top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

"Hepberaber" inanırsak başka bir dünya mümkün üzerine...

Deniz Zeka ve Meltem Sezen Kılıç, Ece Temelkuran ile Hepberaber adlı kitabının odağında, hayat, gençler, inanç hakkında söyleşti: "Bir mozaiğin parçası olmak için bir renk, kendinden ne kadar vazgeçmeli? 'Hepberaber' olmak istiyoruz, ama kendimizden vazgeçmek istemiyoruz."

Deniz Zeka ve Meltem Sezen Kılıç


Ece Hanım merhaba kitabı okurken baştan sona İnanmak sözcüğü eşlik etti bize. İnanmak sözcüğünün Batı dillerindeki anlamlarına baktık, Latince kökenli “Credere” sözcüğünden türemiş “kalbini koymak” anlamındaymış. Gerçekten insan olarak inanmaya ihtiyacımız var, bunun yanında inanılmak da istiyoruz. İnsan olarak bunu da hak ettiğimizi düşünüyoruz. Fransız sokak sanatçısı JR “bir insanın 26cm.'den gözlerine bakarak onun fotoğrafını çekerseniz, o insana bir daha kötülük yapamazsınız, çünkü artık birbirinize inanırsınız” diyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Evet, kreate, kreado Fransızca kruva, kalp, inanmak; bunlar bağlantılı şeyler, biz bilimsel olarak beynimizle düşündüğümüzü, hissettiğimizi biliyor olmamıza rağmen kalbe çok önem atfediyoruz. Empati de buradan geliyor, ben her ne kadar empati sözcüğünün, çok çürümüş bir sözcük olduğunu düşünsem de, bakmaktan ve anlamaktan geliyor empati. Biliyoruz ki, bildiğimiz, anladığımız şeyi severiz. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bir belgeselde izlemiştim, öldürülecek insanların sırtları dönüktü, çünkü öldüreceğin kişinin yüzünü görürsen öldüremezsin. Öldürebilmek için görmemek gerekiyor. Aslında bakmak, görmek, biz istemeden bizi birbirimize bağlayan bir şey ve bakmakla görmek refleks olarak sevgiyi, anlayışı, şefkati ve insani başka duyguları da yaratıyor. Bu yüzden körleştirmeyi seçiyorlar. Bu çok şiirsel bir şey, insana dair çok şiirsel bir şey söylüyor bence. Bir kere görürsen kötülük edemezsin, sizin söylediğiniz gibi.



Ece Hanım Hepberaber’de de altını çiziyorsunuz. Kimse birbirine benzemeye çalışmadan, kendi değerlerimizi kaybetmeden ortak bir sinerji yaratarak aynı yerde durmayı başarabilecek miyiz? Nasıl "hepberaber" olabileceğiz?

