Ian McEwan’ı sevmek ya da sevmemek!
Ian McEwan’ı sevmek ya da sevmemek! Aynur Kulak, her kitabında kılıktan kılığa giren Ian McEwan’ın edebiyatını yazarın yedi kitabı üzerinden değerlendiriyor.
Çağdaş Dünya Edebiyatı’nın yaşayan ve çok okunan en önemli yazarı. Ian McEwan ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer çok önemli ayrıntı, kitaplarının her birinin de farklı bir yazar tarafından yazılmış hissiyatı vermesi. Bu durum McEwan külliyatı adına –toplamda son romanı Dersler ile birlikte 18 kitap- en önemli unsur. Yazarın bu özelliğinden dolayı kitaplarını ya çok sevmek ya da hiç sevmemek arasında gidip gelerek okumak okurları arasında da mütemadiyen konuşuluyor.
Ian McEwan’ın yedi kitabı üzerinden yazarın kitaplarının bu önemli unsurları ile ilgili yazmak istedim. Kitaplarını okudukça ve kitapları üzerine yazdıkça diğer farklı unsurları da keşfetme imkanı buldum. Ian McEwan’ı çok seven okurlar ve bir türlü sevemeyen okurlar. Hangi kategoridesiniz? Bir yazarla ilgili nadir rastlayacağımız bir durum bu fakat bazı kitapları özelinde çok sevilen yazar bazı kitaplarından dolayı da neredeyse sevilmiyor. Hatta, mesela, Cumartesi’yi çok seven okurlar varken, hiç sevmeyenleri de mevzu bahis. Mesela bendeniz Cumartesi’yi okuyup yüksek oranda bir hayal kırıklığı yaşarken Masumiyet ya da Özel İlişki'yi okur okumaz kendisine hayran kaldım. Bu iki romanı yazan aynı yazar olabilir mi? Şaşkınım, fakat artık daha iyi anlıyorum, bir yandan çok fazla seven okuru varken, diğer yandan niye çok eleştiri aldığını. Çağdaş Dünya Edebiyatı içerisinde yaşayan en önemli yazarlardan biri olarak Ian McEwan asla tek bir çizgi üstünden yürümeyen seçtiği konular itibariyle anlatma yöntemleri asla tek tip olmayan bir yazar. McEwan kitaplarının 7’si üzerine yazdığım inceleme için buyurun lütfen.
Cumartesi
Ian McEwan’ın en çok okunan, üzerine en çok konuşulan, çok sevilerek veya hiç sevilmeyerek çokça tartışılan romanı Cumartesi tek bir güne, bu günde yaşanan sıradan gündelik ayrıntılardan tutalım da, uluslararası düzeyde yaşanan politik unsurlarla, yerel düzeyde yaşanan siyasal çalkantılara, karakterlerin duygusal iniş çıkışlarından mütevelli birbirleriyle olan ilişkilerine, bu ilişkilerdeki psikolojiye, sosyal sınıf farklarına, cinselliğe varana kadar her bir ayrıntıya tek tek odaklanıyor. Son derece geniş olan bir yelpazenin tamamının ardına kadar açılmak istenmesi, yelpazenin tüm katlarının –kaybolmaya yüz tutmuş katların bile- görünürlüğünün sağlanması tercihi Cumartesi için bir dezavantaj gibi. Fakat sayfaları çevirdikçe, hikâye içerisinde ilerledikçe hikâyeyi anlatma ve olayları aktarırken yapılan tercihlerin başka dezavantajları da beraberinde getirdiğini düşünmeye başlıyoruz. Devasa sisteme dair kusurlar silsilesinin aktarıldığı böyle bir hikâyede kusursuz olanı okumanın şaşkınlığı bir süre sonra karşılıyor bizleri. Böylesine kusursuz bir tablo nasıl mümkün olabilir ki? Bu aşamada romanın konusuna değinmem elzem hale geliyor.
İngiltere için sıradan bir Cumartesi günü. Neredeyse pırıl pırıl bir gün. Evin penceresinden bakınca görülen manzara yan yana apartmanlar, yeni başlayan inşaatlarla tipik bir sokak arası olsa da her bir ayrıntı olması gerektiği gibi. Beyin cerrahı baba Henry Perowne ile tanışıyoruz. Tamamen uykusunu almış ve dinlenmiş bir şekilde güne gözlerini açıyor. Karısı avukat. Caz gitaristi bir oğlu ve şair bir kızı var. Mükemmel bir aile portresi. Bu mükemmel ülke ve aile portresine karşılık Irak, 11 Eylül saldırısı ve terörizm. Uluslararası şiddetin günlük hayata sızışı ile birlikte kusursuz bir ailenin yaşamının nasıl altüst olduğunu okuyoruz. Romanın özeti tam da böyle ve bu özet bile gerçekten çok tuhaf. Edebi anlatının mantığına oturmayacak kadar tuhaf.
