top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıOylum Yılmaz

Gecenin kalbine çöken


"Leyla Erbil, edebiyatımızın devleşen bilinçlerinden biri. Edebiyatta bilinç, ölümle solmaz ne mutlu ki." Oylum Yılmaz, yazarın ölümünün ardından kaleme aldığı bu denemede iki edebiyatçı arasında "portre olmayan" bir kadın-yazar portresi çıkarmaya çalışıyor.


Oylum Yılmaz

Gecenin içine oturdum, gecenin içine tünedim dün gece. Leyla Erbil ölmüştü, gündüzden almıştım haberini ama, düşünmek için de, yas’lanmak için de, beklemiştim işte geceyi. İçim geceye çekilir gündüzden, edebiyat yapar bunu bana hep, belki de en çok Leyla Erbil. Kelimelerin karanlıkta görünmez olup seslere dönüştüğünü, sesin ruha nasıl da arsız ve sakınmasız çarptığını, gündüz şarkılarının sayıklamalara, sayıklamaların git gide deliliğe döndüğünü öğrendiğim yazar. Elinde edebiyat dediğimiz şeyin en çarpık aynası, kulağımda kahkahası patlar… Latife Tekin, “Dikkatli ol, bazı insanlar küçük kalplidir”, der. Nurdan Gürbilek’e göre ise Leyla Erbil çiftkalplidir. Peki küçük kalpli insanlar dünyasında yaşayan çiftkalpli bir yazar nasıl ölebilir?

Zenime ne demekti ki diye oturdum düşündüm dün bütün gece, gece Leyla’ya aitti, bir yazar arkadaşıma göre kuşlar sessizdi, boynuma asılı bir baykuş vardı, bakanlar belki kolye derdi, Leyla görse halimi, gülerdi. Işığın en karanlık yerini bir o bilirdi, yırtarcasına geceyi, gecenin kalbine inerdi. Gece’nin kalbine mi çöktün sen şimdi iyiden iyiye Zenime dedim? Gelen seslere kulak verdim. Kuşlardan çıt çıkmıyordu, bir kadın, tuhaf bir kadın oturmuş karanlığın 101 adını koyuyordu. Leyla Leyla, gittin mi? Leyla sen geldin mi leyli, gittin mi leyli… Çaren yok durup dinleyeceksen eğer gecenin sesini; dili kocaman bir balık kılçığından sivriltip kılıca döndüren, sonra da çevirip önce dili kesenin sözüne geleceksin. Leyla Leyla geldim, dedim. Zenime ne demek, bana önce bu sırrı ver, dedim… Sır gibi yazar, içi sonsuz, gece kadar. Yaşamında içimizi sarstı, attı hallaç pamuğu gibi, ölümündeyse dışımız sarsılır artık, göstermeliktir ya sen, ben, daha kimler kimler onu yazar…



Leyla Erbil, niye geceydi, diye oturdum düşündüm dün bütün gece. Dilimizi, ruhumuzu neden geceye çekmişti, gecenin hangi yerinden çıkagelmişti… Kime sorsan, bilinçakışı tekniğini Türk edebiyatında en iyi kullanan yazarlardandır der; bilincin akışını, bilincin altını üstünü karanlığa, gölgeli kuytuluklara yorar. Kolaya kaçar. Oysa Leyla Erbil, hepimizin içten içe pekala bildiği gibi bilinçakışının o pek kutsal tekniğini nasıl da mahvetmişti hani. Edebiyatı teknik bir düşünceye, dili ne olursa olsun mimari bir projeye dönüştürmek arzusunu yerle bir etmişti. Cümlede yeni, kalıp olmayan kalıplar, hiç olmayan noktalama işaretleri. Sözgelimi üç noktanın karşısına çıkarılmış üç virgül, virgüllü soru işareti ve diğerleri… “İnsana bakış açım, onların tümünün sakatlanmış, yaralanmış oldukları noktasında ısrarlı olunca (herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda –dünyada- sakat olmak ‘normallik’ anlamına gelir), onları bilinen cümlelerle anlatmak ya da birinci tekille konuşturmak yeterli olmayabiliyor. Bunun gibi cümlenin yapısını, anlamını oynatan, başkalaştıran bir söylem klasik işaretleri de değiştirmeye zorluyor.”

Kırılan ritim duygusu, toza dönüşen yüklemler, yetmezmiş gibi bir de yazarlık kariyeri hevesleri karşısında yarattığı “hiç yazar”, sözle, sözde kutsanmış halkın arasında işaret ettiği “hiç halk” ve haykırması “Katil Tanrı, öldür emri tanrıdan inmedi mi?”