Hımm, imkansız bir soruyla karşı karşıyayız. Sizin sorduğunuz soruyu şöyle algılıyorum ben: Bir bütünün parçası olmak için, birey kendinden ne kadar vazgeçmeli? Ya da bir mozaiğin parçası olmak için bir renk, kendinden ne kadar vazgeçmeli? Bence yeni kuşağın dünyaya sorduğu soru da bu zaten. Ben bunu Seattle ayaklanmasıyla başlatıyorum, Tahrir, Gezi, Yunanistan, İspanya’daki gösterilerin hepsi bütünün parçası gibi geliyor bana. "Hepberaber" olmak istiyoruz, ama kendimizden vazgeçmek istemiyoruz. Şimdi insanlık bir sürü şey öğrendi, son yüzyıl boyunca. Özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler'in kurulmasıyla, arkasından İspanya iç savaşıyla, vs vs. Tarih son yüzyılda bize birçok şey öğretti. Bunlardan biri de, totaliter rejimler hangi tarafta olursa olsun siyasal spektrum bireyi ortadan kaldırıyor ve bireye büyük haksızlık ediyor. Dolayısıyla inandığımız davalar son yüzyıl boyunca, totaliterizmin etkisiyle bizi hayal kırıklığına uğrattı. Bu yüzden kimileri şuna inanıyor, ideolojiler öldü, ideolojilerin dışında, politikanın ötesinde postpolitik dünyada yaşıyoruz. Ben buna inanmıyorum, ama bu anlayışın geldiği yeri de görüyorum. Yeni kuşak, ilerici hareketler; hem politik olarak hem ahlaki olarak böyle bir şeyin imkanını arıyorlar ve her seferinde de yarattıkları hareketle protestonun içinde böyle bir hayatın numunesini oluşturmaya çalışıyorlar. O yüzden Gezi’de çok mutluydu insanlar. O kadar şiddet olayı olmasına rağmen bir varoluşsal neşe yaşıyorlardı, çünkü kendileri olarak oradaydılar, hiç değişmeleri gerekmeden yine de insanlarla birlikte olabiliyorlardı. Aynı neşe, aynı varoluşsal neşe, Tahrir’de de vardı, Occupy Wall Street hareketlerinde ya da Honkong’daki hareketler de vardı. Şimdi bu varoluşsal neşenin sebebi, bir süreliğine, hakikaten o "hepberaberlik" duygusunu, kendini azaltmak zorunda kalmadan, kendi renginden vazgeçmek zorunda kalmadan, başkalarıyla yaşamış olmak. Bizim meselemiz insanlık olarak bugün, bunun sürdürülebilir bir durum mu, yoksa bu karnavalesk halin, sadece toplumların bazı zamanlarda kendi kendilerini o güzel aynada görüp aşık olduğu geçici olaylar mıdır; yoksa biz bunu sürekli hale getirebilir miyiz? Sorusuna yanıt bulmak. Bu, bizim insanlık olarak yakında şunu sormamıza neden olacak: İktidar olmadan güç olabilir mi? "Hepberaber"’de anlatmaya çalıştığım enkaz yerine mercan kayalıklarını seç bölümünde, anlatmaya çalıştığım buydu. “İktidar olmadan güç olabilir mi?” sorusunu cevaplayabilmek için, biraz geriye, insanı nasıl tarif ettiğimize dönmemiz gerekiyor. Bilinmektedir ki, şimdiye kadar insanlar her zaman bir yönetici tarafından yönetildiler diye bilinirdi. Oysa birçok yeni araştırmalar insanların her zaman bir iktidar tarafından yönetilmediğini de söylemeye başladı. İnsanların, aç gözlü, kendi kendini yönetemeyen, rekabetçi birer varlık olduğuna dair kabulümüzün nedeni, insanlık tarihinin bize başka türlü anlatılmış olması ve bunun genel kabul görmüş olmasıdır. Ben bunu ahlaki ve politik bir seçim yaparak değiştirmeye çalışıyorum Hepberaber’de. Tarihsel olarak da bunun gerçek olduğu, insanın böyle bir varlık olmadığını anlatan kitaplar da var. Şimdi, sorduğunuz soruya dönersem, insanlar "hepberaber" kendi renginden vazgeçmeden birarada olabilirler mi? Kendi kendilerini yönetebilirler mi bir lider olmadan, dolayısıyla iktidar olmadan güç olabilir mi? Evet, olabilir. Kesinlikle mümkün çünkü daha önce oldu. Yeni kuşak bunu özellikle arıyor ve aramaya da devam edecek. O kollektif arayışı cevabı veriyor bize.



Ece Hanım, tüm bu insani değerler bizi "hepberaber" olmaya götürecek diye sevinirken artırılmış gerçeklik denilen bu yeni teknolojik gelişmeler korkutucu geliyor. Yaşadığımız çağın ruhunu hissetmek ya da onunla senkronize gitmek denildiğinde neler yaşayacağımızı dönemiyoruz? Metaverse denilen bu yeni evrende kim yönetecek bizi sorusu insanların kafasını kurcalıyor. Neden bir yönetici olsun. Neden parayı elinde tutan bir merkez bankası olsun? Neden bizim adımıza kararlar veren birisi olsun? Gerçeğin çok fazla parçalanmış olması insan olarak bizi kendimizden uzaklaştıracak mı acaba?