Her şey bir yana (anlatılmak istenen terörizm, günlük hayatın altüst oluşu, yaşanan her tür şiddetin kötülüğü vb.) Cumartesi romanında kendi adıma şu sorunun cevabını arıyorum: “Kusursuz” aile nasıl mümkün olabilir? Ya da “Kusursuz” aile mümkün mü? Benim nezdimde mümkün değil. Fakat Ian McEwan karşı hikâyenin ne kadar kötü olduğunu anlatmak için “kusursuz” olan temayı ülke ve aile üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Kusursuz bir aile portresi içerisine terörün protesto edildiği kusurlu bir Cumartesi’yi yerleştirmeye çalışıyor. Belki de o dönemin 11 Eylül ile yaşanan paranoyasını, akıl tutulmasını böyle anlatmayı tercih etti. Fakat yaratılan mükemmel aile portresi ile o kadar kör gözün parmağına bir durum yaratılıyor ki, karşı taraf ister istemez kötü taraf oluyor. Yani tüm dünya adına baştan aşağı kusurlu bir dönem anlatılmaya çalışılırken kusursuz bir mantık hatası yapılmış oluyor.
Üstelik aile için son derece dingin başlayan ve devam eden bir günde –toplumsal paranoyadan dolayı tam da 11 Eylül saldırısının protesto edildiği bu günde- baba Henry Perowne bisikletiyle alış-veriş yapmış evine dönerken bu sefer başka bir güzergah tercih edip tekerlekleri farklı bir sokakta döndürmeye başlıyor. Sınıf farklarını ciddi şekilde fark edeceğimiz bir sokak bu. Tamam, sorun yok, hikâye akışında böyle bir unsur devreye girebilir. Henry Perowne bu sokakta bir kaza geçirir ve bu kaza sonrası ortaya saçılan sınıf farkını açık bir şekilde hissederiz. Fakat hiçbir gerilim yaşamayız çünkü baba Henry Perowne bu durumda da mükemmeldir. Sınıf farkından dolayı gergin olan gençleri ikna edip sorunu hemen halleder. Sonra bu gençler aynı gün içerisinde –yani Cumartesi günü- evini basıp, karısını, çocuklarını tehdit edecektir fakat sorun yine halledilir. Yine böylesine makro bir hikâye anlatımı tercihinde mikro veya makro düzeyde hiçbir gerilim duygusu yaşamayız. Daha doğrusu kusurlu olanı bu derece kör gözün parmağına şeklinde sunup, kusursuz olanı hiçbir şekilde dönüştürmeyerek, sürekli mükemmel bir noktadan hareketle hikâyeleştirmesi gerçek edebi unsurların çalışmamasına sebebiyet veriyor.
Bir okur olarak bahsettiğim bu durumlara ne derece “tamamsanız” Cumartesi romanını beğenip beğenmemeniz buna göre değişebilir. İngiltere’de, İngiltere sokaklarında ve Perowne ailesinin güzel, huzurlu, korunaklı evlerinde geçirdiğim bu Cumartesi gününü ben pek sevemedim. Üstelik korunaklı bir ev olmadığını beceriksizce gerçekleşmiş bir ev baskını ile de öğrenmiş oluyoruz. Sonrasında her şey “kusursuz aile” adına güllük gülistanlık yine.
Çevirisi için İlknur Özdemir’e teşekkür ederim.
Sırada Masumiyet Ya da Özel İlişki romanı var ve işte bu romanla birlikte acaba bu iki romanı yazan aynı yazar mı hissiyatı son derece şiddetli bir duygu olarak patladı içimde. Çağdaş edebiyatta modern roman adına muazzam bir roman için, Masumiyet Ya Da Özel İlişki incelemem için buyurun lütfen.
Masumiyet Ya Da Özel İlişki
Cumartesi romanı sonrası doğru bir tercihle Masumiyet ya da Özel İlişki'yi okumak harikaydı. Doğru bir tercih ile diyorum çünkü, Ian McEwan romanlarına devam etme konusunda beni motive etti diyebilirim. Harika bir roman okudum. McEwan’ın okuyacağım daha birçok romanı beni bekliyor fakat onun neden uluslararası düzeyde başarılı bir yazar olduğu romanın her detayı ile kendini belli ediyor.
