İnsanların ortak hafızası: İsimsiz Kafe
Sevim Şentürk, Robert Seethaler'in İsimsiz Kafe adlı romanı üzerine yazdı: "Okuru; insan ve kent turuna çıkaran yazar, tıpkı Salinger’ın Gönülçelen’inde söylediği gibi bize bir şeyler fısıldıyor aslında: 'Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.'”
“İnsan ilişkilerini sade ve dokunaklı bir şekilde anlatan Avusturyalı yazar.” olarak bilinen Robert Seethaler, Türkiye’de hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine sahip. Daha önce yine Timaş Yayınları’ndan çıkan Bütün Bir Ömür, Toprak, Son Senfoni, söz konusu önem ve alakayı besleyen, büyüten ve çoğaltan kurgulardı.
Viyana in Viyana
Seethaler, bu kez İsimsiz Kafe romanıyla karşımıza çıktı. 1966 Viyana’sı, İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra şehir küllerinden doğarken; sezonluk işçi Robert Simon’un yeni dünyada, yeni umutlar aradığı manzarayla açış yapıyor anlatı. Kahramanımız bir dükkân kiralayıp kendi kafesini açar. Ne var ki burası pek de sıradan bir işletme olmaz. Mekânı gündelik hayatlarının bir parçasına dönüştüren mahalleli ve beraberinde getirdikleri hikâyeleri, dönemin Viyana’sına ve değişen Avrupa’ya dair derin izler sunar. İnsanlar gelir ve yanlarında özlemlerini, kayıplarını, aşklarını, yoksulluklarını, beklenmedik mutluluklarını getirir. Bazen keder dolu gözyaşları, bazen de ümit dolu kahkahaların yankısında şehir yeniden hayat bulur. Türkiye’de “Kafka’nın çevirmeni” diye de bilinen Regaip Minareci’nin Türkçesiyle okuduğumuz kitap, yazarın sesine ve üslubuna aşina olanlar için oldukça romantik bir öykü.
Ürkek ve umutlu bir fotoğraf
Mavi gözlü Simon; ahalinin Hitler Almanya’sının tarihe karıştığını, harbin bitişindeki mutluluğu dışa vurmakta tereddüt ettikleri zamanı görmüştür. Evet, insanların her şeyin sahiden geçtiğini kavrayamadıkları ve yüzlerindeki dehşetin yerini yavaş yavaş ürkek bir rahatlamaya bıraktığı demlerin sonrasıdır kafedeki fotoğraf. Yazar, adaşı karakterin iç dünyasıyla alakalı analizler yaparken, dış dünyayı da tasvir etmekten geri kalmaz: “Okul hayatı sona erdiğinde kent değişmişti. Tozlar ve küller toprağa gömülmüştü. Bombalardan zarar görmüş evlerin çoğu yıkılmış, çorak arazileri yabani otlar sarmıştı, çocuklar cam kırıklarıyla ve tahta parçalarıyla oynuyordu. Boş kalan alanlar zamanla dolduruldu. Belediye toplu konutları her yerden mantar gibi bitti; onar katlı, açık renk sıvalı, giriş kapıları camdan apartmanlardı, dairelerin banyoları fayans kaplıydı, tuvaletleri bina içindeydi.”
II. Dünya Savaşı bitti mi?
Bu arada Robert Seethaler, travmatik etkisini hâlâ sürdüren, 1939-1945 arasında altı yıllık bu vahşet döneminde seksen milyon (yanlış okuduğunuzu düşünüyorsanız rakamla da yazayım 80) insanın hayatını kaybettiği korkunç zamanları hatırlatarak, aslında Kıta Avrupa’sında herhangi bir kafede, restoranda, barda, evde, okulda konuşulan toplumsal bir hadisenin zihinlerde bıraktığı enkazı gösteriyor. Bu yüzden sayfaları çevirdiğinizde, sanki Aleksandr Soljenitsin’in dünyada hem edebî hem siyasî merak ve yankı uyandıran ilk romanı İvan Denisoviç’in Bir Günü’nü okuyor gibi oluyorsunuz. Pekâlâ İsimsiz Kafe’de Stalinist baskıya direnen politik mesajlar yok; ancak bireylerin yaşamlarına bir karabasan, bir kâbus gibi çöken tek tipçi perdelere yansıyan duyguları anımsamıyor değilsiniz.
Bir Uzun Tarih: Tuna Nehri
İşte böylesi bir haletiruhiyenin içinde yürüyen Simon, bin bir umutla kendi dünyasını inşa etmeye başlar. Yazarın mahareti ve yordamıyla siz de ona omuz vermek istiyor gibi oluyorsunuz. Bu arada tarihin uzun bir şimdiki zaman olduğuna inananlar için İsimsiz Kafe’de sıklıkla anılan Tuna nehri dikkatlerden kaçmıyor. Çünkü bu suyun bizim geçmişimiz için de yeri ayrı. Sıkıcı tarih dersi vermek niyetinde değilim; fakat 1877-1878 yıllarında, Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, 8 Temmuz-10 Aralık 1877 tarihlerinde Plevne’de yapılan savunma savaşları vardır malum. Gazi Osman Paşa’nın başı çektiği bu harpler folklorumuzda, “Tuna nehri akmam diyor/Etrafımı yıkmam diyor.” türküsüne dönüşür.
Boşluk ve hüzün
Bu epik sözlerin kıyısında Avusturyalı yazar, paltosunun cebinde Simon’un veda niyetine verdiği yarım litrelik kayısı likörü çalkalanan Georg’u Tuna’nın yanına getirir. Bu yaşlı adam, gözlerini kısar. Kulaklarındaki hışırtının ardında boğuk çığlıklar duyar, ancak bunun gökyüzünün her yönüne süzülen martıların sesi olup olmadığını seçemez. Göğsündeki şişeyi ve onun altında küt küt çarpan kalbini hisseder, bir kez daha. Ayağa kalkıp gölgeli ve serin bir yere gitmek ister; fakat çok yorgundur, kafası da dumanlıdır. İçkisinden büyük bir yudum alır ve şişeyi elinden bırakırken parıltılı bir buğunun içinde bir adamın otobüsün tavanına tırmandığını, yüzünü ellerinin arasına alıp hareketsiz durduğunu görür. Georg, şişeden son bir yudum alır. Gözlerini kapatıp bedenine birazdan yayılacak sıcaklığı sabırla beklemeye başlar; o an geldiğinde yüksek sesle ve belli bir vurguyla kendine şöyle der: “Aman Tanrım nasıl güzel bir köprü ve şimdi gitti.” Gözlerini artık açmamaya karar veren yaşlı adam, boş şişenin elinden kaydığını hisseder, arkasına yaslanır ve kendini boşluğa ya da hüzne bırakır.
Velhasıl Robert Seethaler, gerçek olayları da kurgusuna dâhil ettiği İsimsiz Kafe’de aslında birçok kişiden bahsediyor. Okuru; insan ve kent turuna çıkaran yazar, tıpkı Salinger’ın Gönülçelen’inde söylediği gibi bize bir şeyler fısıldıyor aslında: “Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.”
İSİMSİZ KAFE
Robert Seethaler
Timaş Yayınları, 2024
Çeviri: Regaip Minareci
Tür: Roman
288 s.
Comments