Kısa cevabımı vereyim; Hayır. Sonra da uzun cevabımı vereyim. Araçlar bizim düşünme biçimlerimizi değiştirir ve her bir iletişim aracı icat edildiğinde, bizim insanlıkla ilgili algımız, kendimizle ilgili algımız, öğrenmekle ve bilgiyi yaymakla ilgili yöntemlerimiz, dolayısıyla bunların içeriği de değişir. Biz şimdi çok yeni bir icatla karşı karşıyayız. Bizler santrale şehirlerarası telefon görüşmesi yazdırılan dönemi biliyoruz. Telgraf bizim hayatımızda var olan bir şeydi mesela. Şimdi telgraf bir vintage hoşluk olarak kaldı. Yeni dönemin gelişmeleri olan; sanal gerçeklik, metaverse, digital medya... vs. Biz bunları yeni keşfediyoruz ama dönemin gerçekliği bunlar. Şimdi için mektuplar letters from know böyle bir girişim, çünkü bu digital dünyada bütün insan ilişkilerinin biçimi değişti. “Digital bir evrende insani ilişki mümkün olabilir mi?” diye başlattığım bir şey mesela. Twitter, instagram facebook... Biz bunları kamusal birer alan gibi düşünüyoruz ve öyle davranıyoruz, ama değiller, bunlar birer şirketler ve biz birilerinin bahçesinde bu iletişimleri yapıyoruz. Her değişen araca o kadar kolay uyum sağlanmaz, “Hoop hadi Metaverse geldi, hadi bütün ayarlarımızı değiştirelim.” bu o kadar kolay bir şey değil. Bunlar daha çok yeni neslin araçları, gençlerin bu araçları kullanmak ve insanileştirmek konusunda başarılı olacağını düşünüyorum. Neden? onlar dokununca değişen ekranlara doğdular. Oysa bunlar bizim için çok yeni araçlar. Onlar bu araçlara doğdukları için onlarla düşünmeyi öğrenecekler. Bizim neslimiz sadece keşfediyor. Biz bunlarla düşünmeyi öğrenmedik, bakalım neler olacak.


Edebiyatı değiştirir mi bu değişimler?

Değiştirir tabi ki, değiştirmeli de zaten. 360 derece gösteren kameralar var, kimse bu kameralar için senaryo yazamıyor, çünkü öyle bir senaryonun nasıl yazılacağını bilemiyoruz, bilmiyoruz, çünkü biz lineer düşünüyoruz. Ben böyle bir senaryo nasıl yazılır diye düşünüyorum. Bu güzel bir şey. Yani düşüncenin ihtimallerini, olasılıklarını, sınırlarını genişleten bir şey. Niye hep aynı şeyleri yapalım insanlık olarak. Zaten en güzelleri yapıldı. Şimdi yeni şeyler yapalım.



Ece Hanım, sizinle daha önce Bu da Geçer kitabınız hakkında da söyleşi yapmıştık. O kitap “Ne Yapmalı” yı tespit ederken; Hepberaber'de ‘Nasıl yapmalı’ yı tartışıyor diyebilir miyiz? İkisi birbirinin devamı mı acaba? Yazarken böyle mi planlanmıştı, yoksa sonradan mı oraya evrildi?

