“Bir şeyin ışık altında görünürlüğü başka, karanlığın içinde seçilirliği bambaşka.”
Peyman Ünalsın Gökhan, Deniz Gezgin’in Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar novellası üzerine yazdı: “Karşımıza öyle kitaplar çıkar ki okumayı bitirdiğimizde onda bizi yoranın ne olduğunu irdelemeye çalışırken kendimizi buluruz.”
Romanların insanın dimağını açan çok katmanlı yapısına hayranım. Karşımıza öyle kitaplar çıkar ki okumayı bitirdiğimizde onda bizi yoranın ne olduğunu irdelemeye çalışırken kendimizi buluruz. Kitabı göğsümüze bastırıp karakterleri, olay örgüsünü çözümlemeye sıra gelmez. Zira ilk sayfadan son sayfaya kadar köpüklü dalgaların içinde bata çıka sürüklenen yorgun bir baş misali ilerlediğimizden durup zihnimizle bir diyaloğa girişiriz. Ne okudum, sen ne anladın? İlk etapta en önemlisi; okuduğumuzu anladık mı? Bazen bir tufan kopar ve kelimeler tutundukları sayfalardan havalanıp helezonik bir çember içinde dönmeye başlar. Birbirleri arasında yer değiştirerek algılanması daha kolay cümlelere dönüştüğünü sanırız. Oysa sorun cümle yapılarında değil. Aksine o kadar temiz, o kadar akıcı bir dille yazılmış olur ki bu metinler herhangi bir kusur yüklenemez. Anlamsal olarak peşlerine düştüğümüzde öyle kuvvetli rüzgârlar eser ki, cümleleri görür ve fakat onlara yetişemeyiz. Aklımızda tam bir imgelem şekillenirken bir bulut gelip önüne çöker. Net bir görüntü sağlayamayız.
Deniz Gezgin’in Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar romanı bittiğinde hissettiğim tam da buydu; bir yerden bir yere giden iki gencin bulutla gölgelenmiş imgelemi. Aklımda kalan, bir geçit önüne yuvarlanan büyük bir kaya. Kayadan aralık kalan dar bir geçit. Geçidi aşıp Yuva’dan ayrılan Kara. Kara’nın bir volkandan köklenen Luçe ile yollarının birleşmesi. Tıpkı içinde yaşadığımız günlerin gelecek simülasyonu olarak doğanın tasvir edilmesi.
Deniz Gezgin’in tahayyülümüze emanet ettiği imgeleri kendilerine eşlik eden soru işaretleriyle beynimizi meşgul ederken ben kendi kafamda bu novellayla ilgili bir sava doğru yüzmeye başlıyorum. Savım adeta can simidim oluyor. Kara’nın kaya geçidinden çıkıp Luçe ile buluşması gibi ikisinin birlikteliklerinde diyalektik bir tanım yakalıyorum. Görüşüm bu novellayı tez ve antitez kavramları doğrultusunda incelemek yönüne odaklanıyor.
Aslında geniş bir pencereden baktığımızda sentezler bütününden oluşan hayatımız da büyük bir tez ve antitez olan doğum ve ölüm arasında şekil bulmaz mı? Nerde, nasıl, hangi koşullarla doğduğumuz tezi üzerinden yaşamımızın nasıl olacağı sentezine ulaşabiliriz. Doğumumuzun antitezi olan ölümümüz de doğumumuzun tetiklediği ve yaşamımızın mayaladığı sentezler bütününü nihayete ulaştırır.
Her insan içinde hem iyilik hem de kötülük barındırarak doğar. Çevresel koşullar bir omuzda oturan melek ile diğerinde oturan şeytanı daha aktif olması konusunda tetikler. Olumlu ve olumsuz etkilerin sıklığı, yoğunluğu o insanın Tanrı’nın cennetinde ya da cehenneminde ağırlanacağının göstergesidir.
Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar’a dönersek novellanın, tez ve antitez kavramlarını biz okurlarına öncelikle karakterleri üzerinden aktardığını görebiliriz. Birinin ismi Kara -siyah, karanlık-, diğerinin ki siyahı aydınlatan Luçe -ışık, aydınlık- Luçe Kara’yı aydınlatabilir. Ona yol gösterebilir. Tez ve antitezin birlikteliği sentezi ortaya çıkarır. Kara ve Luçe birbirini tamamlayabilir. Luçe, Kara’yı bastırabilir. Luçe Kara’ya yol gösterebilir. Bize farklı görüş açıları katabilir.
“Bir şeyin ışık altında görünürlüğü başka, karanlığın içinde seçilirliği bambaşka.” Syf.32
Bir mağaranın ağzını örten devasa kaya geçit verir mi? Çok zor. Gayri muntazam koca bir kütle kopup yuvarlanıyor ve Yuva’nın girişine dayanıyor. Kütlesel olarak mağara girişinden büyük bir kaya, girişi kapatır. Hayır, kapatmaz. Diyebilir miyiz? Diyebiliriz. Kaya yuvarlanırken aldığı sert darbelerle dış çeperinde parçalanmalar olabilir. Ufalır ve mağaranın ağzını tamamen kapatmaz. Bundan da şu senteze varabiliriz; ne kadar büyük olursa olsun zorluklar yıldırmasın, elbet bir kırılma noktası vardır, ufak da olsa bir çıkış sunar.
Kara ve Luçe bir ütopya hayaliyle distopyanın içinde yürüyor. Umutsuz bir umut besleme çabası. Tükettiğimizi yerine koymak her zaman düşünüldüğü kadar kolay olmuyor. Özellikle mevzu bahis doğa olduğunda yıllar, yıllar sürebiliyor. Çok hızlı tüketilir ama telafisi meşakkatlidir. İnsanoğlu dikkatsiz bir tüketicidir. Kötü muamele ettiği doğanın kendine karşı savaş başlattığı inancındadır. ‘Doğa öç alıyor,’ deyip vicdanını rahatlatır. Doğa öç almaz, içinde kin biriktirmez. İnsan vahşiliğiyle doğayı bilinçsiz kullanır. Mükemmelliği, güzelliği sunan doğanın döngüsünü anlayamaz. Yaşamın antitezi olan ölümün kucağına düştüğünde kendi bedeniyle doğaya hayat verdiğini idrak edemez. Tüm yaşamını ölüm sonrası kavuşacağı o bir avuç toprak uğruna çalışarak geçirdiğinin farkında değildir.
“Bir avuç toprağın kıymeti hiçbir şeyde yok, hiçbir şeyde. Pek çok insan gömülecek bir yer uğruna çalışıyor. ………………. Bir dinlenme düşlüyorlar, dizlerinde bir parça derman kaldıysa hep bundan. Sonunda toprağa genişçe uzanabilme arzusu. Çağırdıkları tek şey bu. Dibine düşen yemiş nasıl gübreliyorsa kendi ağacının kökünü, öyle bir yayılmak yeryüzüne, hiç çıkmamacasına. Yağmur o zaman yağmur, güneş o gün güneş olacak, dünya o vakit yerine oturacak, kulaktaki deli edici çınlama o dinginlikte nihayet susacak, en ağır hareketi bile duyulacak rüzgârın, uzakta titreyen su duyulacak ve yıldız kaplanacak yeniden gök, ot kokacak gündönümleri. Örttüğü ölünün yere kaynayışıyla iştahı kabaracak toprağın. Yaşaması oysa ölmesi de bu olacak, hevesle kana kana.” Syf.16
Materyalist felsefe bize canlı veya cansız bütün nesnelerin bir değişim içinde olduğunu söyler. Değişim dış etkenlerle desteklenip içten içe meydana gelir. Doğa kendi içinde değişken; yağmur sularının toprağa karışmasıyla ondan aldığı minerallerle beslenir, büyür, tomurcuklanır, çiçek açar. Dış etkenlerle bu süreç başkalaşım geçirir; mevsimlerdeki değişiklikler ve insan faktörü. İnsan mevsimleri de küstürüp değişmeye zorlar. İnsan eliyle havaya salınan gazlar, kimyasallar dengeyi bozar.
