Hastalığı iyileştirmenin bedeli: Atılgan’ın öfkesi
"İçin için biliriz ki anlatmak da, yazmak da, düşünmek de, arayışın ta kendisidir. Yusuf Atılgan arar. Onu en çok arayışı ele verir. Ve okurunu kendine bağlar, sevdirir, sevdirir…" Oylum Yılmaz, romanları bağlamında Yusuf Atılgan ve edebiyatı üzerine yazdı.
Tarihlerden 1950’lerin içinde bir yerlerdeyiz, iki ana akım yer bulmuş kendine Türk edebiyatının içinde: Toplumsal gerçekçi sol yazarlar ve varoluşçular. Ancak tıpkı modernitenin içinden önlemez bir şekilde uç veren, her şeyi bozuma uğratan postmodernite gibi, kıyıda köşede kalmış bir adam, başka bir şeyler yazmakta, yaşamakta ve düşünmektedir… Kasabalar hiçleşir, şehirler kasabaya döner, geçmişin zenginliği yerinde yekpare kalır da şimdiye hiç değmez, yansımaz, dokunmaz olur. Cinsel doyum bir ergen düşü olsa olsa, sevgisizlik bireyin içini ve dışını almış, insanın iç dünyası en az dış dünyası kadar çoraklaşmıştır. Çünkü bir köşede Yusuf Atılgan yazmaktadır…
Ortada ağızdan hiç gitmeyen bir kupkuru tat, iştahsızlık, tekdüzeliğin deliliğe en yakın hali, belki biraz arayış, sevgiye dair zayıf bir inanç ya, yine de hep ama hep geri dönen, umutsuzluk ve sıkıntı vardır. Sıkıntı dile döner, dilin kendisi olur sıkıntı. Yusuf Atılgan var olur. Sıkıntılıdır… Bir alaycı kahkahası bile yoktur Atay misali içimize rahatlık veren. Rahatsızdır… Rahatsızlıktan kendine bir yazın evreni yaratıp yaratıp yok eder. İnsafsızdır… Hümanizm içinde ne zaman ölmüştür bilinmez ama bizim içimizdeki insanı insafsızca en iyi o anlatır. Yine de için için biliriz ki anlatmak da, yazmak da, düşünmek de, arayışın ta kendisidir. Yusuf Atılgan arar… Onu en çok arayışı ele verir. Ve okurunu kendine bağlar, sevdirir, sevdirir…
Hiç-adamlar: Arayışların ve bulamayışların kahramanları “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Umutlu ya da belki umutsuz diyebileceğimiz o arayışı daha ilk cümleden itibaren başlatır Yusuf Atılgan ‘Aylak Adam’da. Büyük şehir hayata dair türlü çeşit olanakların da sahnesi gibi görünür ya, romanın hemen ikinci cümlesi bu olanaklılığı siler süpürür insafsızca: “Bu sıkıntı garson yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.” Bakışın öznesi olarak dolaşır aylak adam şehirde. Bunun gücünü, iktidarını, rahatlığını yaşar. Ama dramatik bir şekilde yine şehirde dolanırken, yaşarken, bakışın nesnesidir aynı zamanda ve bunun verdiği sıkıntının, rahatsızlığın haddi hesabı yoktur. Bu sıkıntıyla boğuşur durur kahramanımız. Yani C. Onun adını bile söylemez bize Atılgan. İsim dediğin nedir ki, daha biz kim olduğumuzu bile bilmeden bize verilmiş anlamsız bir sözcük. Bir insan hakkında fikir verebilecek en son şey…
Aylak adam, adı üstünde hiçbir şey yapmadan dolaşır şehrin, kışın, baharın, yazın ve sonbaharın içinde. Roman dört mevsime bölünmüştür ironik bir şekilde. Zira doğaya dair hiçbir his, hiçbir anlatım zenginliği, sezgi, ifade, ima yoktur metnin içinde. Aylak adam arar, şehrin yarattığı tesadüflerin içinde sürüklenir, kadınların peşine takılır, sinemalara, muhallebicilere girer çıkar, tramvaylara, otobüslere iner biner… Sıkılır, sıkıntıdan kurtulmaya çalışmaz, içinde sıkıntıdan kurtulacağına dair bir ümit yoktur, sıkılmaktan bir tür var oluş tutturur. Atılgan’ın Aylak Adam’dan sonra kaleme aldığı Anayurt Oteli’nin efsaneleşmiş anti-kahramanı, hiç-adamı