Planlama demeyelim ama, şöyle bir şey var ki, ben düşünce serüvenini okurlarla paylaşan bir yazarım. Dolayısıyla evet, Bu da Geçer ne yapmalı, ama ondan sonra düşündüm ki, her şey çok akla aykırıyken, her şey insana karşıyken, insanlar niçin bunu değiştirmek için yeterince tepki vermiyorlar, bir araya gelmiyorlar, soru/sorun bu. Soru bu olunca şunu biliyoruz ki, bugün sokağa çıksak “Türkiye’de yaşadıklarınızdan, hayatınızdan memnun musunuz?” desek muhtemelen %80’i “Hayır memnun değilim” der. Peki bu %80 ne yapıyor? Şimdi bu aynı şeyin çapını değiştirip dünyaya da sorabiliriz. Neden harekete geçmiyor bu insanlar? Cevap şu olabilir; yeterince bilmiyorlar ne olup bittiğini ya da neden olup bittiğini. Tamam, diyelim ki bunu da anlattık. Yine harekete geçmediler. Oradaki problem ne? Ben oradaki problemin, insana inanç olduğunu düşünüyorum. Politik baskıyla bu inanç kaybettiriliyor. İnançsızlığın, zamanın ruhu ile yerleştirildiğini iddia ediyorum. Ama bunu böyle bırakmamak gerektiğini biliyorum. Eğer insana inanmak gibi ahlaki bir seçim yaparsak, o zaman politik eylemin önündeki engelin kalkabileceğini savunuyorum, bunu da yazıyorum. Evet doğru, ne yapmalı önce, sonra nasıl yapmalı.



Ece Hanım bu söyleşi için gençlere “umut ve inanç” için ne düşünüyorsunuz? diye sorduk ‘umut’un daha ilahi, bilinmeyenden ya da kendinden daha güçlü bir enerjiden bir şey beklemek olduğunu, inancın kaynağının ise kişinin kendi olduğunu düşünüyor çoğu kişi inanç ayakları yere basan bir anlam içeriyor sanırım.

Ne güzel gençlerle berabersiniz, harika bir şey. Keşke ben de orada olsam. Dünyayla henüz pazarlığa oturmamış, oturmak zorunda kalmamış genç insanlar her zaman doğruyu söylerler. Evet umudun böyle bir tarafı var, bu zor zamanlar için fazla kırılgan bir sözcük; ama daha önemlisi benim için, garip bir ataleti meşrulaştırıyor sanki, çünkü soru şu: “Bugün size umut var desem, ne yapacaksınız, yarın bugünden farklı olarak?” Ya da “Umut yok” dedim, yarın sizin hayatınızda ne değişecek bu sebeple? Dolasıyla geçersiz bir soru, gerçeğimizde bir etki yaratmıyor çünkü. Yaşadığımız gerçeklikte bir sonuç yaratmayan bir soruyu, niye sorup duruyoruz ki?



Ece Hanım, söz verebilme cesareti, insanın kendine inanmasıyla ilgili sanırım. Kendine inanırsan ve karşı tarafa saygı duyarsan birisine söz verebilirsin. Verdiğin sözü tutmak için mücadele edersin. Bu konuda ne dersiniz?

Şimdi için Mektupların üyesi olan bir yazar var. Şöyle bir şey yazmış, çok hoşuma gitti, “İnsanlığın ona inanmam için bir gösteri yapmasını, bir hoşluk yapmasını beklemek çok saçma.” Hakikaten orası doğru, bu kendimizden başlayan bir şey, kendimize ne kadar inandığımızla ilgili bir şey. Oradan başlaması da güzel, çünkü en başta konuştuğumuz, "hepberaber" olurken birey olarak ne kadar var olacağı konusuyla da bağlantılı, çünkü biz, kendimize inanabilirsek ki, bu hiç kolay değil, çünkü ben ne zaman inanç desem mutlaka birilerinden şunu duyuyorum; “Ama inanç kör bir şey.” Bilginin zıttı bir şey; neden bunu yapalım ki, gibi ama tam da benim bu sözcüğü seçme nedenim bu. Burada biraz seçilmiş bir körlüğü tercih etmenin iyi sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Yani insanlığa, yine de her şeye rağmen inanmanın sonucunun bizim için hayırlı olduğunu düşünüyorum, çünkü inancın dinamiği zaten öyle bir şeydir. İnancın nesnesine bir faydası yoktur, inanç öznesini iyileştirir. O sebeple evet, kolay değil doğrusu bu çok zor ve biraz kafa karıştırıcı olabilir. Biraz yorucu olabilir, çünkü umut gibi oturup bekleyeceğiniz bir şey değil. Kendinizden başlayacağınız bir şey.

