"Hakikat edebiyatın öylesine üstünde bir yerde konumlanıyor ki…"
Aynur Kulak, Melike Koçak ile ilk öykü kitabı Hiçkuşu üzerine söyleşti: "Hemen her öyküde gözettiğim şuydu, anlattığım, gösterdiğim her ne olursa olsun o sorunu, acıyı, felaketi ve daha da ötesinde bana ait olmayan, ama kendimi parçası bildiğim, kıldığım yası sömürmemek, tüketmemek, onun adına konuşmamak, rol çalmamak ve onu yeniden üretmemek."
Melike Koçak’ın ilk öykü kitabı Hiçkuşu’nda coğrafyaya, tene, bedene, toplumsal belleğe, toplumsal cinsiyete, okurun zihnini her an başka çağrışımlarla canlandıracak ögelere, kavramlara dair öyküler okuyoruz. Biz farkında olmasak da bir şeyler değişti yerkürede artık ve Hiçkuşu içindeki öyküler yerküredeki bu değişimi/yenilenmeyi insanla beraber canlı tüm mahlukatı kapsayacak şekilde özgün bir dille aktarıyor bizlere.
Edebiyat öğretmenisin ve uzun süredir kültür sanat üzerine yayınlar yapan edebiyat dergilerinde, internet portallarında yazıların yayımlanmakta. Edebiyat ile olan bağını konuşmak istiyorum fakat öğretmen olmandan da mütevellit bir şekilde; edebiyat öğretilen bir kültür sanat türü müdür, sorusunu sormak istiyorum ilkin.
Edebiyatı öğretmek ne demek, bununla başlayayım izninle. Zira mesele yalan yanlış, çarpıtılarak da yazılmış edebiyat tarihini, yazar şair biyografilerini, akımları, dönem özelliklerini... aktarmaksa -ki bugün bunun için birine ihtiyaç da yok- bu epeyce mümkün, kolay da. Okumayı, tat ve zevk alarak okumayı, metnin içinde onun şifrelerini çözerek, seslerini duyarak dolaşmayı, bulup çıkardıklarını, duyduklarını adlandırmayı, kavramsallaştırmayı ve ifade etmeyi “öğretmek”se -ki bence bu demek- eh, hiç kolay değil. Ama imkânsız da değil. Kurumlar, müfredatlar, ders kitapları, sınavlar vb. araçların çizdiği sınırları zorlayıp, aşındırdığımızda yürüyecek patikalar buluyor, yoksa da icat ediyoruz.
Neredeyse lise hayatım boyunca edebiyat ders notum pek iyi değildi, dersleri o kadar sevmezdim. Şanslıymışım ki sonunda bir öğretmene denk geldim. Biz öğrenciler, diyelim soru çözerken o, masasında Salah Birsel’i kurşun kalemiyle çizerek okuyor, bir cümlede, pasajda heyecanlanıp bizi onun peşine takıp Zonguldak’tan kalkıp Beyoğlu’nda gezdiriyordu, Sait Faik’le Burgaz’a götürüyordu. Testlerdeki paragraf soruları hiçbir zaman sadece paragraf sorusu olmuyordu. Yaşar Kemal’in bir betimlemesini sözcük sözcük okumayı öğretiyor, kendimizi hiç bilmediğimiz Çukurova’da buluyor, oranın seslerini, kokularını duyuyorduk. İzlediği filmler, dinlediği müziklerle bizi sarıp sarmalıyordu. Bizim okuyup, dinleyip, izlediklerimizi sordukça ve biz cevapsız kaldıkça ona cevaplar verebilmek için neler neler okuyup izlemeye başlıyorduk. Tüm bunlar öğrenmeyi, öğretmeyi daha da önemlisi edebiyatla bağlar kurmayı sağlıyordu.
Edebiyatı gönülden sevmen, çocukluğundan itibaren gelen bağın ve sonrasında öğretmen olarak edebiyatı tecrübe etmen, bu yolla edebiyatla kurduğun yeni bağ seni ne tür aşamalardan geçirdi, sana neler kazandırdı? Şimdiki Melike’nin oluşmasında büyük kırılmalar yaşamanın yanında, büyük kazanımlarının da olduğunu düşünüyorum, ne dersin?