2.Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen, tarihte “Altın Operasyon” olarak bilinen, Amerikan ve İngiliz gizli servislerinin Sovyet hatlarına sızmak için birlikte yürüttükleri proje romanın arka fonunu oluşturuyor. Bu operasyon için Berlin’e giden romanın baş karakteri Leonard, bu göreve kadar çok da kabuğundan çıkmamış, masumiyeti ve tecrübesizlikleri her anlamda devam eden bir karakter. Maria ile tanışması bir dönüm noktası oluyor onun için ve hem hikâyenin kendisi hem de Leonard’ın hayatı hiç beklemediği şekilde bambaşka bir kulvarda akmaya başlıyor.
Leonard’la birlikte tüm duyguları hissetmeye başlıyoruz. Yabancı bir şehirde yalnızlık, yeni görevine adaptasyon, diğer kurt adamlar karşısında yaşadığı saflıklardan hissettiği mahcubiyet, yer yer de sinir harbi. Ama onu asıl Maria ile tanıştıktan sonra tanımaya başlıyoruz. McEwan’ın tek bir mekâna sabitlediği çiftimiz mükemmel bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Mekânla bir oluyorlar neredeyse. Bedenleri mekana göre şekil alıyor, nefes alıp verişleri, kalp çarpıntıları, her şey… Hatta Almanya’nın o kuru ve öldürücü soğuğu onların ilişkisinin alev almasına, birbirlerine doğru tutkulu bir istekle çekilmelerini doya doya yaşamalarına sebebiyet veriyor. Onlarla birlikte aşık olmamak, onlarla birlikte sevişiyor olmamak, onlarla birlikte acıkmamak, susamamak, onlarla birlikte kavga etmemek ve onlarla birlikte midemizin bulunmaması imkansız. Hikâye, olaylar, mekân, karakter bütünleşmesi muazzam anlatılıyor. McEwan’a hayran kalmamak imkansızlaşıyor.
Cumartesi romanında ikna etmeyen, duygu olarak bize geçmeyen, edebiyata dair asgari düzeyde de olsa gerçekleşmemiş ne kadar kusurlu unsur varsa, bu romanda neredeyse kusursuz bir noktaya erişiyor. Leonard ve Maria arasındaki ilişki hızını kesmeksizin devam ederken, öyle şeyler oluyor ki, geriliyoruz mesela. Tüm zihnimiz ve bedenimiz bir stres sarmalıyla sarmalanıyor. Yaşanılan gerilim Leonard’ın midesinin bulanmasına nasıl sebebiyet veriyorsa, bizim de midemizin bulanmasına sebebiyet veriyor. Zihnimiz, bedenimiz ve duygularımız hikâyenin peşi sıra sürükleniyor. Karakter geri dönüşü olmaksızın öyle bir dönüşüm yaşıyorlar ki huzursuzluk, -yani bundan sonrası için hiçbir zaman tamamlanamayacak olmaları- bu hikâyeyi unutulmaz hikâyeler arasına sokuyor. Romanın Cumartesi romanı ile arasındaki en büyük fark bu işte. Tamamlanamamış bir hikâye olarak zihnimize kazınması ve onu sürekli hatırlayacak olmamız. Aynı hayatın kendisi gibi kusursuz bir kusurlu hikâye okumak isterim diyenlere, hangi romanı tavsiye edersiniz derseniz Masumiyet Ya da Özel İlişki’yi okuyun derim.
Roza Hakmen’e çevirisi için teşekkür ederim.
Sahilde
“Ve onları engelleyen neydi? Kişilikleri ve geçmişleri, cehaletleri ve korkuları, çekingenlikleri ve titizlikleri, hak görmemeleri, deneyimsiz olmaları ya da rahat davranmamaları, sonra dinsel yasakların ucuna takılmaları, İngilizlikleri ve sınıfları ve tarihin kendisi.”
Sahilde romanı, Cumartesi ve Masumiyet Ya da Özel İlişki romanları sonrası İan McEwan ile ilgili yaşadığım “Aynı yazar mı?” sorusuna olumlu anlamda bir yenisini daha ekledi. Yine belli bir zamanda, belli bir mekâna yerleştirilen yeni evlenmiş balayı yapan bir çifti okuduğumuz, insana dair girift duyguları içeren ve aynı zamanda tabu diyebileceğimiz cinsellik meselesini işleyen, toplumsal baskıyla kadınsal korkuların bu anlamda ön plana çıktığı, tüm bunların yeni başlayan bir evliliği nasıl mahvettiğini, yani bütünsel olarak bahsettiğim tüm unsuların hikâye içerisine çok iyi yedirildiği bir roman okumuş oldum.