Yaşam kesintiye uğramıyor, döngüsel bir oluş. Tarihi sürece baktığımızda her şey soğan kabuğu gibi, birbirinin içine geçmiş ve birbiriyle bağlantılıdır, hep üstüne bir şeyler koyarak devam ediyor. Newton fiziği olmasaydı, kuantum fiziğine gidilemeyecekti belki. Evet insana dair çok olumsuz şeyler var, ama insana dair inancı tazelemek, inancı ayağa kaldırmak için de çok neden var. Biraz geçmişe dönüp insanların inançla yapabildiği şeyleri görmek rahatlatıyor insanı. Vietnam Savaşı, Kurtuluş Savaşı... birçok neden var inanmak için. Lineer olarak düşünmüyorum zamanı ve insanlık tarihini.


Zaten zaman lineer bir şey değil. Kolayımıza geliyor. Hayat, devam etmekle ilgili her zaman böyle. Vahşet dolu olabiliyor bazen, ama insanlar güzellik ve anlam yaratarak devam edebiliyorlar ancak. Bu anlam; şiir de olabilir, bir matematik formülü de, bir insana çiçek vermek de, ansızın, sebepsizce bir insana gülümsemek de olabilir. Veya politik eylem olabilir. Anlam yaratan her şey güzelliktir. Güzellik yaratan her şeyin anlam yarattığını sık sık düşünürüm. Evet insanlık tarihi, bu kadar büyük bir şeyi elinin tersiyle itemez. ‘İnsana inanmıyorum’ demek, kibir bence, hem de affedilemez bir kibir. İnsan kendi kendine şöyle düşünmeli, biz hepimiz bir göz kırpmasıyız evrende. İşte sayısız göz kırpmalarından oluşan bir zamandan bahsediyoruz. O kibri gözden geçirmek lazım bence.



Gençlere, sizlerin düşüncelerinizi, politikalarınızı, ahlaki değerlerinizi eserler aracılığıyla ulaştırdığımızda, onlarla köprüyü kurabildiğimiz zaman çok keyif alıyoruz.

İyi ki varsınız. Türkiye çok acımasız bir ülke, biz çok acımasız bir tarihin çocuklarıyız. Belli aralıklarla bu ülkede; insani değerlere inanmış ve daha iyi bir dünyanın olabileceğini düşünen bir grup insan hep tarihin dışına itilmiş. Ya öldürülmüşler, ya gitmişler, ya kendi içlerine kapanmak zorunda kalmışlar, gençlere kendileri olma cesaretini vermeliyiz.


Ece Hanım; eskiden ortak bir hikayemiz vardı, o hikayeler bizi birleştirirdi, henüz çok parçalanmamış, küçük gruplara ayrılmamıştık. Günümüz gençleri çok küçük gruplar halinde, kendi izole yaşamları içinde yaşıyorlar. Ortak bir hikayeleri olmazsa bu "hepberaberi" sağlayabilirler mi?