Türkçenin ritmini de, şarkısını da bozuyordu Leyla Erbil. Bozuyor, lakin pek çok yazarın çaba gösterdiğinin aksine, yerine yeni bir ritm, ses ya da şarkı koymuyordu. Okuru bir boşluğun içine çekmekten, belki de kendi mutlak boşluğuna itmekten sanki zevk alıyordu. Sadece sezgilerle ifade edilemez bir hal, aklın, zeka diye kutsadığımız şeyin timsali de oluyordu.


Ritm bozulursa ortada kurgu diye bir şey de kalmaz. Anlatısal metinle derdi vardı Leyla Erbil’in. Anlatısal evreni patlatıyor, kaosun hükmünü çağırıyordu. Bunu dili böylesine kuvvetli kullanarak yapmak… Belli ki yazarlığının kötülüğü tam da buradan geliyordu. İçindeki eril’e de, dişil’e de hiç yüz vermiyordu. Yine de cinsiyetsiz bir yazar diyebilir miydik ona? Böyle diyerek, işin içinden çıkabilir miydik? Elbette hayır, toplumsal cinsiyet denen şeyle meselesi vardı onun. Erkek yazarların dünyasında kadın olmakla, kadın yazar olmakla meselesi vardı.


Leyla Erbil’in ölümü, edebiyatımızın hesap verme günü


Onu yere göğe koymayı becerememişti Türk edebiyatı. Edebiyatımızın utancıydı Leyla Erbil. Oldu olası hızla, hevesle, kompleksler içinde, hadi doğrusunu söyleyeyim, çirkin bir biçimde kurumsallaşma mücadelesi veren edebiyatımız, her türlü kurumsallaşmanın ipliğini pazara çıkaran bir yazarı ölümüne kadar görmezden gelmeyi tercih etmişti. O çarpık kurumsallaşmasından vazgeçmediği sürece sürecek de Leyla Erbil’le arasındaki sürtüşme. Bir an bile nefes aldırmayacak ona Leyla. İşte bunun bilinci içinde şimdi sarılmakta kalemine, güzellemelere doyamamakta, içinden çıkan en büyük yazarlarından birinin edebiyatını anlamak, anlamlandırmak, kavramaya çalışmak yerine onu tumturaklı portre yazılarına sığdırmaya çalışma mücadelesinde. Leyla Erbil’in ölümü, edebiyatımızın hesap verme günüdür, Leyla Erbil, işte biraz da bu yüzden hep gecede… Bunu en iyi edebiyatla uğraşanlar bilir, hesaplar hep gece verilir…


Leyla Erbil, gecenin içinde bir başınaydı sanılmasın ama, diye düşündüm yine de dün bütün gece... Hesaplar sadece ona verilmeyecek elbette. Şu kadın yazarlık mesleği, performansı, acısı, düşü, doğrusu, yalanı da var ya hani, o mesele de Leyla’nın leyli gittiği güne yazılmalıdır muhakkak. Kaç kadın yazar var kendini dar atmış gölgelere, gecenin içine ve kıyamete gönüllü yazılmış edebiyatımızın içinde. Şükür orada başköşe bir yerdedir ama yalnız değildir Leyla Erbil, hiç yalnız değildir… Çavlanın içinde sessizce ve sabah sabah Nezihe Meriç; sabahın ve akşamın tekinsiz alacakaranlığında Latife Tekin, cinselliği kendinde bir çağ gibi tel tel ayıran ve öğle vakitleri geldi mi kulaklarımızda topuk tıkırtıları yankılanan Sevgi Soysal, günleri dökse de akşamın tüm sofralarına aşkla, iştahla ve şehvetle kurulan Tomris Uyar, deliliğin sonsuz zamansızlığında Sevim Burak ve tüm zamanların içinde, yabani bahçelerde Gülten Akın, ve Tezer Özlü, ve Lale Müldür ve ve ve diğerleri var. Ben böyle boynumdaki baykuş gibi yerime tünemiş, parmak hesabıyla düşünürken, ve gecenin biçimsiz tanrıçalarıyla al takke ver külah bir rehavete kapılıp giderken, Lahzen’di adı, karşıma dikilip haykırdı; hesaplar kızım, verilmez, söke söke ancak alınır! Çoğunluktan medet uman gidip ışıl ışıl parlayan bir yalana saplanır. Sen bu kafayla ışığın kendisi olamaz, kocaya kaçar gibi ışığa sakil kaçarsın ancak!