Kendimi kurma, kendi oluş sürecimde her ikisinin de vazgeçilmez olmadığını düşünmekle, her ikisini de kutsayıp yüceltmemekle beraber madem bendeler, benimleler, beraberiz o zaman ne yapabiliriz demiş olabilirim hayatımın bir döneminde. Bu soruyu iki açıdan düşünmeye çalışacağım. Öğretmenlik, başlangıçta değilse de zamanla kendini başkasına açmayı, sana açılan başkayı dinlemeyi, duymayı onun sesine, bakışına, tercihlerine açık olmayı öğretebiliyor. Sana ne kadar da uzak, yabancı birilerine kendini nasıl ifade edeceksin, anlatacaksın, duyuracaksın ve onu duyacaksın? Ortak bir zeminde nasıl buluşacaksın? Daha da önemlisi onun yolculuğuna nasıl eşlik edeceksin? Okurken yazanın zihnine açılmak, kurmacanın içindeki dünyada başkalarıyla buluşup onların yürümelerine, durmalarına eşlik etmek, tanık olmakla da yer yer benzer bir durum. Velhasıl okumak, öğretmenlik, edebiyat, eleştiri, inceleme ya da öykü yazmak... bu yan yanalık, aralarına sınırlar çizmeyip hele bir de farklılıklarına rağmen birbirleriyle konuşmaya başladıklarında, anlaşamadıkları zamanlar da dahil esnemeyi, toleransı öğretiyor. Uzun zaman ve emek istiyorlar, o ayrı.
Başka bir açıdan da şöyle, başta da belirttiğim kendimizi kurma/oluş sürecimizde, salt edebiyatla/edebiyatta değil pek çok kırılma anı yaşıyoruz. Hele acının ana coğrafyalarından birisi olan Türkiye gibi ülkelerde. Bunların çoğu kolektif acılar, anlar. Kişisel olanlar da son derece politik. Çocukluğu, ilk gençliği Uğur Mumcu’nun öldürülmesine, Sivas Katliamı’na, 90’ların fail meçhullerine, Susurluk’a gazetelerden tanıklık ederek geçmiş kuşaktanım. Sonrası Hrant Dink’in öldürülmesinden Roboski’ye, kadın, çocuk, trans, hayvan, iş cinayetlerinden kentlerin, mahallelerin, ormanların, zeytinlerin, suyun yok edilmesine yakından tanıklıkla, bu sefer sorumluluk alma, bir şeyler yapma duygusu ve çabasıyla da geçti, geçiyor. Edebiyat çoğu zaman hayatın gerisine düşüyor ya da hakikat edebiyatın öylesine üstünde bir yerde konumlanıyor ki bu saydıklarım ve sayamadığım nicesinin yarattığı kırılma hem kendinle hem de yazıyla, edebiyatla bağı değiştirip dönüştürüyor. Hiçkuşu da böylesi bir sürecin parçası olarak doğuyor aslında.
...nedensizliğe, belirsizliğe akışlarına bırakıp öğretilen dil ve gramerin dışına yol almak.
Hiçkuşu’nun oluşum aşamalarını konuşmak istiyorum seninle. Nasıl başladı bu macera, ilk kelime kağıda ne zaman düştü? Çünkü ilk gözüme çarpan unsur kelimelerin izleği, sonrasında kurulan cümleler ve bu duruma şiirlerin katkısı. Mesela kitabın başında alıntı yaptığın dört şiirin ortak unsur, -ortak sembol daha doğrusu- “balina” Tamamen tesadüf de olabilir bu fakat Hiçkuşu içerisinde yarattığın evreni balinanın karnında toplamak istemiş olabilir misin?