Güzel soru. Bir kere şunu söyleyeyim, ben 48 yaşındayım. Dolayısıyla gençlerle ilgili ahkam kesecek durumda değilim. Belki de var ortak hikayeleri, biz bilmiyoruz. Çünkü ben onların yaşındayken 48 yaşındaki insanın hikayesini bilmiyordum ve onlar da bizimle ilgilenmiyorlardı. Nitekim biz de onlarla ilgilenmiyoruz ve ortak olamayız onların hikayesine. Olmayalım da zaten. Yakalarından düşelim çocukların. Ama şöyle bir şey var. Bu ortak hikayelerin ortak hikayeler olduğunu, bunların kaderlerini belirlediğini insanlar sonra fark ediyorlar. 30l’u - 40’lı yaşlarda, dönüp geriye bakacaklar, “Bizim ortak hikayemiz varmış, şuymuş” diye. Evet haklısınız çok daha bölümlü, söylem baloncukları içinde yaşayan gruplara döndü insanlık. Bu gençlerle ilgili mesele değil, “Bir Ülke Nasıl Kaybedilir” kitabımda anlatmaya çalıştım, bu gerçekliğin parçalanması sadece teknik bir sorun değil. Gerçekliğin parçalanması politik ve ahlaki bir sorun. Hikayelerin neden bölündüğünü, neden bizim başka başka gerçekliklere inanmaya başladığımızı, bu siyasal ve tarihi süreci bilmek gerekli. 1970’lerin sonundan başlayan ve bugüne gelen bu süreci bilmek zorundayız. Hepimiz tarihin bir ürünüyüz, seçimlerimiz çoğunlukla o tarihin bir sonucu.



Bize dayatılan gerçekler arasında belki de kendimiz seçtiğimizi sanıyoruz ama bizim için tasarlanmış seçimler yapıyoruz. Ne dersiniz?

Öyle zannetmek hoşumuza gidiyor.



Fikrimizi söylemenin ahlaki bir sorun olduğunu söylüyorsunuz. Yani fikrimizin arkasında durabilmek, inançlı olmak demektir. Bunu nasıl öğretmek gerekiyor? İnandığımız şeyin arkasında durabilmek, böyle kaotik bir dünyada, her şeyle bağları koparmak mı gerekiyor? Özgürleşmek için ne yapmak gerekiyor, nasıl yapmak gerekiyor?

Öğretmen olmak ne kadar zor bir şey. Ben kimseye bir şey öğretmedim şimdiye kadar. Dolayısıyla bunu bilemem, ama insanı ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilebilirim. O da arkadaşlık. İnsan ilişkilerinin en soylusu, çünkü eşit bir ilişki, çünkü sen seçiyorsun. Çünkü kendin gibisin, çünkü bir söz veriyorsun, çünkü kendine inanman gerekiyor, çünkü ona inanman gerekiyor. Arkadaşlık, insan ilişkilerinin en soylusu. Dolayısıyla bir arkadaş koduyla, bir arkadaşlık yasasıyla davranmak gerekiyor galiba. Bu şu demek değil, hepimiz denk olalım, yüz göz olalım hepimiz eşitiz. Eşitlik denklik zannedilir çoğu zaman. Arkadaşlık, son derece saygı üzerine kurulu bir ilişki, arkadaşlıktan başka hiçbir tedavisi olmadığını biliyorum bu gibi derin dertlerin. Evet arkadaşlık, başka bir şey değil bunların çözümü. Arkadaşlık, Aristo’dan başlayarak felsefe tarihinde çok tartışılmış bir kavramdır. İnsanı ne yaşatır, arkadaşlık yaşatır. Arkadaşlar değil ama arkadaşlık. O ihtimal. O duygu. O davranış biçimi. O ilişki biçimi yaşatır bence.



Ece Hanım hızla ilgili bir şey sormak istiyoruz. Hızlanmak bizim gerçekle bağımızı koparıyor. Yani o kadar hızlıyız ki; o, özde var olandan kopuyoruz. Sizin yaşamınız nasıl? Hızlı mı yaşam? Çok parçalanıyor musunuz?

Ben evin içinde koşturuyorum bazen. Bugünlerde kendi kendime “yavaşla yavaşla” demeye çalışıyorum. Her şey, her bir uğraş, her iş, kaplaması gerektiği kadar yer kaplasın. Daha az değil. Bunu yapmaya çalışıyorum. Çok hızlıyım maalesef, çok zararlı bir şey.



