Stalker’ı Düşlerken Saramago’ya Tutulmak
Barış Özdemir, Tarkovski’nin Stalker’ından yola çıkarak Saramago’nun İsa’ya Göre İncil’ini değerlendiriyor. “Bireyin evren ve Tanrı ile ilişkisine dair Saramago, bireye/okura zihinsel bir çaba içinde olması, varoluşunu sorgulaması gerektiğini fısıldıyor.”
Tarkovski’nin Stalker’ına vurulup mutlaka yazmalıyım derken Saramago’nun İsa’ya Göre İncil’inde dumur olup bir anlatıcının sesinde kayboldum, satır satır, nefesini duyarak.
Tanrı’nın İzini Sürmek: Stalker’dan Saramago’ya…
Stalker, bir şiir, bir metafor, evrene/dünyaya yeni bir anlam yükleme, dünyanın/yaşamanın derin ve giz anlamını bir çeşit fısıldama olarak da okunabilir mi(?). Öyle okudum, öyle izledim. Bergman’ın kimi filmleri de Tanrı’yı arama, ontolojiye/bireyin varoluşuna yeni bir ses olma arayışı, Tarkovski filmleri de, Stalker da öyle. Ama şimdi Saramago zamanı, Tarkovski’nin Stalker’ının duyumsattıkları, karakterleri Profesör, Yazar ve İz Sürücü’nün izini sürmenin yaşattığı ve yazıya aktarırken yaşatacağı heyecan sonraya kalsın. Şimdi, şimdilik ve ancak İsa’ya Göre İncil üzerinden Saramago zamanı.
derin bir anlam’dan gelen roman
Her şey İsa’ya Göre İncil’in tam da eserin bağlamına sadık kalarak gökten inercesine ellerime düşüşüyle başladı. Bir giz, bir anlam, bir derin, derin bir anlam bu romanı bana getirdi, koydu önüme. Ama değil öyle herhangi bir anda, Stalker filminin –izler izlemez, hatta izleme eyleminin içerisinde– oluşturduğu çağrışımla, katmanlarındaki nefesiyle. Ve başladım okumaya ürkerek, kaygıyla.
ilk ürperti
Saramago’nun okuyacağım ilk eseri olacak bu. Ve bir yazarın ilk eserini okuma eylemimde bana düşen; İncil’i, bilhassa İsa’yı ve dolayısıyla Tanrı’yı, meleği ve melekleri, çobanı ve Çoban’ı, şeytanı, Mecdelli Meryem’i ve havarileri anlatan bir romanla karşılaşmak oluyor. Ve ilk sayfa. Bir tablo tasviri. Yoğun. Cümleler özenli ve ama yoğun. Tasvir nakış gibi, ama yoğun, metaforlarla örülü, anlatıcı nakkaş. Romanın henüz başında, anlatıcı, çarmıha gerilmiş ve ruhunu teslim etmiş İsa’nın önünde toplanmış insanlar arasından Meryem’i anlatırken, anne Meryem’i, Mecdelli’yi, odağını bir başka kadına çevirip, belki de Mecdelli Meryem’in bu kadın olduğunu ileri sürer ve şimdi de bu kadını tasvir eder. Ardından üçüncü bir Meryem’e uzanır anlatıcı. Kafam mı karışıyor? Hayır, karışmasın. Karışmamalı. Değil mi ki bu romanın efendisi Saramago’nun kişiliğinden damıttığı bir anlatıcı, ve bu roman da –diğer tüm romanlarda olduğu ve olacağı gibi– anlatıcının kendi belirlediği kurallarıyla oynanmasını istediği bir oyun olduğundan en başta bu oyunun kurallarına rıza göstererek okumaya başlamalı, inanmalı, işte, anlatıcının oyununa teslim olup okuyorum cümleleri birbiri üzerine. Daha ilk sayfalardaki Meryem anlatılarında, “anlatıcının işlevine, olanaklarına” dair özel, anlamlı, keskin, iddialı tezlere kapı aralayan, tadını da ancak anlamdan çok gizemiyle sunan bir anlatı tercihiyle dikkat çekiyor romanında Saramago. Bir dediğini sonra yalanlayan, veya bir dediğini sonra ikileyen, ya da bir dediğini sonra onarmayı, dönüştürmeyi izin de istemeden mahcubiyet de duymadan kararlı ve bilen bir duruş/tavırla cümlelere dönüştüren bir anlatıcı ile karşı karşıyayım. Bir haz ekleniyor artık zihnimle kalbim arasına, okumam hızlanıyor.