Bu geniş, genel, bilemediğim bir zaman. Hiçkuşu’nun hangi öyküsü ilk yazdığımdı, onun o ilk kelimesi ağzıma ne zaman düştü? Hiç hatırlamıyorum. Bilinçdışımın tıkır tıkır işlediğini biliyorum. Ona müdahale etmediğimi. Her şey olup bittikten sonra, her bir öyküye uzun uzun çalıştığımı. Diyorsun ya kelimelerin izleği. Kelime kelime, hatta ses ses çalıştım. Bunlar, yakın zamanda yazdığım öyküler değil. 2010’a kadar gidiyorlar hatta. Bir toplam. Başkaca toplamlar da vardı elimde, ama ben bu dosyada karar kıldım. Hemen yayımlamak gibi bir telaşım olmadı. Okuyarak, dinleyerek, izleyerek durup düşünüp yazıp bozup kurarak çalıştım. Demlenmesi, dinlenmesi, tamam demek için onların istediği kadar bekledim.
“Yarattığım evreni balinanın karnında toplamak istemiş” olabilir miyim? Bilmem, belki de öyle ya da değil. Öyle olduğunu varsayalım beraber. O karında -ki o yaralı, insanın çizdiği, hırpaladığı karın; Moby Dick’i de anımsayalım- toplamak, parçalar halinde acıyla ve sancıyla sessiz bir çığlıkla döküvermek. Döktüklerimi şöyle bir karmak. Sonra iğneyi elime alıp tek tek işlemek. Böyle bir resim belki. Daha çok da nedensizliğe, belirsizliğe akışlarına bırakıp öğretilen dil ve gramerin dışına yol almak. İstediğim, hayal ettiğim biraz da buydu.
Kuş, Çan, Ten, Masal. Düzenli kurulmuş bir yapı karşılıyor bizleri. Öykülerin başlıklarını bu şekilde belirleme sebeplerin nelerdi? İçten dışa doğru bir yapı var sanki fakat bölümler boyu ilerledikçe ve öyküler arası etkileşimi de düşündüğümde bir tür içler dışlar çarpımına doğru yol alınıyor sanki, ne dersin? Öyküler arasında kurmuş olduğun bu yapının temelini konuşmak isterim.
Bu bölümleme öykülerin izlekleri, imgeleriyle beraber düşünüldüğünde farklı farklı okunabilir sanırım. Kendiliğinden öylece bir sıralama da denebilir. Bölüm, eşik, geçiş, durak... çeşitli adlar vererek Hiçkuşu’nun da dışına çıkarak düşünmeyi deneyeyim.
Kendimle, hayatla, hakikatle ilişkim bütünlüklü değil. Geçişkenliği gözeterek, çeşit çeşit iplikle teyellediğim bir ilişki bu. Tam/bütün/olmuşluk hatasına düşmeme çabası. O hata ki kendisinden devşirdiğimiz güçle de beslediğimiz kibrimizde boğuyor bizi sonra. Kendi iç gözümüzü körleştirmese de bulanıklaştırıyor. Oysa o gevşekçe tutturulmuş parçalar kıpırtılı, her an değişmeye, dönüşmeye meyyal. Her an yeniden sökülüp yeniden teyellenmeye de. O yüzden dikmek değil de teyellemek. Öykülerimin kurgusu da burada tarif etmeye çalıştığımdan ayrı değil.
Girişi, gelişmesi, sonucu; olay örgüsü, çatışmaları, gerilimleri, doruk noktası, oradan inişi, çözümü, merkezi bir olayı ya da kişileri olan bir öykü yazmayı değil de bunların olmadığı hatta inandırmaya, iknâya, dikkat çekmeye, etkilemeye, şaşırtmaya da çalışmadığım bir öykü yazmayı denedim ben. Düşündüğüm, işlediğim temalar da böyle bir yapı/kurgu istiyordu bence. Öykülerin sonunda, eee şimdi ne oldu, sorusuna cevabım yok. Hiçbir şey ama çok şey. Mesele de o çok’u duymak, duyurmak. Onun taşıdıklarını. İşte onun için de sesler, harfler, kelimelerle yazmak. Büyük dille, büyük cümlelerle konuşmak değil. Bunlar da senin sözünü ettiğin çarpımı doğurdu belki. Seslerle, sessizliklerle kurulan bir çarpım, belki imgeler, izleklerle de.