“yaradan’ın yarattığı gövdeden

utandırılmış kadınlar ordusu

ataerkilin

erkin başparmağı

tepesinde kadıncıkların

kendi doğasının tarihini öğrenememiş kardeşlerim benim

kendi zebellahlarına boyun eğmiş

engizisyondan kalma

romantik ve sömürgen bir hayalgücünü kutsallaştırıp tapan

eril taassubun şehvetlileri(…)

her biriniz başka çaresizliksiniz biliyorum”


Sert mi geldi? Sert tabii. Leyla Erbil, daha dün yaşarken “yazarlık kötülüktür” derdi. Duymayan kaldı mı? Lahzen “Kalan”da böyle acımasızca saldırmış, saçına başına, içine dışına o zayıf bünyene yapışmış da ne olmuş. “Kalan” şiir desen şiir değil, anlatı, roman, öykü, sayıklama hiçbiri değil. Edebiyatımız eğer bir gün “Kalan”ın ne olduğunu bulursa, dilini de unutacak, biliyorsunuz. İçimizde o günü özleyenler de var, o günün hiç gelmeyeceğini bildikleri için sevinçten deliye dönenler de var. Leyla Erbil’ler daha başlangıç, mücadeleye devam mı diyorum şimdi ben, yersiz mi kaçıyorum, çok şükür istediği lezzette kurumsallaşamamış edebiyatımızın içine nifak tohumları mı saçıyorum, kutup muyum, kutuplaşıyor muyum? Gerçi Leyla Erbil “Zihin Kuşları”nda özgün bir Türk edebiyatı var mı sorusu üzerinden düşüncelerini açıklamış ve evvela “kendisine bireysel söylem alanları açabilmiş, sanki yoktan var edilmiş bir özgün edebiyatımız, vardır” demiştir. Ve bakınız nasıl devam etmiştir: “Yasaklar, günahlar ve emirler silsilesiyle karşımıza dikilen din, bizden, Allah’a yaranmadan başlayarak iktidara, devlete yaranma söyleminden başka bir dil geliştirmemizi bekleyemez.Kullaştırılmış, baş eğmiş bir toplumun içinden kaç sanatçının-yazarın tek başına bu ikiyüzlülüğü aşacağı ciddi bir sorun olarak hep karşımızdadır. Moda deyimle ülkemiz kültürünü pek bir zenginleştirdiği söylenen şu mozaik” e karşın, ufukta ne ortak bir vicdan ne ortak bir bilinç görünmektedir. Sünni ayrımcılık zulüm politikalarını körüklerken, zıvanasından çıkmış şiddet toplumu karanlıklara doğru sürüklenirken, elden düşme bir metafiziğe dönük uyduruk bir söylemin Türkiye’nin büyük yazınını temsil etmesindeki hikmeti gözlemleyebiliyor muyuz?”

Erbil’e göre yazar, dinden, ideolojiden ve her türlü otoriteden azade tutmalıdır kendini. Ve ne idüğü belirsiz, kaygan topluma tutunmamalıdır. Yazar ona önerilen üne, güce, saltanata kayıtsız kalmalıdır, bütün bunları görmezden gelmelidir.

Erbil’e göre yazar, dinden, ideolojiden ve her türlü otoriteden azade tutmalıdır kendini. Ve ne idüğü belirsiz, kaygan topluma tutunmamalıdır. Yazar ona önerilen üne, güce, saltanata kayıtsız kalmalıdır, bütün bunları görmezden gelmelidir. Evet, Leyla Erbil bu anlamda aydınlık bir yazarlık misyonu tutturur. Ancak diğer yanda büyülenmeye meyilli olduğu “kendi” iç dünyasının karanlığının da farkındadır. Psikanalizin karanlık sularına çoktan dalmıştır ve “öteki” ne kadar kötüyse, olmaya çalıştığı “kendi”nin de o derece kötü, o derece “öteki”lerden oluştuğunu bilir. O zaman ne yapmak gerekir peki? Bu iç çatışmanın içinden çıkmaz Leyla Erbil. Bu iç çatışma onun edebiyatının da “kendi”nin de temellerinden birini oluşturur. Her birimiz nasıl ki bir başka çaresizliksek, Erbil de kendi çaresizliğinin bilincindedir.


Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır!