Bir antropolog Afrikaya gidiyor ve çocuklara “Size meyve sepeti koydum yarışacaksınız, birinci olan o meyve sepetini alacak. Ben size işaret verdiğimde koşmaya başlayacaksınız.” İşareti verdiği anda hepsi elele tutuşuyor ve birlikte koşmaya başlıyorlar. “Neden böyle yaptınız ama yarışmadınız” dediğinde. “Eğer yarışsaydık o ödülü birimiz kazanacaktık ve bunun hiç değeri kalmayacaktı” diyorlar. Oturup hepsi o meyve sepetini birlikte yiyorlar. Herhalde hepbirlikte ubuntu yapmamız lazım. Kesinlikle bizlik duygusunu yeniden hatırlamamız gerekiyor. Merkezde olmaktan biraz vazgeçmemiz gerekiyor.

Evet hep birlikte merkezde olabiliriz belki de merkez yoktur zaten. Bize anlatılan insanla çok alakalı bu. Latin Amerika, Afrika, Asya’da başka bir insanla karşılaşıyoruz ve görüyoruz ki, başka bir hayat mümkün.



Gitmek, bir yerden birinden gidebilmek. Bu sözcük için neler söylersiniz?

Gitmek hiç de öyle neşeli, huzurlu, olduğunuz bir şey değil. Gidilecekse de bu bilinerek gidilmeli. Onurla sınandığınız bir süreç ülkeyi terk etmek, evi terk etmek. Ama insanlık tarihine bakınca gördüğümüz şudur: Evet, en iyi hikayeler yolculukla başlar. Homer’den beri bu böyledir. Herkes kendi Odisis’ini yaşayabilir. Kendi yolculuğuna çıkabilir.



21.yy'ın en önemli becerisi ne olacak sizce? Ne olmalı?

Hımm çok güzel soru. Bunu düşünmedim daha evvel, ama düşünebiliriz beraber. Sanıyorum gezegeni ve insanlığı sürdürmeye yarayacak bir yaşam biçimini gerçekleştirmek en önemli beceri olacak.



20.yy kavramlarına da yeniden anlamlandırmak gerekli sanırım.

Evet, doğru. Kapitalist düşüncede, yani bizim yaşadığımız sistemde ‘anlamaya’ gerek yokmuş gibi davranıyoruz. İnsan denilen şey anlam olmadan yaşayamaz. Sanıyorum bunu kabul etmek de çok önemli bir dönüşüm yaratır. Dolayısıyla o da en önemli şeylerden bir tanesi olabilir, doğru söylediniz.



Neden Küba’da kanser aşısını bulan doktor çok az maaş aldığı halde ülkesinde kalıyor ve orada üretmeye devam ediyor? Saygınlık değerini mi yitirdik kapitalist düzende?

Mutlu olmak diye bir şey var, bana sorarsanız kapitalizm mutsuzlukla çalışan bir sistem. Yani benzini mutsuzluk olan bir makina. “Mutlu olamazsın” diyor “sen 300 dolar alıp mutlu olamazsın, olmamalısın” çünkü “Biz bunu yasakladık.” Bu önemli ahlaki bir mesele. “Ben mutluyuma” izin vermeyen bir sistemdir kapitalizm. Ben mutluyum, bu eski kazakla mutluyuma izin vermez. Adidas giymeden de mutluyuma izin vermez. Saygınlık da o mutluluğun gerekçesi olabilir. Temelde yaşanan duygu durumu, mutluluk. Çok paramız olduğunda mutlu olacak mıyız?” çünkü kapitalizmin vaad ettiği şey “yeterince paranız olduğunda çok mutlu olacaksınız.” Ama “Yeterince ne?” yeterince diye bir şey yok. Mutluyum argümanı, benim için kapitalizmi ortadan kaldıran argüman.



Ece Hanım çok teşekkür ediyoruz.

Ben de çok teşekkür ederim.


HEPBERABER

Ece Temelkuran

Everest Yayınları, 2021

184 s.

Comments


bottom of page