Çöküşün tanıklarıysak olan biteni duymak, anlamak, idrak etmek ve onun karşısında sessiz, dilsiz kalmamak; onu dile getirecek, kaydedecek dili bulmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
İlk öykü ile birlikte toplumsal olanın yapısı konuyor önümüze. Değişime ihtiyacı olan bir yapı bu ve yeniliğe entegre olmaya çalışan bir dille kurulmak isteniyor. Fakat ne mümkün. Anlatım, dil yapısı, kentin gerçekleri ile bunu anlatmaya çalışıyorsun. İlk öykü Kıyamet’i kitaptaki diğer öykülerin kehaneti niteliğinde (haberci kör karga) olduğunu düşünerek biraz bu düşüncelerle okudum. Yaşamda, dilde, ifadede yeni bir yapı inşası söz konusu olabilecek mi, yoksa kıyamet yakın mı gerçekten?
Bu söylediğin, bizim her birimizin önce kendimizde neyi, neleri yıkıp yıkamadığımızla, konforlu ya da konforlu olduğunu sandığımız alanları bırakmak isteyip istemediğimizle ilgili. Yeniye/başkaya duyduğumuz ihtiyacı, söylemin, sözün dışına çıkarıp çıkarmadığımızla. Radarlarımızın ayarlarının bozulmaya, bozuk addedilene açık olup olmamasıyla. Tüm bunları denerken dün bugün, eşsiz benzersiz, biricik olduğumuz yanılsamasına kapılmamamızla. Yalnız hissetmememizle ki değiliz de. Mesela Sevim Burak bir işaret fişeği olarak hep yanı başımızda. Latife Tekin keza, ki son romanı Zamansız’in işaret ettiği dil, başlı başına çalışmalık, düşünmelik değil mi? Sonra Ahraz’dan YerKuşağı’na Deniz Gezgin. Buralardan devam etmeyeyim, eksik bırakıp unutup kimseye haksızlık etmek istemem. Dünyaya açılayım; mesela Anna Carson, Jeanette Winterson, Clarice Lispector, Anna Kavan, Claire Kegan... Dilde, edebiyatta, sinemada... mümkünler bizim yaratma cesaretimize, olası riskleri göze alıp almadığımıza bağlı.
Kıyamete gelince, kendi kıyametimizi yaşıyoruz belki de. Yaşadığımız bu eko-kıyım kıyamet değilse ne? Ondan azade bir yazı, bugün mümkün mü? Bunların dilde, yapıda, anlamda dönüştürücü, yıkıcı etkisinin olmaması ya da? Bunları yeniden üretecek, ajitasyona gömülü bir dil, kendine dönen, kendini yineleyen anlatılar da değil sözünü ettiğim. O yüzden bu olup bitenler karşısında anlatıyı ve dili yeni baştan düşünmek, kurmak, bunlar için aramak, çalışmak gerekiyor. Çöküşün tanıklarıysak olan biteni duymak, anlamak, idrak etmek ve onun karşısında sessiz, dilsiz kalmamak; onu dile getirecek, kaydedecek dili bulmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Temsilin dışında, açık uçlu, katları olan; öteki addedilene açılıp sınırları muğlaklaştıran göçebe dil. Belki de kolektif yasın da dili. Sessizlikler, eksiklikler, boşluklarla konuşan.
Esas olan, ırkçılıktan cinsiyetçiliğe etnik kimlikten inanca cinsel yönelimden sınıfa çeşit çeşit sebeple maruz kaldığımız şiddete dair düşünürken insan dışı canlıların yaşadığını, onlara yaşattığımızı diğerlerinden ayıramayacağımız gerçeği, bilgisiyle düşünmeye çalışmak.
Kuşlar, böcekler, bitkiler, ağaçlar, ağaçlardaki meyveler… İnsandan ziyade yerküredeki diğer canlı mahlukatların –yerkürede sadece insan yaşamıyor dercesine- öyküleri birbirine bağlamasını istemişsin. Sonuçta yine insana dair olup biten her şey ama Hiçkuşu’ndaki öyküler ekosisteme dair öyküler ağırlıklı olarak, ne dersin? İnsan ile ekosistem adına bir farkındalığı, dengeyi, düzeni yakalamaya çalışmak Hiçkuşu’nun yörüngesini oluşturmuş denilebilir mi?
