“Dünyayı anlamlandırmanın yollarını edebiyatın içinde buldum.”
Aynur Kulak, Gamze Güller ile yeni öykü seçkisi Zürafanın Bildiği odağında söyleşti. “Her kitap yeni bir yolculuk oldu benim için. Her birinde yeni bir şeyler denemeye, sınırlarımı zorlamaya çalıştım. Her kitapta yeni bir şey söylemek, kendime ve okura yeni bir alan açmaktı hedefim”
Biyografinizden okuduğum kadarıyla öğrenimleriniz veya mesleki çalışma şartlarınız ne olursa olsun edebiyatla bağınızı kesmemişsiniz. Bu bağı, bu bağın nasıl oluştuğunu, sizin hayatınız nasıl açılımlar getirdiğini bize anlatır mısınız?
Edebiyat çocukluğumdan beri bir nefes alma alanı yarattı bana. Bu nedenle hiç vazgeçmedim. Hep çok okurdum, çok yazardım. Ne kadar yoğun çalışırsam çalışayım bir şekilde bunlara vakit ayırdım. Bu beni daha çok gözlemlemeye, daha çok dinlemeye ve daha çok okumaya itti. İnsanları dinledim, hayatlarını izledim, deneyimlerinden faydalandım, onları daha çok anlamaya çalıştım. Okudukça ve yazdıkça bu becerim gelişti. İçine sıkışıp kaldığım tek bir hayat yerine yüzlerce, binlerce hayat yaşattı bana. Mesleğim gereği ayrıntılara dikkat etmeye alışığım, edebiyatla birleşince perspektifim, dünyaya bakışım, algım daha da genişledi. Dünyayı anlamlandırmanın yollarını edebiyatın içinde buldum. Ya da her şeye rağmen yaşamanın diyelim.
Beşinci kitabınız Zürafanın Bildiği okurla buluştu. Zürafanın Bildiği ile beraber dört öykü kitabı ve bir kısa romanınız var. Bu beş kitaplık yolculuğunuzu nasıl tarif edersiniz?
Her kitap yeni bir yolculuk oldu benim için. Her birinde yeni bir şeyler denemeye, sınırlarımı zorlamaya çalıştım. Her kitapta yeni bir şey söylemek, kendime ve okura yeni bir alan açmaktı hedefim. Hâlâ da öyle. İlk kitabın üzerinden 16 yıl geçti. Öncesinde dergiler, yarışmalar dönemi de var. İlk yayımlanan öykümün üzerinden ise 30 yıl geçti. Ben değiştim, edebiyat değişti, okur değişti, hatta dünya değişti. O yüzden hep yeni şeylerin peşine düşmek gerektiğini düşünürüm. Yazarken beni heyecanlandıran bu. Ama bu yolculukta yazma şeklimle ilgili ne değişti derseniz artık neyi yazmak istediğimi daha iyi biliyorum. Bir şeylerin beni yazmaya teşvik etmesini beklememe gerek yok. Yazmak istediğim çok şey var. Ancak hâlâ anlatmanın yeni yollarını arıyorum. İlk kitapta daha gençtim, başka arayışlar vardı yazımda. Yaşım ilerleyip hayata bakışım olgunlaştıkça yazıdaki duruşum da değişti, sağlamlaştı belki. Yaşarken vazgeçtiklerim olduğu gibi yazarken vazgeçtiklerim de oldu. Yazı yolculuğu ile hayat yolculuğu çok benzer. Duraklamalar, soluklanmalar, yorgunluklar, yılgınlıklar da oluyor. Önemli olan hepsine rağmen ayakta kalmayı başarmak ve yazmayı sürdürmek.
Zürafanın Bildiği içindeki öyküleri yazmak adına sizi masanıza oturtan sebepler nelerdi? Bir de bu noktada merak ettiğim, buradaki öykülerinizin diğer öykülerinizden, metinlerinizden farkının ne olmasını istediğiniz?