Sonra bir parça da sinsi sinsi eğleneyim dedim, dün gece... Hani şu edebiyatımızdaki ödül meselesi didişmesi niyetine. Bir Leyla Erbil kitabı alır almaz ne olduğunu bildiğim halde sarılıp o cümleyi ararım hep en başta : “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır”, işte bu cümleye sanırım en çok yazarın icadı virgüllü ünlem yaraşır. Bilinir ki, bu cümleyle yetinmez yazar, ödüllere verip veriştirmekten kendini sakınmaz: “Edebiyat ödüllerinin de ortamı karıştırmakta rolü olmuştur.(…) beş on adamın kuşaklar boyunca, yıllar yılı hem eleştiri hem ödül dünyasına egemen olarak yazarlığın üzerinde doğrudan tayin edici bir güç oluşturmaları ve kimi yazarları kendi duygu, tutku ve inançları doğrultusunda eğitmeleri, yazarların da bir türlü o yargıdan cayamayıp sıraya girmeleri, hatta kimilerinin eleştirmeniyle yakınlık ölçülerini kaçırmaları, Türk yazınını, eleştirmeninin, yazarını ve okurunu neredeyse kamplara bölmüştür.”


Portresiz bir Leyla Erbil yazısı acımasızlık üzerine düşünmeden olmaz. Bu kadar merak ediyorsan Zenime’nin sırrını, düşüneceksen gece gece karanlığı ve Leyla’yı; acımasızlığı al tut ve tart avucunda şöyle. Onun en kolay baş edilirmiş gibi görünen romanı “Mektup Aşkları”ndaki acımasızlık yenilir yutulur cinsten midir mesela hiç? Jale’ye yazılan nice mektupta bir ulusun, bir dönemin, bir toplumun, bir ve hatta birkaç sınıfın pulları nasıl da yolunur. Leyla Erbil başta kendini ve içinde yer aldığı entelijansiyayı böylesine eleştirmese, üzerine üzerine yürümese Leyla Erbil mi olurdu?



Yazarı inceleyen eleştirmenler, felsefe, psikanaliz ve düşünce üzerine oturan edebiyatının, zamanının ilerisinde ettiği hareketi vurgularlar. Kırklı yıllarda geçen Mektup Aşkları’nda neredeyse seksenli yılların ruhunu döktüğünü görmek de zor değildir. Cinsel kimlik dediğimiz belanın başımıza ne açtığını, onun vahşi içgüdüsel doğamızı nasıl yaralayıp paramparça ettiğini cüretkar biçimde gözler önüne serdiği bu romanda, dostluk, aile gibi her türlü kişisel ilişkinin açtığı yaralar, bunlara kapılmanın insan ruhuna verdiği cezalar bir bir yazılır. Okuması kolaydır belki ama hazmetmesi ağırdır.


Nasıl bir şeyse kendim?!


Kendi olmak, nasıl bir şeydir, diye oturup düşündüm dün bütün gece... Leyla Erbil, yaşamını, edebiyatını verdi bu mesele üzerine. Kendinden geç, kendini seç, kendinde ol, kendin ol! Böyle böyle seslenince bir de bakıyorum karşıma “Tuhaf Bir Adam”ın Sevda’sı çıkıyor. Gel ben sana söyleyeyim, Zenime’nin anlamı ne demek ve Lahzen’in, ve Jale’nin ve hatta Sevda’nın: Ben bir başkasıdır! Bak üstelik Lahzen ne diyor, hatta gözümüze gözümüze sokuyor:


“nasıl bir şeyse kendim

belki de uzaklaştıkça bilebildiğim”


Nurdan Gürbilek “Kör Ayna, Kayıp Şark”ın son yazısında Erbil’in temel meselesini kısaca şöyle ifade eder: “Hegel’in ‘kendi için varlık’ kavramına başvurularak ifade edilmiş bu kendilik tasarısı her şeyden önce bir olumsuzlama, olumsuzlamaya dayalı bir özgürleşme önerisi taşır Leyla Erbil’de. Kişi dış dünyayı olumsuzlayarak kendilik bilincine ulaşmalı; toplumsal kabulleri, kurulu düzeni, verili kültürü aşarak kendini bulmalı; Allah’a, devlete ve her türden otoriteye yaranmaktan vazgeçerek kendi olmalıdır. Nitekim Hallaç’taki ilk öykülerden başlayarak birçok yapıtında, toplumsal ilişkiler kadar kişisel ilişkileri de yönlendiren yalanı; ikiyüzlülüğü ve hesaplılığı, kendini kandırma ve üstünlük kurma yarışını anlatmış, kişinin kendisine dayatılmış kimliklerden özgürleşerek ‘kendi’ olmasını hedeflemiştir.”