“Yerkürede sadece insan yaşamıyor dercesine”, en sade ve temiz haliyle böyle. Ancak “ağırlıklı olarak ekosisteme dair öyküler” görüşünü pek sevsem de Hiçkuşu için iddialı olmasından korkarım. Benim de böyle bir iddiam yok tabii. Ama evet yeryüzü bu kitabın öznelerinden biri. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Val Plumwood, insan kavramının kendisinin son derece normatif olduğunu söyler Feminizm ve Doğaya Hükmetmek’te (Metis, Çev. Başak Ertür). İnsan oluşa saplanıp kalmak, insanı -erkek/beyaz insanı- merkeze alarak yaşamak o normatif alana sıkışmak demek. Bunu bir kez fark ettiğinizde, üstüne gittiğinizde aynı insan/canlı olmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Ben de işte bu normları, insan merkezciliği yeniden üretmeden nasıl yazabileceğimi düşündüm, bunun yollarını aradım Hiçkuşu’ndaki öykülerde. Bir yandan da yaşamla kurduğumuz bağlar nasılsa okumak ya da yazmakla kurduklarımız da kendiliğinden yakınlaşıyor, benziyor. Hiçkuşu’ndaki öyküler, elbette başlı başına bu meselelerin öyküleri değil. Böyle bir iddiası da yok dediğim gibi. Esas olan, ırkçılıktan cinsiyetçiliğe etnik kimlikten inanca cinsel yönelimden sınıfa çeşit çeşit sebeple maruz kaldığımız şiddete dair düşünürken insan dışı canlıların yaşadığını, onlara yaşattığımızı diğerlerinden ayıramayacağımız gerçeği, bilgisiyle düşünmeye çalışmak. Bir şenlik, düğün, neşe söz konusuysa da böyle bu. Bir cevap değil de, faili de olduğumuz eko-kıyım/kırım karşısında bugün edebiyat ne, nasıl yapacak sorusu yazarken hep aklımdaydı, aklımda da.
Öykülerin zihnimde çağrışımlara sebebiyet veren mitolojik özelliklerini konuşmak isterim. Cevizi ve İnciri yani. Neden böyle mitolojik, kadim hikâye çağrışımları yaptı bende her bir öyküde neredeyse yer alan ve öyküleri birbirine de bir şekilde bağlayan ceviz ve incirler bilemiyorum fakat bu çok değerli iki yemişin mitolojideki yerleri ayrıdır. İncir denince hemen tanrıça Demeter aklımıza gelir; bolluğu, bereketi ve kadın cinsel organını temsil eder. Ceviz ise kabukludur ve bir yerde bir ceviz ağacı varsa çevresinde başka hiçbir ağaç yetişmez.
İncir ve ceviz, evet. Senelerdir metin çözümlesiyle uğraşıp yazan ve bunu öğretmeye de çalışan biri olarak incir ve ceviz, sadece incir ve ceviz ağacı desem hiç inandırıcı olmam sanırım değil mi? Ama vallahi öyle. Bir yandan da benim eşlikçilerim onlar. Yazarken, çalışırken, dururken kalkıp kalkıp baktığım avludaki yârenlerim. Ötesini berisi bilinçdışı ki bu kitapta bilinçdışının önüne neredeyse hiç set çekmedim, duvar örmedim. Ama anlamdırmaları öykülerin içindeki iplikleri söküp bağlayacak okura bırakmak isterim. Tıpkı senin kurduğun bu bağlar gibi. Teşekkür ederim. Bakalım daha neler çıkacak?