… ama belki asıl Mecdelli Meryem bu. (s. 9) (…) Ancak ve ancak Mecdelli Meryem kadar sevebilen bir kadın böyle bir ifadeye sahip olabilir, bu o olmalı, başkası olamaz, öyleyse yanındaki kadını geçelim. (s. 10)
Anlatıcıdan rol çalıp biraz da güç alarak ekleyeyim, araya girip kendi sözümüzü bozarak, bozup yeniden kurmak için, bozup daha iyiye ermek için. Anlatıcının; İncil’e, İsa’ya, İsa’nın anne babasına, kardeşlerine, aşkına, Çoban’a, havarilerine, Tanrı’ya ilişkin kurduğu örgüsüne, ayrıca eserin kimi bölümlerinde “bu İncil”, “elinizdeki İncil” gibi ifadelerine bakarak, İsa’ya Göre İncil, düz/beklenildiği gibi bir “İncil”(!) okuması, İsa-severleri ve Tanrı aşkı yaşayanları memnun edecek türden bir anlatı sunmuyor(?). Ama anlatıcının muhkem sınırları yine göz ardı edilecek ve ceza yazara kesilecek, asırlardan beri kurulagelen cadı kazanı tekrar kaynatılacak ve Saramago ülkesini terk etmek zorunda kalacak, hem de anlatıcı değil, bir yazar, bir insan olarak. Hem yukarıda değindiğim “İncil kitabı/yazarı” meselesine, ve ama en çok da baştan beri övgüyle bahsettiğim bu romana ve Saramago’nun diline, dil anlayışına, kurmacadaki keskin, sert, haz veren, zor ve güzel, derin ve manalı dil yapısına örnek olsun:
Hava karardı, kandil tam iki kez söndü, İsa’nın hikâyesi bizim bildiğimiz haliyle aktarıldı, bizim önemsiz bulup görmezden geldiğimiz ve hatta bazen fark edemediğimiz sayısız düşünce de bu ayrıntılı hikâyede yerini aldı. İsa bunları bizden saklamış değildir, ama bu İncil yazarının her an her yerde olması mümkün değildir, bilesiniz. (s. 267)
biçemi ve noktalama işaretlerindeki nahiflik: anlatıcının erki
İsa’ya Göre İncil’in dil örgüsünde anlatıcı –onun dil anlayışının muhtemeldir ki okuyacağım diğer eserlerinde de yine yakın iklimlerde gezineceğini düşünebilirim, bir yazarın yazarlık başarısının önemli ölçütlerinden birinin de imzası yerine geçen biçemi olduğunu bilerek, yazarın kimi özgün ve arayışlara ilişkin yeni olanaklarını da zenginlik ve bir başka başarı saymak şerhiyle– olabildiğince gözü kara. Saramago, dil birliklerini birçok noktalama işaretinden arındırmış, rahatlatmış kelimelerini, cümlelerini –çevirmenin orijinal metne sadık kaldığını okurun öngörmesi şartıyla, ki öyledir–. Daha da önemlisi, diyaloglarda iki nokta, çift tırnak, konuşma çizgisi yok. Ayrıca bu akıştaki konuşmaların arasına sızan anlatıcının araya girdiği, kimi zaman mütevazı ve kısaca, kimi zaman da kişilerinin önüne geçerek, onların sözünü ezerek dolayımlarını artırıp zenginleştirdiği uzunca cümle geçişleri arasında bile anlatıcı –kimi zaman– nokta ya da diğer noktalama işaretleri yerine daha çok virgülle devam ediyor –Semih Gümüş’ün kaleme aldığı “Nokta ile Virgül” makalesini de burada anarak ve hakkını teslim ederek–.
Tanrı demişti ki, Bundan sonra etinle kemiğinle bana bağlandın, ve şeytan, tabii gerçekten şeytansa, onu azarlamıştı, Hiçbir şey öğrenmemişsin, defol git, ve gözleri karanlık göllere benzeyen, dudakları şiş Mecdelli Meryem, göğsünden ter damlar, dağınık saçları adeta dumanlar saçarken, dedi ki, Sana öğrettiklerim için bir karşılık istemiyorum, borcun değil ama geceyi burada geçir. (s. 244).