1962 yılında, Dorset kıyılarına balayına gelmiş iki genç Florence ve Edward’ın balayındaki iki saatlerini anlatıyor Ian McEwan. Onları evliliklerinin yürümemesi hususunda engelleyenin ne olduğu konusu ile ilgili iki yüz, üç yüz sayfalık bir roman yazılabilir rahatlıkla fakat McEwan yüz iki sayfada bir evliliğin balayında nasıl bittiğini, tüm sebeplerini kapsayacak şekilde, son derece çarpıcı tespitlerle anlatıyor. Sahilde ile tam anlamıyla çağdaş roman anlatımı formatının yakalandığını söyleyebilirim. Verilen ayrıntılara ve özellikle Florence’in cinsellikle ilgili yaşadığı korkuların psikolojik anlatımına da bayıldım.
Genç çiftin evliliklerinin henüz balayı esnasında bitmesinde, yürümemesinde 60’lı yılların şartları, gencecik olmalarından mütevellit cehaletleri, tabular, korkular, çekinceler, dinsel inanışlar önemli faktörler olarak sıralanıyor. Amma velakin işin içinde cinsel ilişkiye girememe, gerdek gününü tamamlayamamaktan kaynaklı büyük bir hayal kırıklığı ile birlikte öfke de var. Florence’ın cinsel ilişkiye girmekten çok korkması ve bu bölümleri McEwan’ın muazzam bir şekilde anlatmış olması hikâyeyi uçuruyor diyebilirim. Bundan kaynaklı olarak Edward’ın yaşayamadığı arzusuyla patlayan öfkesi ve sahilde yaptıkları o kısacık konuşma (kavga) Sahilde romanını McEwan külliyatı içerisinde unutulmazlar arasına yerleştiriyor.
Yine belli bir mekân, yine çok önemli anlar, yine ikili ilişkilerde gerçekleşen seçim tercihleriyle bir ilişkinin nasıl dönüştüğünü, insanın kaderini kendi eliyle (kararlarıyla) nasıl değiştirdiğini, bir olay üzerine de hiçbir zaman tamamlanamayacağını okuyoruz. İkili ilişkilerdeki sıkışmışlığı, çiftleri belli mekânlar içerisine sokarak (Cumartesi, Masumiyet ya da Özel İlişki) çok iyi anlatan McEwan Sahilde romanında bir de buna çiftler için yaşamsal unsuru olan cinsel ilişkiye girememe, ya da cinsel soğukluğu ekleyerek aşılamayan engel temasını zihnimize bir nakış gibi işliyor.
Bir de Florence’ın Edward’a açık ve özgür evlilik teklifi var ki, bu durum çok arzuladığı karısına kavuşamayan Edward’ı çileden çıkarmaya yetiyor. Bu teklif Florance’ın suçluluk duygusuyla karşılık olarak karşı tarafa yapmış olduğu özgürleşme vaadi gibi gözüküyor fakat McEwan’ın Florance vasıtasıyla (yani bir kadın vasıtasıyla) yapmış olduğu bu teklif toplum adına trajedi olarak tanımlanacak olan bu durumun tutucu İngiliz toplumunun yavaş da olsa değişimine işaret etmesi adına önemli bir unsur.
Çevirisi için İlknur Özdemir’e teşekkür ederim.
Çocuk Yasası
“Bir mahkeme bir çocuğun… yetiştirilmesiyle ilgili… herhangi bir hususta karar verirken öncelikle çocuğun refahını dikkate alacaktır.”
Çocuk Yasası’na kalbimi bırakıyorum. Fiona Maye’e -çok yaşayan, gerçek bir karakterdi gerçekten- kalbimi gönderiyorum. Ian McEwan her romanında gerçekten farklı, bambaşka bir yazar kimliği ile karşımıza çıkıyor ve hayranlıkla dolu kalplerimizi hak ediyor. Çocuklara dair hukuksal unsurlar, dini inançlarımız, daha doğrusu ne olursa olsun, -ölümcül bir hastalık mesela- değişmeyecek olan katı dini inançlar ve yine bir karı-koca ilişkisi, bir insanın mesleki düzeyde vereceği kararlar ile vicdanı arasında sıkışıp kalması. Çocuk Yasası’ndan özetle böyle bahsedebilirim fakat bir de henüz 18 yaşını doldurmayarak, yetişkinlik sıfatını kazanamamış bir genç var ki, zaten bir hikâyeye çocuklara dair unsurlar girdiğinde açılan frekanslarım romanın konusunu ince noktalara taşıyan diğer konular da devreye girince bambaşka bir hal aldı.