Zebercet’in var olma mücadelesi ise takıntılar üzerinedir ya, hikayenin geçtiği taşra kasabasının kendisidir bu defa sıkıntı. Tüm olanaksızlıkları, çıkışsızlıkları ve tekdüzeliğiyle taşra kasabasının ruh hali Zebercet’in içinde bir nabız gibi atar. Hikaye boyu geciken Ankara treniyle gelen esmer kadının geri dönüşünü bekler Zebercet. Kadın, gelmez… Bütün hayatını bu takıntılı bekleyişe çevirir Zebercet; kadın gelmedikçe, arzu nesnesi eline geçmedikçe, bu hayal kırıklığını giderecek, onun yerine koyacak bir şeyler de bulamaz hayatında. Aylak Adam ümitsiz arayışın romanıysa Anayurt Oteli kesinlikle bulamayışın romanıdır. Zaten orada biryerlerde hiç olmayan bir şeyi bulamayışın romanı, yazgısı… Modernitenin sonu, Atılgan’ın mizacı Bulamayışın büyük trajedisini kavrayabilmek için hiç kuşkusuz arayış izleğine dalmak gerekir. Arayışın kaynağında ne vardır peki? Bu büyük sıkıntıyı giderme ihtiyacı mı, yoksa o doyurulamayan arzuyu duyurma, tatmin etme güdüsü mü, ki insanı bu anlamda yaşamda tutan? Aslında her ikisi de. Aylak adam hiç yılmadan, kendisinden beklenmeyecek bir kararlılıkla, büyük bir umutla ‘o’nun peşinde, ideal aşk imgesini bulmak suretiyle, sıkıntıdan kurtulma ümidindedir. Bu noktayı Nurdan Gürbilek eşliğinde açmaya çalışalım. Gürbilek “Yer Değiştiren Gölge”de, bir an Ahmet Hamdi Tanpınar’la Yusuf Atılgan’ı karşılaştırır. Tanpınar Atılgan’ın edebiyat fakültesinde hocasıdır ve Atılgan yazarlık mizacında Tanpınar’ın büyük bir etkisi olduğunun altını çizer. Gürbilek buradan yola çıkarak Tanpınar’ı modernitenin başına, Atılgan’ı ise sonuna koyar. Dış dünyadaki daralmayı, bozulmayı hissedip zenginliği, bütünlüğü iç dünyasında arayıp bulandır Tanpınar. Modernizmin başlarında insan ruhu için hala bir ümit vardır çünkü. Geçmişin yokluğundan bile beslenmeyi sürdürür, rüyanın diliyle konuşur, rüyanın içinde yaşar, her şeyi, tüm yaşamı bir rüyanın içine dahil etme arzusundadır. Oysa modernizmin sonlarına geldiğimizde acıyla görürüz ki, ruhun bütün beslenme kaynakları kurumuştur. Atılgan için, ne iç dünyasında ne dış dünyada ‘değer’ bir şeyler vardır. Kuru, çorak, kısır, sıkıntılıdır hem ruhu hem de dışarıdan ona doğru her gelen.( Söz gelimi Saatlerin Tıkırtısı adlı öyküsündeki anlatıcı, tekdüze bir hayatın içinde yaşayıp giden saat tamircisinin bir gün gelip en nihayetinde saatlerin yapıldığı, o dağları karlarla kaplı güzel yeri merak edeceğini hayal eder. Ancak bundan derhal vazgeçer. Böylesine insani, insanın iç ve dış dünyasını zenginleştirecek bu türlü bir merakı kahramanına sözde bile olsa, hayal ettirmekten yoksundur. Darlığın, yoksunluğun, derinliksizliğin duvarlarını kalınlaştırır da kalınlaştırır.) Karşıtlıkları bir bir sıralar Gürbilek: “Huzur’un, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün, Bursa’da Zaman’ın yazarı ile Aylak Adam’ın Saatlerin Tıkırtısı’nın yazarı: Biri bütünsel, yekpare bir zaman arayışında diretiyor, öteki çoktan vazgeçmiş bundan; darlığın, rutinin alanına çekilmiş, kulağını saatlerin tekdüze tıkırtısında yaşanan bir hayatın sesine dayamış. Biri estetiğini rüya üzerine oturtmuş, her şeyi geniş imkanlı bir rüyanın içine çekmeye çalışıyor; öteki rüyaya malzeme oluşturan sıkıntılı içeriklerle uğraşıyor. Biri ‘biz’ diyebiliyor hala, birlikten, süreklilikten yana; öbürü ‘ben’ demekte bile zorlanıyor. İki farklı mizaç, iki farklı dil.”