Romanın bir okur olarak üzerimde bıraktığı asıl etkisi, itiraf edeyim, konu/izleğinden de çok dilindeki nahifliği, bu nahifliğe eklenmiş anlatıcı tavrı, bir romanda anlatıcının olanaklarına ilişkin yelpazesinin genişliği, alışılmamış bağdaştırmaları, karakterlerle/akışla anlatıcının harmanlandığı keskin, cüretkâr tavrı oldu. Ve roman, kimi sayfalarında bana ait bir deftere dönüştü, sayfalarına not aldığım kimi değinilerim, işaretlerimle. Yukarıdan bir bakışla hem her şeyi gören, bilen, hem de bu görüp bildiklerini ne zaman isterse o zaman söyleyeceğini imleyen cümleleriyle Saramago, okuru kimi zaman heyecanlandırıyor, kimi zaman sakinleştiriyor.
(…) Ama İsa, genç bir çoban olarak görevlerini yerine getirirken, Yahudiye’nin tepelerinde dolanır ya da birazdan yapacağı gibi Erden Vadisi’ne inerken bizim bu sözleri söylememiz, mırıldanmamız ya da fısıldamamız, abesle iştigal olur, çünkü biz, tıpkı Tanrı gibi, şimdiye kadar olan ve gelecekte de olacak olan her şeyi biliyoruz. İsa’nın hayatını yazıyoruz diye değil, her insanın iyi ve kötü günleri olur, her hayatta bir dert bir başkasını, ve bir gün bir diğerini izler de ondan. Elinizdeki İncil, İsa’nın hayatıyla ilgili başkalarının yaşadıklarını göz ardı etmek ya da onları çarpıtmak gibi bir amaç gütmediğinden ve hikâyemizin kahramanı da açıkça İsa olduğundan, kulağına eğilip yarın onu neyin beklediğini anlatmamız, muhteşem geleceğini, mucizeleriyle açları doyurup hastaları iyileştireceğini ve hatta ölüyü dirilteceğini ona önceden haber vermemiz çok kolay, ama bu pek akıl kârı olmaz çünkü genç İsa, din bilgisi ve ahlâk konularında doğuştan yetenekli olmasına ve atalarla peygamberlerin hayatlarını iyi bilmesine rağmen, her genç gibi dünyaya sağlıklı bir şüphecilikle bakıyor, yani bunları anlatsak bizi bir güzel paylayıp kovalardı. Evet, Tanrı ile karşılaştığında fikrini değiştirecek, ama bu büyük buluşma için henüz çok erken, oraya gelene kadar İsa daha çok bayır tırmanacak.
Eklemeli mi eklememeli mi kararsızlığı yaşayarak sonunda eklemeyi tercih ettiğim bu cümlelerde, anlatıcı, yukarıda da değinmeye çalıştığım karakter ve olaylara ilişkin her şeyin önünü ve sonunu bildiğini ve ayrıca dilediğini dilediği zaman vereceğini hem de gerekçe göstererek söyleyip okurunu sağaltıyor.
kurmacanın büyüsü: bir yazarın olanakları…
Roman sanatı üzerine kafa yorma ediminde olan okur; roman kuramına ilişkin bilimsel eserlerden, eleştiri-inceleme yazılarından, makalelerden ve ayrıca Cervantes, Dostoyevski, Balzac, Tolstoy, Prosut, Faulkner (…) romanlarının yanı sıra Saramago romanlarından da –bizzat ve en yalın haliyle adı geçen yazarların romanları ile hayatlarındaki kırılma noktalarının birleştiği duru bir katmana odaklanarak– faydalanacaktır günümüzde ve gelecekte. Saramago’nun hakkını yıllar içinde teslim etmiş nice yazarın nice yazı/incelemesinin yanında çok da güdük kalacağını şimdi burada baştan teslim edebileceğim tespitim –hatta bu yazım–, ancak kendi gözümün-zihnimin mütevazı ve ama bilinçli bir aynasıdır. Saramago, anlatısını; günün vakitlerinin birbiri ardına ve şiirsel bir ahenk içinde dizilişi gibi tıpkı, tan’ı, sabahı, öğleni, gurubu, akşamı ve gecesiyle, mevsimlerin geçişindeki ritimle, kışın sertliği ama karın sermest ediciliğiyle, ilkbaharın sağaltıcılığı ve efsunlu kokusuyla aktarıyor: duru, yalın ve akıcı biçeminin aralarında muzırca gezinen absürt ifadelerine eklediği kimi metaforların yarattığı karmaşıklıktan doğan zorlayıcı ve özgün anlatımı, cümle geçişlerindeki belki zorlayıcı ama daha da önemlisi şiirsel ve akıcı biçemiyle doyumsuz bir tat bırakıyor.