Mukadder ve Leyal ve Leyal ile Hiçkuşu arasındaki bağı konuşmak istiyorum seninle fakat Şakkıdı da Şakkıdı öyküsü özelinde. Çünkü işin içinde Hafize de var, Yusuf da var. (Yusufyalnızdeğildir!) Hangi toplum olursa olsun bir toplumda kadın olmak ve Queer bir yerden hayata bakabilmek meselesini önümüze koyabildikleri için bu karakterler çok önemli. Bu yüzden Şakkıdı öyküsünü tüm bu karakterleri kapsayacak şekilde özellikle konuşmak istedim. Melike acaba ilk bu öyküyü mü yazdı diye de düşündüm.
Başucu yazarlarımdan Sara Ahmed, “Temas bize şans tanır.” der, bunu değerlendirmek zorunda olmadığımızı, geri de çevirebileceğimizi, sırtımızı dönebileceğimizi, bedenlerimiz etrafına surlar çevirebileceğimizi, feminizmin de bir sura dönüştürülebileceğini söyler. Şöyle devam eder “İşte bu yüzden, yarenlik sözcüğünü kullandığımda sırtımı bir diğer duvara yaslıyorum. Bu sözcük, sıkça doğal bir çekim, doğal bir yatkınlık belirtmek için kullanılır. Çekiçlerin yakınlığı, edinilmiş bir yarenliktir; bedenlerimizi barındıran dünyaları lime lime edenlere çekim duyarız. Potansiyeli atomik bir şey olarak düşünüyorum: parçacıklar arasında onların bağdaşmasına sebep olan bir çekim ya da güç. Güçlerimizi bağdaştırmak için şansımızı denemeliyiz.”[1] Şakkıdı da Şakkıdı öyküsü biraz böyle bir yârenlik öyküsü diyebilirim. Katı, sınırlı, kurallarla çevrili olabilecek bir alanın/mekânın/ilişkilerin tam da bunun parçası olan kişilerce nasıl lime lime edildiğinin, edebileceğinin öyküsü.
Hemen her öyküde gözettiğim şuydu, anlattığım, gösterdiğim her ne olursa olsun o sorunu, acıyı, felaketi ve daha da ötesinde bana ait olmayan, ama kendimi parçası bildiğim, kıldığım yası sömürmemek, tüketmemek, onun adına konuşmamak, rol çalmamak ve onu yeniden üretmemek. O yüzden öykülerin evden bir şekilde dışa, sokağa, şehre açılması gibi karanlığın, ağırlığın içinde bir ses de şakkıdı.
Yazılma sırasına gelince. Dosya haline getirip üzerinde epeyce de çalışıp yol aldıktan sonra çıktı bu öykü. Bu kitaba alıp almamaya kararsız kaldığımda öykülere çalışma sürecimde önerisini, desteğini hiç esirgemeyen okur yazar arkadaşlarımla konuştum. Sonra girdi. O bölümün sonun tam da yeriydi. Oradaki yarenlik, değişme dönüşme esneme potansiyellerini göstermek, duyurmak istedim. Bu potansiyelleri bedenlerimizde taşıyoruz. Yeter ki üzerindeki, tahakkümü silkeleyip atabilecek gücü bulalım, vazgeçmeyelim.
Queer, kesişimsel, insan merkezci olmayan bir bakışın, dilin az evvel de konuştuk ya dolayısıyla bunlarla kurulacak edebiyatın, siyasetin mümkünlerini düşünmek de tıkır tıkır işliyordu yazarken kıyıda kenarda köşede bir yerde. Ama tüm bunlar yazmanın, yazdığımın, öykünün önüne de geçmiyor. Etik ve estetik sorumluluğu kavgaya tutuşturmamak, birbirlerini bastırmalarına müsaade de etmemek gerekiyor. Dili kırıp parçalamaya katkısı ise tartışmasız.
Pandemi zorlu bir süreçti. Nasıl geçti, okuyabildin mi bu süreçte? Yeni keşfettiğin yazarlar veya yeniden tekrar eline aldığın kitaplar oldu mu?
