ödülün bir ayağı yazar (veya çevirmen – çizer) ve elbette motivasyon sebebi. Öte ayağında ise ödül verenler var. Ben muhtelif yarışmada her iki ayakta olma şansına sahip olduğum için şunu söyleyebilirim; herhangi bir ödül iyi niyetle, sıhhatli bir değerlendirme ile veriliyorsa ne âlâ, bunu övmeli ve yazarın mutluluğunu paylaşmalıyız. Öte yanda edebiyattaki iktidar ilişkileri devreye giriyorsa da bunun kıyasıya eleştirilmesi gerek. Mesela bandrol hırsızı yayınevine itibarı düzelsin diye üst üste ödül verilmesi utanç duyulacak bir mesele. Bunu kaç kişi konuşuyor, bilmiyorum. Oysa bir başka ödüle bakınca da biz okurları pırıl pırıl isimlerle tanıştırabiliyor. Ezcümle, niyet önemli. Ama hepsinden önemlisi metin. Ödül işin magazini ve evet, gerekli. Sonraya kalan ise iyi metinler. Magazini az biraz konuşmalı ama en nihayet metne odaklanmalıyız.
Bugünlerde üzerinde çalıştığınız yeni roman ya da çeviri var mı okurlarınıza müjdeleyebileceğiniz?
Aldous Huxley’den yaptığım bir çeviriyi yayınevine teslim ettim. Umarım sonbahar aylarında okurla buluşacak. Öte yandan bir yıla yakındır üzerinde uğraştığım ve muhtemelen birkaç aya tamamlayacağım bir romana çalışıyorum. Demreli Aziz Nikola ile bir arkeoloğun başkarakter olduğu ve yine bugünün tarihe, mekânların zamanlara karıştığı bir roman. Yine mizahi dil ama kimliklere dair büyükçe bir derdi olduğunu da söyleyebilirim. Dilerim ki okurla buluşsun ve dostların hayatına bir yerlerden dokunsun.
Comments