Romanda karakterlerin ele alınışı, karakterlere yüklenen hasletler –ki Saramago’nun, bu karakterleri tarihi verilerin, gerçekliğin üzerinden ördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz, yani o, var olan bilgiler/tarihsel gerçeklikler üzerinden bir çeşit harmanlama (mı) yapmıştır– ve örgünün akışı ilerlerken anlatıcı kendisini ısrarla imliyor, öylesine bir imleme ki bu, roman sanatına yeni değilse bile başka ve çok özgün bir anlatıcı kimliği/deneyselliği kazandırmış da oluyor. Kiminde karakterleri arasında geçen diyalogları haddini bilen(!) bir anlatıcı kimliğiyle müdahalesiz aktarır ve uygun boşluk bulduğu anlarda tasvir, tespit, yorum gibi mütevazı dokunuşlarla anlatımına devam ederken, kiminde karakterlerini uyarıyor, hatta onları bir kenarda bırakıp okuruna dönerek neyi ne zaman ve nasıl anlatması gerektiğini ya da neyi neden şimdi anlatmadığını ve hangi vakit anlatacağını nezaket kuralları içerisinde ama erkini de hissettirerek kurduğu o cümleler romanda hazza en fazla erdiğim kısımlardır.
Bizi doğmamış bir çocuğun adını bilmeye çalışmakla suçlayan varsa açıklayalım, asıl suç marangozda [İsa’nın babası Yusuf’u kastederek], bir süre önce, doğan ilk oğluna bu ismi koymaya karar verdi. (s. 59). Anlatıcı hem ben biliyorum diyor, senin bilmediğini, önceden, hem de en iyi haliyle sorumluluktan ve belki suçtan kendini arındırıyor.
İnan bana Yusuf, kader bu dünyada kabullenilmesi en güç şeylerden biri, benim yaşıma geldiğinde sen de bunu anlayacaksın. Uyarıyı dikkate alarak gözlerini dört açan kardeşler gölün sonuna varana kadar, gittikleri her yerde, … (s. 279)
“Uyarıyı dikkate alarak gözlerini dört açan kardeşler”… “Romanda anlatıcı ve işlevi, anlatıcının olanakları” meselesi/olgusu ekseninde düşünüldüğünde, belli ki Saramago, karakterlerine belirli bir mesafeden ve alışıldığı/bilindiği üzere görev tanımı üzerinden bakmanın yanı sıra, bu gibi cümleleriyle okuruna bir çeşit şölen hazırlıyor, karakterleri ile anlatıcı arasında geçen –kimi zaman da okur ile anlatıcı arasında geçen– mahrem bir dil yaratıp çok da alışıldık olmayan bir anlatım sunarken. Roman ve hikâye esas alındığında, anlatıcının araya girerek söyledikleri, çoğunlukla, belki de hep(!) okuradır, okur için bilgi/açıklama niteliğindedir bu sözler, ekler, hatırlatma ya da uyarılar; oysa Saramago, bu alıntıda da görüldüğü gibi karakterlerine, efendilerinin –anlatıcının– sesini de duyan, olayların gelişimine katkıda bulunurlarken bir yandan da kendilerini yaratanın anlatıcıları olduğunu unutmayarak davranışlarına çekidüzen veren bir kimliğe büründürüyor, kurmacasının gerçekliğinde / gerçekliğin kurmacasında tek hâkimin kendisi olduğunu ilan edercesine.
anlatıcının yoksuldan, halktan yana taraf olması
İsa’ya Göre İncil’de Saramago, romanında tartışmalara neden olan muhtemel tutumuyla, evet, ayrıca dikkatleri çekiyor, fazlasıyla. Ve ama, okur/izleyici; bir sanat eserinin ortaya çıkışında yazarının/yönetmeninin/senaristinin beslendiği kaynağın, düşünce hayatına/inancına göre ne derece doğru(!) olup olmadığını bir mesele olmaktan ne zaman çıkaracak –insanın/okurun binlerce yıldan bu yana insanlık tarihinden devraldığı bunca birikim, olanak, kültür orta yerde duruyorken–!