“Ansızın ortaya çıkan çöküntüler bazen bir çakıl bazen de koca bir kaya genişliğinde açılarak tozu dumana katıyordu. Bu ne zaman olsa peşi sıra bir hareket kopuyor, yaban arıları toz kaldıran yer yuvarlarına toplanarak gözden kayboluyordu. Her yuvarda onlar için cazip bollukta nektar saklıydı. Arılar bir zamanlar çiçek tozlarıyla yaptıklarını şimdi kehribar bir tat uğruna yuvarların külüyle yapıyordu. Bitkileri gezdirip çoğalttıkları gibi bu katran çöküntüleri yaşatıp dünyaya yayıyorlardı. Arıların devinimi yepyeni bir yer örtüsünün, ardışık bir yüzeyin habercisi sayılmalıydı ama bunu gören yalnızca çocuklardı. Onlarınsa tanıklığı kabul değildi. Akli melekeleri geçersiz kılınmıştı.” Syf.29
Peki ya sular? Azı karar, çoğu zarar, girdiği kabın şeklini alan öngörüye asla mahal bırakmayan suyun hem insanlık için faydalarını hem de insanlığın sonunu hazırlayan zararlarına odaklanın. Bir yanda varlığı temsilen tez, diğer yanda yokluğu temsilen antitez. İnsanoğlunun doğaya yüklenmesi ve doğanın içten içe enerji biriktirerek bir süre sonra o enerjiyi insana karşı kullanması.
Doğanın süreğenliğini sağlayan arılar toz ve su buharında yok olduklarında dünyayı bekleyen tehlike insanın kanını dondurur. Düşünsenize etrafta bir metrekare yeşil alan olmadığını, ağaçların kupkuru dallardan ibaret olduğunu, dünyaya renk, armoni katan bir tek çiçeğin olmadığını gözünüzün önüne getirin.
“Arılar, toz ve su buharında gözden kaybolmuştu. Toprağın kabuk bağlamış yanıkları yağmur suyunu bir türlü kabul etmiyordu. Sular yere vurdukça toz kaldırıyor, kile dönüşen yüzeyden köpürerek kayıp geçiyordu. Kısa sürede önüne kattığı her şeyi sürükleyen akıntılar oluşmuştu. Kara henüz suyu tanımıyordu. Bu olağanüstü şeyin kendisine döneceğinden değil uzaklaşıp sönüvereceğinden endişeliydi. Kültoprak ne olursa olsun yağmurun bir damlasını dahi içmiyordu, o da bu sayede kuyruğunu vurarak coşuyordu. Yuttuklarıyla şişip büsbütün kabaran sular sonunda Kara’yı saçağın altında kıskıvrak yakaladı. Orada daha fazla kalamayacağı kesinleşmişti. Suyun her şekle bürünebileceğini, kaskatı da olabileceğini Kara şimdi canı yandıkça anlıyordu.” Syf.35
Evet, Deniz Gezgin bize zor bir metin bırakıyor. Ama bunu düşünselle sınırlandırıyor. Çünkü tertemiz bir dille yazıyor. Okuru kelimelere yoğunlaşmaktan azat ediyor. Eh biz de biraz çaba harcayıp düşünelim! Kitapların önümüzde açtığı ufka doğru kanat çırpalım. Baktığımızda o ufuk öyle ulaşılmaz ki! İnsanı hep biraz daha enerji sarf etmeye zorluyor. Ufka uçarken aşağıda gördüğümüz birbirinden farklı yerleşim alanları, bitki örtüsü, toplu iğne başı büyüklüğündeki insanları, irili ufaklı dağları, denizleri, gölleri, çeşit çeşit türdeki hayvanları ayrıştırmayı öğreniyoruz. Belki bazen pike yapıp bizde merak uyandıran nesneye yaklaşıp, ona yakından bakıyoruz. İnceliyoruz. Sonra yeniden havalanıp ufka ulaşmaya çalışıyoruz.
Kitap okumak, ufka uçmak demektir.
GÖZLER KANATLAR ÇİÇEKLER KUYRUKLAR
Deniz Gezgin
Can Yayınları, 2023
96 s.
Comments