Bu kitapta yepyeni bir şey yapmak istedim. Neleri anlatmak istediğimi biliyordum ama hayvanlar üzerinden anlatma fikri yoktu aklımda. Bir gece rüyamda bir zürafa gördüm. Sabah uyandığımda artık nasıl anlatacağımı da biliyordum. Merkeze hayvanları almaya böylece karar verdim. Fark etmişsinizdir öykülerin çoğunda farklı teknikler var. Tek sesli bir anlatı oluşturmak yerine edebiyatın sunduğu sayısız olanaktan yararlandım. Denenmemiş şeyleri denemeye çalıştım. Her öykünün kendine özgü bir sesi, bir dili, bir anlatı evreni olsun diye uğraştım. Her biri için en doğru yöntemi bulmak çok önemliydi benim için. Bu nedenle bazılarını defalarca yazdım. Metnin sesini ve ritmini çok önemserim. Bunu nerelere vardırabileceğimi görmek istedim. Dance Macabre öyküsünde dörtlü bir bilinç akışı denedim mesela. Üstüne iki anlatıcı daha ekledim. Lubyanka’da İnemeyen Köpek ve Tahnit’te çok katmanlı anlatılar kurdum. Çok kısa öyküler de var bu kitapta. Bunlarda bambaşka şeyler yapmaya çalıştım. Öykülerde farklı anlatıcılar kullandım. Farklı dünyaları bir araya getirdim. Bu nedenle hem teknik hem de konu seçimleri bakımından diğerlerinden ayrılan bir kitap ortaya çıktığını düşünüyorum. Olağanüstü bir yolculuktu ve beni çok heyecanlandırdı çalışırken. Umarım okuyanlar da bunları fark eder ve keyif alır.
Zürafanın Bildiği adında bir öykü yok kitabın içinde fakat kitabın açılış öyküsü Yüksek tematik ve metaforik unsurlarıyla önemli bir açılış öyküsü olarak karşılıyor bizleri. Yüksek özelinde konuşmamız gerekirse eğer, öyküleriniz için bir modern çağ eleştirisi diyebilir miyiz?
Bu ismi koyarken kitabın bütününde anlatmak istediğim meseleyi ortaya koymasını istedim. İlk öyküde daha yoğun elbette bu metafor ama pek çok öyküde aslında benzer dertlerin altını çizerek ilerledim. Yüksek, bu anlamda, en baştan itibaren kafamdaki açılış öyküsüydü. Bir karşıtlık, bir ironi üzerinden günümüze bakmaya çalıştım. Hem Yüksek’te hem de diğer bazı öykülerde bahsi geçen türde şirketlerde uzun yıllar çalıştım. Yaşanan çelişkiler, tuhaflıklar, absürtlükler, tiplemeler hep karşımdaydı. Ama insanlar yanından geçip gidiyorlardı bunların. İnsanın yaşama karşı umursamazlığı ve acımasızlığı “yaşama iştahı” denemeyecek boyutta artık. Sosyal statü, bölge, eğitim gözetmeyen bir merhametsizlik bu. Diğerlerinin yaşam alanlarını, haklarını, isteklerini hatta hayallerini yok sayan bir tutum. Modern insanın en büyük sorunu kendini her konuda tek ve biricik zannetmesi. Günümüzün rağbet gören söylemleri de bu yönde. Herkesin bu kadar “eşsiz” olduğu bir dünyada ne iş bölümü kalır ne de ortak idealler. Herkes her konuda haklı görüyor kendini. Utanmayı ve öz eleştiriyi unuttuk ne yazık ki. Kimsenin yüzü kızarmıyor artık. Her şeyi yapmaya hakkımız var çünkü bu dünyadaki en gelişmiş canlıyız. Modernlik bizi insanlığımızdan etti. Bu aşırı özgüven insanlığın sonunu getirecek belki de.
Öykülerinizde birer baş karakter gibi dolaşan hayvanları konuşmak istiyorum sizinle. Sanki öykülerinizi onlar için yazmış gibisiniz. Böylesine hızla akan bir ve her şeyiyle bize hizmet etmesini istediğimiz modern çağda tek canlının insanlar olmadığını, bu dünyada hayvanların da varlığını kabul etmemiz gerektiğini hatırlatmak mı istediniz?
Bu çağda insan hem doğaya hem de hayvanlara karşı acımasız. Göz yumduğumuz, yok farz ettiğimiz çok şey var. Kendi konfor alanımıza hiçbir müdahale olsun istemiyoruz. Bencilce tüketiyoruz dünyayı. Olan bitenlere tepkimiz sosyal medyadaki kısır söylemlerden ibaret. Kendi kendine konuşmaktan öteye gitmiyor bunlar da. İnsan ölesiye yalnız bu dünyada ve buna rağmen dünyayla, doğayla, yaşamla uyumlanmak yerine tüketmekten, sona erdirmekten, zarar vermekten yana. Hızımızı alamadık uzayı sömürmeye çalışıyoruz şimdi de. Çocukken bize distopik anlatılar gibi gelen şeyler gerçek oldu, yaşanıyor. Daha kötüleri kapıda ama kılımızı kıpırdatmıyoruz. Durmamız için daha kaç doğa felaketi yaşanmalı, kaç insan, kaç hayvan ölmeli bilmiyorum. Yazarken bunların hepsi ve çok daha fazlası vardı aklımda. Bu düşüncelerimi hayvanlar üzerinden anlattım, evet, ama anlattığım -kitapta da söylediğim gibi- aslında insan hikâyeleriydi.