Evet, çok da cüretkâr bir şekilde kurmacasının içerisine yüksek, çok yüksek bir itiraz ekliyor Saramago, adeta oyunlaştırdığı, ironiyle, absürtlükle bir oyun kurmuşçasına eklediği cümleleriyle. Bu oyunu kendi zihninde/iç dünyasında yine kendi inancını sorgulamak adına mı oynuyor, yoksa okura –Hıristiyan inancına bağlı toplumlara hatta tüm inançlar üzerinden ontolojik bir sorguya geçerek– gerisini de siz düşünün, tarzında bir ünlem koyma derdiyle (mi?). İsa’ya Göre İncil’de anlatıcı, tavrını; İsa anlatımının yanı sıra Tanrı’nın adalet anlayışını, bir başka deyişle çoğunluğa, halklara, yoksula Tanrı tarafından biçilen zorlukları kimi absürt kimi mizahi cümlelere dönüştürüyor.
Tanrı’nın Eyüp’ten aldığını fazlasıyla geri vererek adil davrandığı doğru, ama isimlerini hiçbir kitabın yazmadığı, her şeylerini kaybeden ve karşılığında hiçbir şey almayan, her şeyin vaat edildiği ve vaat edilen hiçbir şey verilmeyen diğerlerine kim diyecek. (s. 111)
Bu gidişle İsa bir gün İshak’ı kurtaran Tanrı’nın Beytüllahim’in çocuklarını neden kurtaramadığını da soracak, öyle ya, o çocuklar da en az İbrahim kadar masumdu, ama Tanrı katında onlara hiç merhamet gösterilmedi. (s. 120).
(…) Tanrı ilk günahtan sonra Havva’ya şöyle söylemişti, Acını ve çocuklarını çoğaltacağım, bu dünyaya çocuklarını acı ile getireceksin, yüzyıllar acıyla, sancıyla geçti ama Tanrı henüz doymadı, işkence devam ediyor. (s. 64)
tavır ve itiraz mı fantastik bir katman mı?
Bir bulutun ardına gizlenmiş Tanrı’nın önce oradan İsa’yla konuşması, ardından anlatıcının uygun gördüğü bir an(!) Tanrı’nın tekrar ortaya çıkıp İsa’nın balık tuttuğu tekneye gelerek bir köşeye geçip kurulması, Çoban’ın da bu buluşmaya katılmak iradesiyle aralarına girmesi ve bu sahnede geçen sayfalar dolusu diyalog –ve diyaloglara yoğun bir şekilde yansıyan özellikle mizahi renkler–, yine bunun gibi satır aralarındaki başka anlatımlarla Saramago’nun, bu romanını, Tanrı’yı/dini/inancı alaya almaktan ya da basitleştirmekten çok fantastik bir düzleme kavuşturma çabası içinde olduğunu da düşünebilir miyiz? Bu sorunun en değerli yanıtı, muhtemel ki Saramago’nun mülakatlara verdiği yanıtlar ile yine diğer romanlarındaki satır aralarının sentezinden çıkabilecektir. Ancak belirtmeliyim ki, bireyin evren ve Tanrı ile ilişkisine dair Saramago, bireye/okura zihinsel bir çaba içinde olması, varoluşunu sorgulaması gerektiğini fısıldıyor gibi.
biterken başlayan…
İsa’ya Göre İncil, okuduğum ilk Saramago romanı ve diğer romanlarını da okumak için sabırsızlanıyorum, hemen bugünlerde bir diğer romanına başlayacağımı bilerek. Sanıyorum, Saramago, birkaç yazıya daha gebe bırakacak bu zihni ve klavyeye vuran parmakları, kimi benzeri dil beceresi ve muhtemeldir ki kimi de başka ve yeni yazarlık becerileriyle.
İSA'YA GÖRE İNCİL
José Saramago
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021
Çeviri: E. Efe Çakmak
392 s.
Comments