Londra’da yaşayan, Yüksek Divan Aile Hukuku Dairesi’nin en başarılı ve ünlü hâkimlerinden Fiona Maye, özel hayatındaki kriz karşısında çaresizdir. Kocası Jack onu genç bir kadın için terk etmek istemektedir. Bu arada Adam Henry davasının hakimliğini alan Fiona bir yaşam hakkı ile ilgili karar vermek zorunda kalır. On yedi yaşında bir lösemi hastası olan Adam, tedavisi için elzem olan kan naklini günah olduğu gerekçesiyle reddetmektedir. Onun kişisel haklarına saygı ile bu haklara karşı çıkıp hayatını kurtarmak arasında karar vermek zorunda kalan Fiona,nın sıkışmışlığını, Adam’la olan diyaloglarda açılan duygusal koridorları ve koyu dini inançların katılığının insanın temel yaşam hakkını nasıl temelden sarstığını tarafsız kalmayı başararak nefis anlatıyor McEwan. Konunun içine çekilmemek imkansızlaşıyor.
McEwan tüm kusurlarıyla yine çok iyi işlenmiş bir kadın karakter çıkarıyor karşımıza. Karar vermesi gereken olayın iki şekilde tanımlanması gerektiğini düşünüyor Fiona. Dağılmanın kıyısındaki bir kadının mesleki bir kararla duygusal bir hata yapması ya da bir çocuğun (henüz 18 yaşına basmamıştır çünkü) laik mahkemenin mahrem müdahalesiyle tarikatın inançlarından kurtarılması veya o inançlara teslim edilmesi.
Yine ilişkiler, yine bir aile ve çiftler, yine bir ayrılık söz konusu fakat bu sefer kanunlarla inançlar, vicdanla akıl, temel kişisel haklar ile bir tarikatın mensubu olarak yaşam hakkını devam ettirmek istemeyerek bile bile ölüme gitmek (ölümü seçmek) bıçak sırtında ilerleyen nefis bir hikâye ile karşı karşıya kalmamız sağlanıyor. Fiona aynı Masumiyet Ya Da Özel İlişki’deki Leonard ve Maria gibi, Sahilde’deki Florence ve Edward gibi tamamlanmamış bir hayata mahkum olarak hafızalarımızdan çıkmayacak bir karaktere dönüşüyor.
İnançlarla kanunların çarpışması ve kırılganlığından doğan, bu durumun insanlar arasına koyduğu mesafeyi anlatan Çocuk Yasası’nı okumanızı çok isterim.
Roza Hakmen’e çevirisi için teşekkür ederim.📚
Sonsuz Aşk
Her bir McEwan kitabında farklı bir yazarın bu kitapları yazdığı, en azından her bir romanda McEwan’ın farklı bir kişiliğe bürünerek yazdığını kesinlikle söyleyebilirim. Yoksa böyle bir konu ve kurgu çeşitliliği başka nasıl açıklanabilir. Stabil olmayan, bu anlamda hiçbir zaman sakin bir akışla okuyamayacağınız romanlar her biri de. Bu duruma bir de -Sonsuz Aşk’da-gerilim unsuru katılıyor ki, edebiyatta gerilimi seviyorsanız eğer, tam benlik, diyerek romana iyice odaklanıyorsunuz.
İngiliz kırsalında sakin başlayan gün Joe Rose’un ve eşinin bir balon kazasına şahitlik etmeleriyle bambaşka bir hal alır. Balonun içindekileri kurtarmak için işbirliği yaptığı bir adam Joe’ya karşı saplantılı düşünceler geliştirmeye başlayacaktır. Bir saplantı mevzu bahis midir gerçekten?
Anti kahraman başkarakterimiz Joe hedefe aldığı kişinin kendisine aşık olduğuna kendini inandırdığı ve bu konuda ciddi ilerlemeler sağlayarak bizi de kendine inandırdığını sezmeye başladığımız anda gerilim odaklı bir hikâye okuduğumuzu anlıyoruz ve tadından yenmez olan meseleler de tam bu noktada başlıyor zaten. Ian McEwan’ın hikâye içerisinde De Clerambault sendromu olarak adlandırdığı, Erotomani, yani -karşılıksız aşk sendromundan- mustarip olan Joe’nun hikâyesinin gerginliği tam anlamıyla duygularımızı kuşatıyor.