“Ne var ki, dünyada yoksa da bir örneği, modeline rastlanmamışsa da ‘hiç yazar’ın milattan öncede ve sonrada sandığımızdan da çoktur onlar, halkların ‘hiç halk’ olanları gibi ve değillerse mezralarda, işkencede, dağlarda ve bayırlarda ya da toprak altlarında beklemektedirler günlerini unutmayan giderek devleşen bir bilinç gibi.”

Hayatın her alanında bireyin böylesine cebelleşmek zorunda olması otoriteyle, Leyla Erbil’in vahşiliğine vahşilik katmıştır o zaman diye, düşündüm dün bütün gece. Ödüle, jüriye, imza günlerine, edebiyatın piyasalaşma sürecine ayrı itiraz, devlete, tanrıya, erke, ataerkine, ideolojilere, dine, kurumsallaşmış tüm kimliklere ayrı itiraz, bedeni ve ruhu güdümleyen cinsellik biçimlerine ayrı itiraz… Ve bütün itiraz biçimlerini alaca renkli savaş boyalarının hepsini yüzüne sürer gibi içinde birleştirip, dilin içinden dile de başkaldırarak çıkan ürkütücü bir edebi doruk noktası… Leyla Erbil’in gecesi olsa olsa işte burası…


Oturup kendi halinde bir öykü yazdım dün gece. Kahramanımın adını Leyla koydum. Bu yazar-kahramanı Leyla Erbil sevmezdi herhalde diye düşündüm, adı sildim, yazdım, sildim yazdım her seferinde. Soğuk bir kış gecesi kaybolmuş ateşini arayan bir kahramandı o, adını silip silip yeniden yazdığım, evinden çıkıyor, ormana dalıyor, avcıları da, vahşi hayvanları da, gecenin ayazını da, etrafta tekinsiz dolanan cümle dervişleri ve ermişleri de atlatıyor. Bacakları titreye titreye, geceden de zifiri karanlık o metruk kulübeye dalıyor. İçerisi hem çığlık hem kıyamet, içerde ruhlar da bedenler de yanıyor, içerde en çok kuşlar yırtıcı, en çok kurtlar munis… İçerde roller değişiyor, roller falan yok, gerçeğin acısından etler kanıyor. İçeriden dışarıya çıkmak artık yok, çıkınca dışarısı da artık içerisi oluyor. Ormanın tekinsizliği ruhun tekinsizliğine vız geliyor. Hal böyle olunca, kahramanım yok oluyor önce, kahraman yok olunca, kahramanın yolculuğu da son buluyor. Öykünün başını sonuna getiriyorum, kurgum bozulmuyor. Birer birer siliyorum cümleleri, sayıklamalarım öykünün kendisi oluyor. Çıkıp gidebilirmişim gibi geliyor o anda, içimden, dışımdan, yazının hükmünden, kalantorluk heveslerinden, ve dahi özgürlük arzusundan. Dili kaybedebilirmişim gibi geliyor. Yazar bırakınca elimi, yazmaya başlıyorum yeniden. Ve artık yazdığıma öykü denmiyor.


Sayıklayıp durdum dün bütün gece, Leyla Erbil buradan gitmişti, Zenime Zenime Zenime, sabah olmadan, karanlık günle solmadan, baykuş tüneğimden kalkıp gittim açtım kapağını Cüce’nin, duydum hep yaptığım gibi bir kere daha sesini Zenime’nin: “Ne var ki, dünyada yoksa da bir örneği, modeline rastlanmamışsa da ‘hiç yazar’ın milattan öncede ve sonrada sandığımızdan da çoktur onlar, halkların ‘hiç halk’ olanları gibi ve değillerse mezralarda, işkencede, dağlarda ve bayırlarda ya da toprak altlarında beklemektedirler günlerini unutmayan giderek devleşen bir bilinç gibi.”


Leyla Erbil, edebiyatımızın devleşen bilinçlerinden biri. Edebiyatta bilinç, ölümle solmaz ne mutlu ki.



(bu yazı daha önce Aylak Adam Yayınları tarafından yayımlanan "Bir Tuhaf Kuştur Gölgesi Zihin" adlı kitapta yer almıştır.)



Kaynaklar

Cüce, Leyla Erbil, İş Kültür Yayınları, 2003

Kalan, Leyla Erbil, İş Kültür Yayınları, 2011

Mektup Aşkları, Leyla Erbil, Kanat Kitap, 2007

Zihin Kuşları, Leyla Erbil, İş Kültür Yayınları, 2003

Hallaç, Leyla Erbil, İş Kültür Yayınları, 2011

Tuhaf Bir Kadın, Leyla Erbil, İş Kültür Yayınları, 2004

Kör Ayna, Kayıp Şark, Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 2004





Comentarios


bottom of page