Dünya Öykü Günü Foça Buluşması Açılış Konuşması
"Hikâye tüm sanatların özüdür. İyi bir romanın, iyi bir şarkının, iyi bir tiyatro oyununun, hatta iyi bir resmin içinde gömülü güçlü bir hikâye muhakkak vardır. Hatta daha da ileri gidebiliriz. İyi bir insanın da muhakkak güçlü bir hikâyesi vardır!" Gaye Boralıoğlu, Foça Öykü Günleri açılış konuşmasında insan ve hikaye etme ilişkisini anlatıyor.
Gaye Boralıoğlu
İnsan dardır, içine sığamaz. Aklının kuvvetini, yeteneğinin sınırlarını, duygularının encamını bilemez.
İnsanın ucu bucağı var mıdır? Dünya sandığımız kadar büyük müdür? Kendini anlamakta eksikli bir varlık başkalarını nasıl kavrar? Kendimizden çıkıp, başkalarıyla, ötekiyle nasıl hemhal olabiliriz? Bin bir tehlikeyle, sınırsız sorunlarla dolu bir âlemde, hep birlikte, onurlu bir hayatı nasıl kurabiliriz?
Tarihin başlangıcından beri bu sorular insanın zihninde dönüp duruyor. Cevapları önce kendi içimizde, sonra başkalarının gözlerinde arıyoruz. Cevabı bulmak kolay değil, çünkü insanın içinde büyük bir trajedi bulunuyor: Hem her tekil bireyin biricik olduğu, hiç kimselere benzemediği bir varlıktan söz ediyoruz, hem de yalnız başına yaşayamayan, daima başkasına ihtiyaç duyan bir varlıktan.
Binlerce yıldır insanlar, bütün bu sorulara yanıt bulabilmek, birbirlerini ve kendilerini şefkat ve cesaretle daha net görmelerini sağlamak, uzlaşmaz gibi görünen hakikatleri birbirine bağlamak, dünyayla, doğayla, ötekiyle ve kendi kendiyle ilişkilenmek için büyülü bir yol buldu: Hikâye anlattı… Görmek için anlattı, görülebilmek için anlattı, gördüğünü çoğaltmak için anlattı… İnsana dair hakikatin kadim bilgisine ulaşabilmek için hikâye anlattı.
Hikâye anlatmak, özünde bağlantı kurmak demektir. Burada olan ile çoktan kaybolup gitmiş olan arasında… Suskunluk ile kelimelerin yükü arasında… Tabiatın yenilmez kuvveti ile, insanın çılgınlığı arasında… Asla unutulmayan ile hafızanın karanlık dehlizlerine gömülen arasında… Nefretin zapt edilemez öfkesi ile sevmenin ruh genişliği arasında… Sazla söz, rüyayla gerçek arasında… Hayal kırıklığı ile arzular, nefesle ölüm, kederle sevinç arasında…
Hikâye anlatıcısı için hakikat görünmeyen sırlar, anlaşılmayan ruh halleri, karmaşık ilişkiler, insan olmanın kuytu köşeleri, evrenin adı konmamış yasalarını ortaya çıkarmak demektir.
Hikâye anlatıcısı birbiriyle uzlaşmaz gibi görünen bütün bu kutupları kucaklar, böylece aklın fırtınalarını sakinleştirir. Kaosun ortasında bir an için bile olsa her şeyi aydınlatan bir ışık beliriverir. Bu, hakikatin ışığından başka bir şey değildir. Ama bu, tarihçinin olgulara, vukuatlara dayalı, çoğunlukla da belli bir bakış açısıyla seçilmiş olan hakikatinden farklı bir şeydir. Yahut bilim insanlarının ölçülebilir, tanımlanabilir, insanlık tarihinde belirli bir ilerleme olgusunu varsayarak ortaya attığı hakikatten de farklıdır.
Hikâye anlatıcısı için hakikat görünmeyen sırlar, anlaşılmayan ruh halleri, karmaşık ilişkiler, insan olmanın kuytu köşeleri, evrenin adı konmamış yasalarını ortaya çıkarmak demektir.
Savaşın insan ruhu üzerindeki etkilerinin bilgisini örneğin, hiçbir tarih kitabı yazmaz, onu Homeros’un, Tolstoy’un, Edgar Allen Poe’nun öykülerinden öğrenebiliriz. Aşkın kimyasını hangi bilim adamı anlatabilir… Oysa biraz zihnimizi kurcaladığımızda aşka dair bildiğimiz formları Romeo ve Jüliet, Abelard ile Helois ya da Ferhat ile Şirin’in öykülerinin yarattığını keşfedebiliriz. Aile ilişkileri üzerine düşününelim… Psikologlar, psikiyatrlar, şimdilerde ruhsal danışmanlar, yaşam koçları bu konuda çok şey söylüyorlar… Ama hangi biri Shekespaere’in Hamlet’i, Thomas Mann’in Boodenbooklar’ı ya da Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşkı Memnu’sundaki öyküler kadar etkileyici, içinde kendimizi de bulabileceğimiz bir örneği, bir bilgiyi bize aktarabilir.
Öyküyle yaşamak hakikatin sonsuz bilgisiyle aydınlanmak, anlatının neşesiyle kendinden geçmek, kendinden vazgeçmek bütün kutupları aşarak evrenin sonsuz bilgisinin içinde salınan salıncakla havalanmak demektir. Öykü yalnızca evrenin görünmeyen yasalarını önümüze sermez aynı zamanda içinde bütün hallerimizle, güzelliklerimizle, arzularımızla, öfkemizle, çirkinliğimizle, görmek istediklerimiz ve görmek istemediklerimizle kendimizi yansıtacak bir aynayı da bize tutar.
Dünya yaşlandıkça daha büyük bir hızla dönüyor. İlkçağların bir yılı ile son çağın bir yılı aynı değil. Baş döndürücü bir değişim helezonunun içindeyiz. Yetişmeye çalışmanın tıknefesliğinden, öğrenmenin, bilgi edinmenin ferahlığına nasıl ulaşabiliriz? Cesaretle cevap veriyorum: Durarak. Anda kalarak!
Öykü bize hayatın herhangi bir anında durma, o anın içinde geçmişten geleceğe uzanan sırları keşfetme imkânı verir. Nüanslara duyarlı, daha hassas, hatta daha hünerli olmanın yollarını hissetmemizi sağlar. Zevki inceltir, rutinin ve hızın ruhumuzda yarattığı köreltiyi azaltır. Belki acıları yok edemez, dünyayı tümden değiştiremez ama anlamamızı, anlaşılmamızı ve böylece kendimizi daha kuvvetli, daha uyanık hissetmemizi sağlar.
Hikâye tüm sanatların özüdür. İyi bir romanın, iyi bir şarkının, iyi bir tiyatro oyununun, hatta iyi bir resmin içinde gömülü güçlü bir hikâye muhakkak vardır. Hatta daha da ileri gidebiliriz. İyi bir insanın da muhakkak güçlü bir hikâyesi vardır!
Evet, hikâyeler anlatıyoruz çünkü insanız. Ama aynı zamanda hikâyeler anlattığımız için daha iyi insanlar oluyoruz.
Amerikalı yazar, düşünür ve aktivist Susan Sontag’ın oğlu David Rieff, kanser hastası annesiyle yaşadığı son günleri anlatırken şöyle demiş: “Yaşayabilmek için hikâyeler anlattık birbirimize.”
Tüm kıyıcılığına, tüm yoruculuğuna rağmen hayatla başa çıkabiliriz, yeter ki yaşadıklarımızı hikâyeye dönüştürmenin yolunu bulabilelim.
Comments