Joe’da mıdır sorun gerçekten? Çünkü Joe’nun eşi Clarissa Joe’nun iddia ettiği üzere onu takip eden birini henüz görmemiştir hiç. Joe’nun tüm hikâyeye Clarissa’yı inandırması gerekir. Romanın bu noktası biraz abartılı bir zorlama gibi baskı yaptı üstümde. İkna kısmı uzun sürdü ve kurgu içerisinde, ne gerek vardı dediğim yerler okudum. Çünkü çok sevdiğim gerilimi yaratan unsurlardan uzaklaştığımı düşündüm. Fakat yarattığı atmosfer itibariyle ve Joe’nun sıkıntılarını birebir hissettiğimizden uzaklaşma hissine rağmen gerilimin varlığını hep sürdürdüğü bir hikâye okudum kesinlikle.
İan McEwan’ın romanlarında tek bir an, tek bir gün ve tek bir mekan üzerinden anlatımlar yapılırken Sonsuz Aşk’da bu durum bir genişlik kazanıyor. Gerilim şekil değiştirse de veya bizleri sıksa da hiç kaybolmuyor. İkna edici bir çözülmeye kadar orada varlığını sürdürüyor. Ki romanın polisiye unsurlarını da McEwan’ın iyi işlediğini düşündüğümü paylaşmak isterim. Böylece Sonsuz Aşk sayesinde McEwan’ın iyi bir gerilim anlatıcısı olduğuna da şahitlik etmiş oldum.
Çevirisi için Ülkem Çorapçı’ya teşekkür ederim.
Hamamböceği
Kafka’nın böceğine dönüşür gibi başlayan, bu durumu çağrıştıran tüm hikâyelere karşı direkt olarak bir direnç gösterdiğimi, pek sevemediğimi belirtmek isterim. Dönüşüm orada duruyor işte. Tek ve benzersiz varlığıyla büyülüyor bizleri. Ian McEwan, -her yeni kitabıyla romanını başka bir yazarın yazdığını bize hissettiren yazar- niye böyle bir şey yaptı ki? Kafka’nın böceğinden başka böcek mi yok yani, alıp da romanına konu edecek?
Bu düşüncelerle başladım Hamamböceği’ne. Büyük Britanya adına o kadar çaresiz ve travmatik bir durumu konu ediniyor ki McEwan Kafka’nın Hamamböceği'ni kopyalamasına kızamıyorsunuz. Romanı bitirdiğimde ben de kızamaz duruma geldim. Brexit sürecinin travması ve toplum nezdinde yarattığı çaresizlik Kafka’nın tüm iğrenç sistemi hedef alarak var ettiği bir haşaratı Hamamböceği romanının baş karakteri yapmış. Üstelik bu sevimsiz, yer yer mide bulandırıcı olan haşarat, -ismi Jim Sams- kendini İngiltere Başbakanı’nın bedeninde buluyor. Yani bu hamamböceği bir başbakan. Brexit sürecini böyle bir kurgu ile son derece acımasızca ve hiçbir şeyden sakınmaksınız direkt eleştiren McEwan en iyi romanına imza atmıyor elbette fakat edebiyata dair en akılda kalıcı eleştiriye damga vuruyor. Sen bu kadar saçma bir politikayla tüm ülkeyi arkanda sürüklersen ben de seni hamamböceğine dönüştürürüm, diyor.
“Tersindelik” denilen ve ekonominin akışını tamamıyla tersine çevirmek üzerine kurulmuş bir ideolojiyi İngiltere’nin mizah geleceği ve keskin hiciv anlayışı ile Kafka’nın temellerini attığı dünya ile buluşturmak ancak McEwan’ın becerebileceği bir yapı olurdu sanırım. Brexit hiç kimse için -ne itiraz edeni ne de savunanı için- bir yarar sağlamadı. Bu süreci yüzde yüz kendi yararına kullanan yine İngiliz edebiyatı oldu. (Okuyunuz: Ali Smith-Mevsim Dörtlemesi)
Beton Bahçe ~ İlk Aşk Son Ayin
Ian McEwan söz konusu olunca asla benzer temalara sahip iki roman üst üste okuma şansımız yok. Bunun öykülerinde de böyle olduğunu görerek, artık kesin bir kanı oluşturmuş durumdayım. Aynı kitapta bir roman -Beton Bahçe- ve bir öykü seçkisi -İlk Aşk Son Ayin- ile buluştum. Beton Bahçe için eleştirmenler bol bol Sineklerin Tanrısı’na atıfta bulunarak yazarın oradaki hikâyeye öykünür derecede yazdığından bahsetmişler. Fakat Sineklerin Tanrısı’ndaki ilgi çekici, kışkırtıcı ve kanımızı donduran esaslı soğukkanlılığı Beton Bahçe’de bulmak zor. Her McEwan romanında olduğu üzere konu itibariyle çok ilgi çekici, merak uyandırıcı, tematik unsurları ile de çok iyi anlatılmış bir kitap ama daha fazla psikolojik derinlik, esaslı bir soğukkanlılık ve akıl tutulmaları okumak istedim. Bu noktada romanın içeriğinden bahsederek anlatmaya çalışacağım.
