Yaratıcılık Ritüelleri 30 / Gönül Kıvılcım: "Bir terbiye işi yazmak, insanın kendini terbiye etmesi şart!"
"Demek ki yazmak kapanmak ve açılmak arasında bir gel-git. Ufkumun açılmasına ihtiyacım var, manzaraya bakmaya, masmavi bir denize, bulutların yüzdüğü gökyüzüne, dalgaları duymaya ama aynı zamanda kapanmalıyım. Dalgaları duyabilmek için telefonumu sessize almalıyım. Bir terbiye işi kısacası yazmak. İnsanın kendini terbiye etmesi şart."
Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin bu hafta Gönül Kıvılcım'ı ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
İlk yazmaya başladığımda bir çocuğum, bir eşim yani ailem vardı. Düşüncelerimin akması için kalabalıktan uzaklaşmaya, boşluğa ihtiyaç duyuyordum. Annemle babamın yazlığında kumsala uzanıp gökyüzüne bakıyor, göğsümde kabaran duyguları ifade edecek cümleler arıyordum. Hayat zordu, kadın olmak zordu. Ailece kasabadan gelmiştik, şehre alışmak zordu. Oğlumun babasıyla yüksek lisans için gittiğim Norveç’te tanışmıştım, aşk zordu. Kulağımda CD çalardan gelen müzik bulutlara, göğün maviliğine dalıyor ve bedende birikenleri, bilinçaltına harekete geçiriyordum. Öyle steril bir masa başı olamıyor çocuğunuz varsa. Mümkün olduğunca kendimi dış dünyadan yalıtmak en büyük totemimdi sanırım. Yanı sıra boy boy çeşit çeşit kahve. Ve ilham verecek kitaplar okumak. Her dönem böyle yazarlarım oldu. İlk öykü kitabımı yazarken Judith Hermann, bir dönem Murakami, başka bir romanı yazarken John Banville külliyatı.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Yüzmek, yürümek benim ‘şapkalarım.’ Yürürken kazanılan devinimle insanın bilinçaltına ittikleri unuttukları birden dönüveriyor, kanallar açılıyor. Zihnin kilitleri var. Yürürken anahtar yavaş yavaş dönüyor, kilit açılıyor. Kulaç atmak da benzer bir işleve sahip. Kendimi suya bıraktığım anda bir yol beliriyor, o yolda beni esir alan günlük işleri, evde tıkanan musluktu, ödenecek faturaydı unutup zihnimde cümleleri arka arkaya sıralayabiliyorum. Yüzerken aydınlanma anları yaşadığımı hatta havuzdan çıkıp zihnimde oluşan cümleleri not aldığımı hatırlıyorum.
Mesele zamanı yavaşlatmak galiba ya da başka bir zamana geçmek. Başka bir boyuta. Paralel evrene. Bir aşkınlığı yakalamak. Ormanda mesela algımın açıldığını hissediyorum. Ritmik bir melodiyi dinlerken notalara tutunup çağrışımın kanatlarını açtığını fark ediyorum. Anda kalmak demezdim ben ona. Şimdiyi unutmak. Şimdi’den kurtulmak. Şimdi’nin tahakkümünden derdim. Genişlemek. Ruhu duyabilmek. Bir nevi ruhanilik aslında. Ama dinsel olmayan.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
İstanbul çok gürültülü bir şehir. Bir dosyayı bitirebilmek gerçekten sabır ve azim istiyor. Yazabilmek için inşaat gürültüsünden kaçtığım çok oldu. Bilgisayarını al, bir kafeye git, belki insanlara aldırmadan yazabilirsin, yok olmuyor, konuşmalar dikkatini dağıtıyor, bohçamı alıp adaya mı gitsem bir günlüğüne, çam ormanında yürüyüşe çıksam, off çok iş… Yok ben evde kalayım kapıyı bacayı kapatayım, telefonu da; en çok dikkat dağıtan akıllı telefonum aslında, aileme günde bir mesaj atayım, ben iyiyim merak etmeyin, annem tembihliyor çünkü, merak ederim habersiz bırakma, anne kapandım yazıyorum diyorum, ama gördüğünüz gibi kapanamıyorum.
Demek ki yazmak kapanmak ve açılmak arasında bir gel-git. Ufkumun açılmasına ihtiyacım var, manzaraya bakmaya, masmavi bir denize, bulutların yüzdüğü gökyüzüne, dalgaları duymaya ama aynı zamanda kapanmalıyım. Dalgaları duyabilmek için telefonumu sessize almalıyım. Bir terbiye işi kısacası yazmak. İnsanın kendini terbiye etmesi şart.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Duygularınız derken, yazmaya dair duygularımdan mı söz ediyorsunuz? Farkındalığım arttı elbette. Eğer okuluna gitmediyseniz önce okumalardan gelen birikiminizle yol alıyorsunuz. Ve önsezilerinizle. Sonra bunun mektebine de gittim. Yazarlar için karşılaştırmalı edebiyat doktorası yaptım, yaratıcı yazarlık seminerlerine girdim. Artık farklı bir yerden okuyorum hem başkalarını hem kendi eserlerimi. Ama ilk eserim Kasaba ve Yalanlar’ın naifliğini de çok seviyorum. O öykü kitabım ayrı bir yerdedir gönlümde.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Gerçekten yazmaya başladığım dönemde sabah akşam yok. Elimde bir iş varsa hep yazıyorum. Uyurken rüyamda, arkadaşla çay içerken kafamda, çık sıkıcı biri oluyorum. Biraz bencil belki. Sabah saatlerinin büyüsünü kaçırmamaya gayret ediyorum. Uyku-rüya-kendine dönüş… Sabah kalktığınızda bir düşünce bulutuyla uyanıyorsunuz. Her şey daha bakir. Gün yirmi dört saat yazının hakimiyetine giriyor. Özellikle de roman yazıyorsanız bu şart.
Şiir kitaplarına bakarım yazarken. Bir dönem Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuduğumu hatırlıyorum. Turgut Uyar’ın Büyük Saat’ini. Dilin melodisini besleyen şiirler okumak iyi geliyor bana. Kutsal metinleri okurdum eskiden. Meselleri.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Bilemedim. Nedense hayranlık duyduğum eserlere keşke ben yapsaydım bunu diye bakmadım hiç. Beethoven’ın Ayışığı Sonat’ını huşu içinde dinlerim, notaların götürdüğü yerlere giderim. Beni coşturduğu, kalemimi hızlandırdığı için minnet duyarım. Karamazov Kardeşler’i ilk okuduğumda önünde secdeye varasım gelmişti. İnsan tüm çelişkileriyle böyle mükemmel anlatılabilir mi. Canı gönülden överim onu ya da çağdaşım arkadaşlarımın yarattığı eserleri. Dostoyevski Sibirya’da idamdan dönmüştür. Guernica’yı yaratan Picasso bir savaşa tanıklık etmiştir. Sanatçının sürdürdüğü hayat, seçimleri, ödediği bedeller vardır eserin altında. Ona hastır o yüzden, biriciktir. Jilet Sinan da benim hayatımın, gittiğim ya da gitmediğim yolların, tinerci gençlerle geçirdiğim bir buçuk yılın, korkusuzca ama hafif tedirgin elbette, viyadüklerin altında onlarla çay içişimin, babamdan dinlediğim şiirlerin, eşimi yalnız bırakıp romana kapanışımın, gazetecilikte yükselmek yerine sokak çocuklarıyla arkadaşlık edişimin ürünüdür. Ben yarattığım için mutluyum.
Comments