Bahsettiğim çalışma süreci, teorik okumalar bunların hepsi geniş zamana yayılan aralıklarla da süren kapandığımız bu dönemde gerçekleşti ben de pek çoğumuz gibi. Bedenimiz, emeğimiz, aşımız, hayvanlarımız, barınma, buluşma alanlarımız vb. açıdan kendimizi zaten neredeyse hiç güvende hissetmeden yaşıyorduk. Ama bu sefer büyük bir kırılma yaşadık. Başta ben de afalladım. Neyi tutsam elimde kaldı. İş yapma biçimlerimiz değişti. Kimilerimiz için özellikle ekonomik açıdan çok zor bir dönemdi ki sonrası bu açıdan daha büyük yıkımları doğurdu. Benim 2015’ten bu yana başka türlü bir iş gelir gider tüketim dengesini öğrenmeye çalıştığım bir dönemin nispeten küçülmeyi becerdiğim bir zamanına denk geldi. İyice içime, kendime çekildim. Kendimi neredeyse hallaç pamuğu gibi attım. Bir yandan da nicedir bekleyen kimi kitapları okudum, filmleri izledim, uzun uzun yürüdüm. Bildiğim, okuduğum şairlere tekrar tekrar döndüm. Bu öykülere çalıştım. Şehrin az insanlı halinin seslerini dinleyip not ediyordum. Apartmanın, boşluğun, avlunun da. Hiç duymadığım seslerdi. İş makinalarının, hiltilerin sesleri azalmıştı. Şahane bir dönemmiş gibi anlattım ama değildi elbette. Yoksulluğun derinleşmesi, işsizlik, açlık, ölümler. Ne çok kayıp. Acılar, yaslar. Yetişip el veremediklerimiz oldu. Baş etmesi kolay olmayan tuhaf ve zor bir dönemdi. Sorunun sınırları içinde kalıp buralara girmiyorum. Bize yapıp ettiklerini hâlâ kavradık mı emin değilim. Ama işte endişe, korku, kaygımı okumaya, yazmaya ikâme etmesem ne olurdu, bilmiyorum.
Son olarak dünya nezdinde bir yenilenmeden bahsediliyor fakat neyin yenilenmesi? Yenilenme adına umutlu olduğun bir konu var mı? Hem genel dünya hali, vaziyeti açısından hem de edebiyatta yenilenme, dönüşüm açısından soruyorum. Teşekkür ederim.
Zor soru. Mülkiyetle, mülke; sahip olmaktan aldığımız güç, güven, konforla bağımız değişmedikçe umut kolay olmasa gerek. Bu çağı nasıl tanımlarım? Kibir çağı, hoyrat çağ, özgüven çağı, ego patlaması çağı... Bunlar iliklerimize kadar sirayet etmiş, yapıp ettiğimiz her şeye, tüm ilişkilerimize bulaşıyor. Elbette edebiyatla, yazmakla, yazdığımızla bağımıza da. Ama ben umut ve umutsuzluk ikiliğine sıkışmadan düşünmekten yanayım. O aralık ya felç ediyor ya da kör bir umuda sevk ediyor. Yaşadığımız her nefret suçuna, şiddete, kıyıma, katliama aralarındaki bağları da görerek yaklaşmayı öğrenmemiz gerekiyor artık. Bu, bakışı ve en önemlisi dili de değiştirecek. Dolayısıyla yazılanları da. Rollo May Yaratma Cesareti’nde (Metis, Çev. Alper Oysal) yeni biçimler, yeni semboller, yeni modeller bulunmasının altını çizer ve şöyle devam eder: “cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. Gerekli olan cesaret salt inatçılık da değildir –mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız. Fakat eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katıda bulunmadığınız için ihanetiniz topluma karşı olacak.” Hayatta da edebiyatta da ihtiyacımız olan bu yaratma cesaretidir belki de. Ben de çok teşekkür ederim sevgili Aynur.
[1] Sara Ahmed, Çekiçlerin Yarenliği, Çevirenler: Erdem Gürsu, Onur Çimen, Medusa Aslı Editörler: Pınar Büyüktaş, Gülkan Noir Redaksiyon: Gül İçel, http://www.pembehayat.org/uploads/editor/files/%C3%87eki%C3%A7lerin%20Yarenli%C4%9Fi_sonnn.pdf
HİÇKUŞU
Melike Koçak
Can Yayınları, 2023
Tür: Öykü
96 s.
Comments