Anlattığınız hayvanlara karşılık gelen karakterleri de ayrıca konuşmamız gerekiyor elbet. Biraz kenarda köşede kalmış, kafeslerinden çıkmakta zorlanan, hatta bazı karakterler toplumsal sınıf ölçeklerine baktığımızda alt sınıf kültüründen gelerek öykülerde farklı bir katman yaratıyorlar. Bu noktada şirket çalışanı bir çaycı ile bir zürafanın eşleşmesi ya da kafasının içinde kuşlar uçuşan mutsuz bir plaza çalışanı ile kuşların birlikteliği ihtimali naif, fakat aynı zamanda kendimizi, ne olduğumuzu, diğer canlılar yanında ne kadar sıradan olduğumuzu bir kez daha göstermesi adına önemli öyküler, ne dersiniz?
Tespitleriniz çok doğru. Aslında hayvanlardan o kadar farklı değiliz. Tek farkımız bir şeyler yapabilme, bir şeyleri değiştirebilme gücümüz; ondan da gönüllü olarak vazgeçtik. İnsanlarla hayvanları eşleştirerek bunu göstermeye çalıştım aslında. Bir kaplumbağa ve bir kadın da var mesela, bir adam ve bir köpek de… Sıradan gördüğümüz hayvanların öyle sezgileri, içgüdüleri var ki, bilgileri insan olarak bizim anlayışımızın çok ötesinde. Bizim bilim yoluyla uzun yıllarda çözdüğümüz şeyleri zaten içsel olarak biliyorlar. Örneğin, kuşlar göç dönemlerini ve hangi bölgelerde yiyecek bulabileceklerini biliyor. Zehirli bir böcekle karşılaşan bir hayvan, bu böceğin tehlikeli olduğunu ve ondan kaçınması gerektiğini biliyor. Arılar dans ederek diğer arılara yiyecek kaynaklarını gösterebiliyor. Bir fırtına yaklaştığında kuşlar veya memeliler tehlikeyi hissedebiliyor ve güvenli bir yer bulmak için harekete geçiyor. Onlarla çok benzer nitelikler taşıyan ama bildiği hâlde yap(a)mayan tek canlı ise insan ne yazık ki. İşte o denli sıradanız. Bu sıradanlığa ve çaresizliğe rağmen kibrimiz büyük.
Kafes öyküsünü ayrıca konuşmak istiyorum. Çünkü bir hayvanın ağzıyla yazılması, hayvanlarla insanlar arasındaki uçurumlu ilişki, onlarla (özellikle vahşi hayvanlarla) ilgili çok şey bildiğimizi zannedip, hiçbir şey bilmiyor oluşumuz ve yaşanan vahşet çok etkiliydi. Birtakım sebepler saydım fakat sizin temelde bu öyküyü yazma sebebiniz neydi?
Aslında öykünün çıkış noktası 2015’te Tiflis’te yaşanan gerçek bir olay. Yoğun yağış sonucu Kura nehri taşıyor ve şehri su basıyor. Sel felaketi sırasında Tiflis Hayvanat Bahçesi'nden birçok vahşi hayvan kaçıyor ve sokaklarda serbestçe dolaşmaya başlıyor. Hayvanların neredeyse yarısı ölüyor, kalanlar da öldürülüyor. Yaşananları Tiflis’te öğrenmiş ve çok etkilenmiştim. Üzerinde çok uzun süre düşündüm. Hikâye hep insanların ağzından anlatılıyordu. Nasıl korktukları, nasıl kaçtıkları, kurtuldukları… Eksik olan ve hiç değinilmeyense hayvanların tarafıydı. Bunu tamamlamak istedim. Ömürlerini parmaklıklar ardında geçiren o zavallı hayvanların çaresizliğini ve insanın vahşetini… Dediğiniz çok doğru, gerçekten de çok şey bildiğimizi zannediyoruz ve bununla gururlanıyoruz. Zaten gerçekte hiçbir şey bilmediğimiz yaşananlara bakınca gün gibi ortada.
İklim krizi, ekonomik kriz ve çeşitli başka krizlerin aşırı ölçüde yaşanması sebebiyle dünya edebiyatı içerisinde ekolojik romanlarda bir artış var. Zürafanın Bildiği içindeki öyküleri okuyunca bir sonraki kitabınız belki bu duruma istinaden daha kapsayıcı bir ekolojik roman olabilir mi diye düşündüm. Bu duruma istinaden yeni çalışmalarınız var mı, varsa neler?
Üzerinde çalıştığım bir roman var. Henüz tamamlanmaya uzak ama onda bu tür bazı değinmeler olacak sanırım. Henüz bir şey söylemek için çok erken. Bunun dışında bir başka çalışma daha var elimde. Bu yaz tamamlayabilirsem sonbaharda ortaya çıkabilir. O da sürpriz olsun…
Comentários