Peki nasıl olmuş da Tanpınar Atılgan’ın yazarlık mizacını etkilemiştir? Yazara göre Atılgan Tanpınar’da bulduğu ideal aşk nesnesinden, mutlak doyumdan vazgeçerek, bunun ötesine cesurca bir adım atarak yazmıştır: Öteki’nin kötücül, bunaltıcı, insanı boğan yüzünü kabullenmiş, bu yüzleşme neticesinde duyduğu sıkıntıyla baş etmeye çalışarak kendini bir yazar olarak var etmiştir.
Öfke vardır tabii bir de… Aylak Adam’ı aylaklaştıran, melankolik Zebercet’i bir caniye dönüştüren, Yusuf Atılgan’ı bir yazar olarak hem var eden hem de bir o kadar toplumdan, okurlarından ayıran… “Biliyordu, anlamazlardı”, diye sona erer Aylak Adam. Burada konuşan kimdir? Kahramanı ile yazarını ayırt edemeyiz çoğunlukla. Kahramanla anlatıcıyı aynı sese, aynı söze hapsetmiştir çünkü Atılgan. Dil, daralır daralır. Cümleler kısadır, kısacıktır. Di’li geçmiş zaman damgasını vurur metne, yazar anlatım biçimiyle sanki geniş zamanı bile daraltır. Öyle bir an gelir ki anlatıcı da kahramanı da ve hatta yazar da yok olur. Sanki ortada, onları var eden, bir tek öfke kalmıştır. Öfkeleri kuntlaşmıştır Atılgan’ın kahramanlarının. Atay’daki insanın içini hafifleten alaydan eser yoktur onlarda. Öfkeleri asla hicve varmaz, kimse kendi kendisiyle alay etmez, edemez. Sıkıntının ciddiyeti baskın çıkar hep. Neden? Doyurulmamış cinsel arzuların bunda bir etkisi var mıdır? Zebercet, cinsel ilişkiye girdiği halde hep uyuyan, ona gerçek anlamda bir doyum veremeyen ortalıkçı kadını bu öfkeyle öldürmüş gibidir biraz da. C, askerde parmaklarını kütleten Amerikalı askeri, farkında olmadan onun B.’ye ulaşmasını engelleyen taksiciyi yine aynı tür bir öfkeyle döver sanki. Cinselliği tam anlamıyla uyanmış ama toplumsal olarak doyuma ulaşması engellenen ergenler gibidir Atılgan’ın kahramanları.
Cinselliğin sürtünme hali
Sadece kahramanlar değil, şehrin ve kasabanın kendisi de birer doyurulmamış cinsel arzular bütünüdür aslında Atılgan’ın edebiyat evreninde. Bütün şehir ve kasaba sanki birbirine sürtünerek yaşar, devinir. Ama o kadar. Daha ileri gidilmez, gidilemez. Tramvaylarda birbirlerine sürtünenler, sinemalarda tanımadıkları insanların kollarına yaslananlar, masa altında dizlerini birleştirenler, sözgelimi bir muhallebicide birbirlerinin ellerini bile öpemezler. Yatak odaları da aynıdır. Toplumsal baskılar, kalıplar o kadar yerleşiktir, o kadar sindirilmiştir ki, sanki iki kişinin arasındaki o en mahrem anda bile koskoca bir halk vardır. Hareketler donuklaşır, kimse gerçekten kendisi olamaz, zevk veremez ve alamaz. Aylak adam buna da çok öfkelidir. Kalıpların dışına çıkmayı başarabilen, üç oda bir mutfaktan başka bir şeyler de düşünebilen, makyajsız, süssüz, topuksuz ayakkabılarla gezebilen bir kadın arzulamaktadır; gerçek, saf, ikiyüzlülükten azade bir ilişki arzulamaktadır. Belki de hepsi bir yana, sadece sürtünmekten bir adım olsun ileri gidebilen duygusal ve cinsel ilişkiler…