İkisi gençlik çağında ikisi henüz çocuk dört kardeşin ebeveynleri ile zorlu mücadelelerini, hastalıklı aile kurumunu, sürekli hastalıklarla mücadele eden ve sonuçta her iki ebeveynin de bir anda ölüp hikâyeden ayrıldıkları bir roman okuyoruz. Anne kronik depresyon yaşarken, anne ve çocukların bencil babaya karşı aldıkları cephe tüm olayları tetikliyor ve sonuç olarak dört kardeş önce babalarını sonra annelerini kaybederek koca evde yalnız kalıyorlar. Bu yalnızlık yeni düzenlemeleri ister istemez beraberinde getiriyor ve asıl huzursuzluk veren nokta babasının ölmeden önce evin bodrum katına dökmek istediği betonu çocukların başka bir amaç İçin kullanmalarında yatıyor. Sosyal hizmet görevlileri annenin de öldüğünü öğrenip her bir kardeşi farklı bir kuruma göndermesin diye beton zemini ölen anneleri için kullanıyorlar. Fakat bir yandan da bu önemli sır büyük abla Julie ve abi James tarafından -nedendir bilinemez-sır olarak tutulmuyor. İlerleyen sayfalarda mahallenin delikanlısı Derek’in bunu zaten bildiğini öğreniyoruz. Yani huzursuzluk veren eylemin hissiyatı bir sır olarak bizi etkileyecekken ve nefeslerimizi heyecan içinde tutmamızı sağlayacakken ortadan kırılıveriyor.
Beton Bahçe bu sebepten dolayı romanın neredeyse sonuna kadar çok iyi giderken, yani huzursuzluk psikolojisi ve kardeşlerin nasıl devam edecekleri endişesi bir şekilde içimizi kaplamışken gerilimin bozulduğu bir hikâyeye dönüşüyor. Fakat McEwan son bir şey daha yapıyor. İzole ve işlevsiz, dışarıya kapalı büyüyen çocuklardan abla ve abi arasındaki cinsel ilişki ile ensest bir vakayı da işin içine sokuyor. Hikâye adına etkili bir son hamle fakat böyle bir olayın derinliği tüm psikolojik unsurlarıyla verilemiyor ve son derece anlamsız bir noktada asılı kalıyor sanki. Mesela Çocuk Yasası’ndaki psikolojik unsurların yaşattığı duygular, hissiyat burada karşımıza çıkamıyor. Ensest çok farklı, tabii ki karşılaştırılamaz bile, diyebilirsiniz. Söylemek istediğim hikâye adına mazur göreceğimiz sebepler yaratılması değil, anlayabileceğimiz bir derinliğin olmaması. Hikâyedeki gizli noktaların iyi saklanamaması, görünür olanların derine inemeyecek yüzeyde kalışı, izole bir kapalılıktan dolayı ortaya çıkan cinsel bozukluk unsurlarının iyi işlenemeyerek, anlatılamamış olması.
İlk Aşk Son Ayin öykü seçkisinde ise her karakterin -hikâyesi gereğince- kendi gerçekliğini yaratıyor olması önemli bir unsur olarak ilk düşündüğüm konu oldu. Doğru olandan ziyade herkesin kendi özel gerçekliğini yaratması hikâyeleri -olay ne olursa olsun- çok tehlikeli bir noktaya götürebilir çünkü. Mekanlar ve karakterlerin mekanlarla ilişkisi yine ön planda. Alelade şeyler; can sıkıntısı, herhangi bir gençlik merakı, dipsiz bir yalnızlık duygusunun insanın kötü dürtülerini nasıl harekete geçirdiğini çok güzel işlemiş McEwan. Öyküler Beton Bahçe’ye nazaran daha tutarlı, tutarlı bir seyir sergilenmesinden dolayı da daha etkiliydi diyebilirim.
Çeviri için Figen Bingöl’e teşekkür ederim.