Carl Gustav Jung, ‘Anılar, Düşer ve Düşünceler’ adlı kitapta, çocukluğunda gördüğü bir rüyadan söz eder. Yemyeşil bir çayırın ortasında yere doğru açılan bir kapı vardır. Bu kapıyı açıp merdivenlerle yerin altına indiğinde karşısına ortaçağvari bir taht odası çıkar. Odanın tam ortasında duran tahtın üzerinde dev bir fallus, tepesindeki tek bir gözle çocuk Jung’a doğru bakmaktadır. Daha küçücük bir çocukken bastırılmış cinselliğin ve katı toplumsal koşulların ötesine geçip, bilinçdışının temel imgeleriyle yüzleştiğini söyler bu rüya aracılığıyla Jung. Düşün sonunda annesinin ona seslendiğini duymuştur, “İyice bak ona! İnsan yiyicidir bu.” Jung yıllar sonra fallusun insan yiyici bir simge olarak kabul edildiğini öğrenmiştir. Yani, karanlığın, kötülüğün, tanrının kötücül yönünün, içimizdeki öteki’nin simgesi… Atılgan’ın başta da belirttiğimiz gibi modernitenin sonunda duran bir yazar olarak, en parlak yanlarından birisi, Jung’un rüyasına benzeyen (ondan farklı olarak pek de büyüleyici olmayan) bir şekilde, insan yiyiciyi fark etmesi, onunla kösnül bir şekilde baş etmeye çalışmasıdır belki de. Öfkesini, eleştirisini, yaratıcılığını ona doğru çevirmesidir…
Yusuf Atılgan’ın sıkılmaktan bir dil yarattığını söylemiştik. Dilinin bile sıkıldığını, daralmanın metinlerindeki her kelimeye sindiğini. Bu konuda o kadar başarılı olmuştur ki yazar, her hikayede bekleyegeldiğimiz iniş ve çıkış anlarını bile durdurmuş, durağanlaştırmıştır. Cinsel ilişkilerin, cinayetlerin, kavgaların, öfke patlamalarının, duygusal yakınlaşmaların, sarsıcı itirafların geçtiği sahneler okurun içinde hiçbir heyecan, özdeşleşme duygusu yaratmaz tuhaf bir şekilde. İçimizde hiçbir kıpırtı olmaz. Zebercet’in ayakyoluna gidip işeyip ellerini yıkadıktan sonra gelip bir sigara daha yakmasıyla, cinayet işlemesini, Anayurt Oteli’nin kedisini ve hatta kendisini öldürmesini aynı mesafeden, ya da mesafesizlikten diyelim, okuruz.
Öfkeye, özellikle de yazarın öfkesine geri dönecek olursak. Aylak Adam’ın yayımlandığı tarihlerde Atılgan’ın toplumdan kopuk bir yazar olmakla eleştirilmesi, onun üzerinde bir öfke yaratmış mıdır acaba, diye düşünmeden edemem hep. Her anlamda toplumun yalanlarından, ikiyüzlülüğünden, çarpıklığından, anlamından boşalmış kalıplarla işleyen sisteminden tiksinen, onun içinde gerçek ve saf bir şeyler bulmaya çalışan aylak adamın niyeti sıkı bir toplumsal eleştiriye imza atmak değilse eğer, nedir ki? Atılgan, açık açık gösterir bize, toplumsal hayat, bir hastalıktır. Hatta varoluş bir hastalıktır. Ve işte burada yeniden geliriz arayış düşüncesinin temeline. Çünkü, yazmak iyileşmektir, yazmak iyileşme umuduyla arayışa çıkan ruhun göstergesidir. Hastalığı iyileştirmek için yazan kişi hastalığını da, cümle zayıflıklarını da ortaya döker, açık eder, gelgelelim. O, eleştirdiği her şeyin ortasına, ben de sizlerden biriyim aslında diyerek çırılçıplak çıkıvermektedir. Atılgan aslında ne kadar öfkelense, yeridir.
Kaynaklar Yer Değiştiren Gölge, Nurdan Gürbilek, Metis, 1995. Mağdurun Dili, Nurdan Gürbilek, Metis, 2008. Anılar, Düşler Düşünceler, Carl Gustav Jung, hazırlayan: Aniela Jaffé, Can Yayınları, 2001.
Comments