Dersler
Ian McEwan’ın 18 kitaplık periyodunun ilk yedi kitaplık bölümü son yayımlanan kitabı Dersler ile şimdilik noktalıyorum. Dersler’i şimdiden birçok kişi severek paylaştı. Öncelikle böyle bir okur oranına sahip olan uluslararası düzeyde çok iyi bir yazar olarak McEwan edebiyatını okuyor olmaktan dolayı mutluyum. Fakat -Dersler özelinde- pek de memnun kalmadığımı söyleyeceğim. Masumiyet Ya da Özel İlişki, Çocuk Yasası ve Sahilde romanları hâlâ birinci sıradalar benim için. Amma velakin Dersler son derece destansı bir roman ve böyle bir romanı yazmaya soyunmak gerçekten önemli oranda sabır ve mental güç ister diyerek hakkını da vermek isterim. Naçizane fikirlerim şöyledir.
Dersler bir dönem romanı olması itibariye uzun geçmişi (1959), yakın tarihi (1986) ve şimdiki zamanı da kapsayarak epik-destansı bir hikâye vaadinde bulunuyor. Baş karakterimiz Roland Baines: Terk edilmiş oğul. Kafası karışmış sevgili. Terk edilmiş koca. Ve sevgi dolu bir baba. Tüm bu sıfatlar Roland’ın. Bu sıfatlarla beraber dolayısıyla, ilişkiler, evlilik, babalık, annelik, mutluluk, mutsuzluk, yalnızlık, özgürlük, aşk, hayal kırıklığı, itaatsizlik, terk edilme, kayıp, ölüm gibi birçok bileşenli tema anlatısı tercihi de yapılmış oluyor.
Fakat böylesine uzun bir dönemi destansı bir şekilde anlatmayı (paragrafların kesintisiz uzunluğundan dolayı) tercih eden ve yine bir anti kahraman, mağdur erkek, karakter yaratan McEwan tarihsel dönemeçler adına elinde ne kadar malzeme varsa karakter eşliğinde hepsini hikâyenin içine koymaya çalışıyor. Şöyle ki: Çernobil, İkinci Dünya Savaşı, Küba Füze Krizi, Süveyş Krizi, Berlin Duvarı yıkılışı, 11 Eylül, yoksulluk, derin ekonomik krizler, uçurumlu sınıf farkları, iklim krizi, ırkçılık, göç, Brexit, Pandemi dönemi. Romanı bitirdiğimde o kadar yorgun hissettim ki kendimi; Roland’ın çocukluğundan orta yaşına doğru yine gelseydik ama acaba tek bir olaya mı odaklanılsaydı, bu roman beni yine bu derece yorar mıydı diye düşündüm.
Bol olaylı malzemesiyle karakter odaklı hikâye anlatan McEwan spesifik bir mesele üstüne derinleşmek yerine genişlemeyi, hikayeyi geniş bir zaman, mekan, olaylar silsilesine yaymayı (boğmayı) tercih ediyor. Aslında McEwan’ın anlatmak istediği günümüz dünyasına dair bireysel ölçekte kafa karışıklığına dair ne varsa anlatmak ve geniş ölçekli bir sistem eleştirisini önümüze koymak. Böylesine geniş ölçekli eleştiri anlatıları yine tek karakter ve olay üzerinden 70-100 sayfada, kompak kısa roman seçeneğiyle de anlatılabiliyor. Yazarın kendisi bunu Sahilde romanıyla yapmış mesela. Bir çift, taze bir evlilik, bir balayı günü ve bu balayı gününe dair iki saatlik kısmı anlatması ile derdini muazzam bir şekilde ortaya koyuyor.
Dersler sistem eleştirisi adına her bir ayrıntıyı kapsayacak şekilde uzun döneme yayılarak klasik roman anlatısı ile modern edebiyatın bilinç akışı formülü es geçilmeksizin yazılmış fakat tüm bu sebeplerden -formatı geniş bir alana yayıldığı İçin- zihnimde toparlamakta güçlük çektiğim, sonunu getirdiğim fakat nihayetinde çok yorulduğum bir roman oldu. Heykeltraş Rodin’in “Taşın fazlasını atıyorum. Geriye heykel kalıyor.” dediği formülü McEwan anlatmak istediği hikâye için uygulamayı tercih etseydi çağdaş edebiyat içerisinde muazzam bir roman okuyabilirdik. Dönemi hiç fark etmez, isterse tamamı küçük Roland adına 1959’da geçsin, dünya -sitemin çarklarını döndürmesi adına- aslında hiç değişmemiş olan bir yerküredir. Pandemi ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki farkları, bu anlamda küresel düzende maskelerin aldıkları biçimleri McEwan ile konuşmayı çok isterdim.
Çeviri için Lale Akalın’a teşekkür ederim.
Comments